Nedim Gürsel'den “Yüzbaşının Oğlu”

Nedim Gürsel’in son romanı “Yüzbaşının Oğlu”, iktidar, iktidarsızlık, şiddet ve cinsellik üzerine yazılmış bir tragedya ve komedya. Romanın öz anlatısı ise “sansür” üzerine kurulmuş. Romanı, Gamze Kurt değerlendirdi...

Cumhuriyet Kitap Eki

Enine boyuna tartışmak

İktidar çatışması her dönem var olmuştur. Nedim Gürsel’in otorite ile hesaplaşması ise ilk kez bu romanında karşımıza çıkmıyor. Cinsel, siyasi ve toplumsal tabuları yerdiği başka başka kitapları da vardır yazarın. Nedim Gürsel, okuyucuyu sanatın, tarihin ve özellikle de edebiyat tarihinin derinliklerinde dolandırdığı lirik anlatımlarıyla etkileyici bir kalemdir. Otorite ve yasaklarla cebelleşmesi ise tüm yapıtlarına az veya çok değmiştir. “Peki, bu romanda farklı olan ne?” diye soracak olursanız, kısaca “üslup farklılığı” diyebilirim.

HEM İRONİK HEM DE KİNİK

Yıllardır ettiği duası kabul görmediği için yoldan çıkmış bir derviş edasıyla karşımızda kahramanımız. Küfrediyor ve küfrün gittiği noktanın ucu açık, herkes bu küfürden nasibini alıyor. Sesini duyuramadığı için isyanlarda, hatta isyanın ötesinde algıları bozulmuş, kafayı sıyırmış “lunatic” bir kahramanımız var. Gürsel, bu karakter üzerinden mizahi, pervasız bir üslup deniyor. Çünkü anlatılan dönem ve karakterin yaşadığı olaylar çok acı verici. Gürsel, okuyucuyu gözyaşına boğup işin kolayına kaçmak yerine onu güldürmeyi ve anlatının ağır trajik tarafını hafifletmeyi denemiş, çok da başarılı olmuş. Gözyaşlarına gülümsemelerin eşlik ettiği bir eser çıkarmış karşımıza.

Mizah, Türk toplumunun en renkli yönlerinden biri. Mizahın unutulduğu toplumlarda iktidar çatışmaları şiddete yönelir, iktidar sahipleri kendisini içten içe kemiren ezikliklerinin başkaları tarafından alaya alınmasına tahammül bile edemez. Tahammülsüzlük sansürü getirir. Gülmeyi unutanlar çok boyutlu düşünmeyi de unutur. Bu nedenle önemlidir bir eserin ne söylediği kadar nasıl söylediği…

Gürsel “Yüzbaşının Oğlu”nda çok geniş bir yelpazede üslup denemesine girişmiş. Yaşanılan trajedinin dozunu hafifletmek için Batı edebiyatının sık sık başvurduğu “kara mizah” yerine gayet yerli bir hicivsel üslup kullanmış; fıkralar.

Hem de bu fıkraların hepsi Gürsel’in icadı ve insana “zorla gül” diye dayatılmıyor, gayet zekice gayet espirili kurgulanmış. Fıkralar, lakaplar, tekerlemeler, ergenliğe özgü argolar romanı dinamik kılmış ve gençlerin çok da zevk alarak okuyacağı bir düzleme çekmiş. Romanın enlemine yani üslubuna baktığımızda çok katmanlılık okuru diri tutuyor. Kitap boyunca farklı farklı sularda geziniyoruz. Lirik bir anlatımla başlıyor her şey… Hüzünlü, etkileyici ve bir o kadar da komik anlatımlarla bezenmiş çocukluk yılları…Çocuk büyüyünce anlatım lirizmden kinizme kayıyor. Bu arada kinizm ve ironi arasındaki ayrımı da iyi yapmak lazım. Kitap hem ironik hem de kinik.

Bir çocuğun, bir ergenin ve bir yaşlının psikolojik açmazları çeşitli mekansal ve tarihsel arka fonlarla gözlerimizin önüne seriliyor. Bir anne özlemi, bir de ölüm saplantısı kahramanın tüm hayatına damga vuruyor. Roman her ne kadar yerli hicivsel bir üslupla yazılmış olsa da Batı tarzı dediğimiz kara mizahla sonlanıyor.

Enlemesine derinlikten boylamasına derinliğe geçtiğimizde kitabın anlattıkları ve bu anlatıların çok katmanlı alt metinleri çıkıyor karşımıza. Sosyolojik, psikolojik, siyasi, edebi, tarihsel pek çok değinilen konu var. Gürsel’in, Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu”su üzerinden mizahi bir tarzla değindiği Yeni Osmanlıca ve edebiyatımızda o döneme ait akımlar romanın yan anlatılardan sadece bir tanesi.

İKTİDAR FİGÜRÜNÜN BAŞKAHRAMANI BABAANNE…

İktidar mücadelesinin arka plandaki oyuncular olarak kadınlar çıkıyor karşımıza ve bu iktidar mücadelesi özellikle Babaanne karakteriyle devleşiyor. İktidarı korku yoluyla elinde tutan babaanne figürünün haricinde, iktidar için “her yol mübah” diyen ve iktidarı cinsellik yoluyla elinde tutmaya çalışan kadınlar romanın çeşitli bölümlerine serpiştirilmiş. Toplumsal realitelerin bireysel çıkarlarla nasıl da şekillendiği ve birbirimizin kafasını gözünü yararken aslında ne kadar boş bir kavganın içinde olduğumuzu bize duyumsatan o kinik damar, tüm vurdumduymazlığı ve alaycılığıyla romanın en başarılı edebi yönlerinden birini oluşturuyor.

Eserin sosyolojik boyutunda ise gözlerimizin önünde değişen bir İstanbul manzarası var. Galatasaray Lisesi yılları, okul anıları, lakaplar (Küfe Sebahat, Fırlama, Cımbız, Zürafa, Parkinson Hilmi) üzerine bir belgeseli aratmayacak ustalıkla yazılmış bölümler, o dönemin argosu, fıkralar, mekansal betimlemeler, tekerlemeler ile zenginleştirilmiş. Tüm bunlar damağımızda bir “Hababam Sınıfı” lezzeti bırakıyor. Romanın mekânsal kahramanları ise hiç şüphesiz ki Mekteb-i Sultani ve Cadde-i Kebir. Gürsel’in çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği Beyoğlu anlatımları ve betimlemeleri çok canlı.

Sonra iktidar mücadelelerinin, rant kavgalarının adresi olarak gösteriyor bu şehri ve şehrin gittikçe çirkinleşen yüzünü. Aslında çirkinleşen şehir değil siyaset. Menderes dönemini ve günümüzü karşılaştırırken kurduğu parallellikler hepimizin malumu: “…Siyasal erk otoriterleşmeye başladığı zaman mutlak varlığa dönüşmek derdine düşer. Her yerde olmak, herkese görünmek, her şeye el atmak ihtiyacını duyar ve elbette, her şeyi bilmek” (s.104).
Mizah, şiddete ve sansüre meyilli siyasi iktidarların panzehiri olmalıdır. Ülkemiz siyaseti bu renkli yönünü çok uzun zamandır kaybetti malesef. Bizler artık mizahı gazetelerde, televizyonlarda, romanlarda değil sosyal medyada görür olduk, şimdilik… “Yüzbaşının Oğlu”na sadece bu nedenle bile müteşekkir olmamak imkânsız.

Yüzbaşının Oğlu/ Nedim Gürsel/ Doğan Kitap/ 256 s.