Necati Tosuner’den “Korkağın Türküsü”
“Kasırganın Gözü”, “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı!” ve “Korkağın Türküsü” Necati Tosuner'in kaleminden sıkı bir üçleme. Tosuner'le “Korkağın Türküsü” üzerine söyleştik.
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki
“Kasırganın Gözü”, “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı!” ve “Korkağın Türküsü” Necati Tosuner'in kaleminden sıkı bir üçleme. “Kasırganın Gözü”nde balkondaki adam diye de adlandırılan yazarımız, yazılmakta ve yaşanmakta olandan duyulan bir sıkıntı ve umutsuzlukla hemhaldi ve yenilginlik duygusuyla ağır bir yumruk almış olma sarsıntısını, kendi kendine sürekli yaşıyordu. Okura da dikleniyordu hatta yer yer. Umudu ise bir şekilde yürek cebindeydi yine de. “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı!” ise düşünen, o çözümlemek isteyen kişinin kendiyle cebelleşmesiydi. Çünkü anlatılan, yapacak bir şey bulamayış ya da yapacak bir şeylere kalkışmaya cesaretin olmayışıydı. Susmak değildi, susmak zorunda kalmaktı. “Ben korkağım” diye bitmesi boşuna değildi. O yüzden, sonuncunun adını “Korkağın Türküsü” koyduğu ifade ediyor Necati Tosuner. Bir “Eylül durumu”nu yazıyor yazar son kertede. Ne mi “Eylül durumu”? Dediği gibi bir övgü değil, bir katlanma zorunluluğu. “Ya sonrası” sorusunu bir kaygıya dönüştürerek getiren, karamsarlık veren güzelim bir ay ve bir yıkıntı! Halkına dayak atan, yetmedi biber gazı ve kimsayasalla “marine” eden üstüne de soyup soğana çeviren dinci kalkışmanın kökleşedurduğu güzelim ülkenin geldiği durum gibi! Tosuner'le “Korkağın Türküsü” üzerine söyleştik.
- Kavuran yazdan güze geçiyor roman. Solgun ve asık bir yüzle bakıyor romandaki yazar, bulutlara hoşça kal derken. Gökyüzü gidiyor! Kuşlar da kayıp artık. Eskiyle bugün arasındaki, eski ve bugünkü adam arasındaki makas nasıl açılıyor?
- Bu, “Kasırganın Gözü” ile başlıyor. “Kasırganın Gözü” yazılmış olmasaydı, ondan sonra yazdığım “Susmak” da, bugünkü “Korkağın Türküsü” de yazılmış olmazdı. Ama “Kasırganın Gözü”nü yazarken bu yazarlık serüveninin nereye gideceğini bilmediğim gibi böyle bir yere gideceğini de bilmiyordum. Onu yazdıracak hazır bir şey yoktu. Ancak yaşandıkça, yaşanılmış olandan gelen bir arkadan itekleme vardı, o itekleme onları yazmaya götürdü. Orada hatta yazarın okura diklenişine bile tanık olunuyordu, kitabın yarısına gelince “Bu yazdıklarım için ‘roman değil’ diyen biri olacaksa şimdiden bıraksın okumayı!” diyordu. Bu biçimselmiş gibi gözüken unsur gerçekte yazılmakta olandan, yaşanılmakta olandan duyulan bir sıkıntı ve umutsuzluktan kaynaklanıyor, onu yansıtıyordu. Ama o kitapta yazar, yazar kimliğiyle de romanın içinde vardı. Onun önceden yazılmış -varsayılan- farklı biçimdeki metinleri, romanın içinde ayrı bir renk olarak da duruyordu. Bir de okur, yazarın kim olduğuna, nasıl bir kişi olduğuna ilişkin bilgiyle ilk kez orada karşılaştığı için, ilginç denilebilir unsurlar belirgin olarak görülebiliyordu. Kendini aşırı didikleyen bir kişiliği vardı ve balkondaki adam diye de adlandırılan o kişi, kendisi sanki gerçek kasırganın gözünün taşıdığı şaşırtıcı dinginlik içinde yaşarken bir yandan da anlatılan kasırgaya kapılmış gibiydi. Sıkıntıların, gelecek kaygısının ve böyle mi olacaktı umutsuzluğunun verdiği yenilginlik duygusuyla ağır bir yumruk almış olma sarsıntısını, kendi kendine sürekli yaşıyordu.
“ROMAN OLAN BİTENİN ÜSTÜNE YAZILAN METİN DEĞİLDİR”
- Ama umudu da yine peşi sıra okuyorduk. Azalan veya artan ölçüde de olsa...
- Evet, umutsuzluk çoktu ama umut daha çoktu. Geçmişte yaşadığı karşı duruşlarla gelecekte karşılaşılacak, daha o günden de kötü, o günün yol açacağı bunalımın olmaması umudunu taşıyabiliyordu. Bu, dinci bir kalkışmanın biçimlendiği belliydi. Ama nasıl bir biçim alacağı daha belli değildi. Roman bunu önceden göremiyordu. Çünkü olaylar romanın çok önünde gidiyordu. Roman, olan bitenin üstünde yazılan metin değildi. Olmuş bitmiş olan -daha çok- olup biteceği kaygısıydı. Adamın düşlerinde geçendi, henüz olmamıştı. “Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı!” yazılırken kişinin yazar kimliği -iki roman arasında bir farklılık olması da arzu edildiği için- öne çıkarılmıyor. Yani o önceden yazılmış metinler yok. “Susmak” -bir bakıma- düşünen kişinin, o çözümlemek isteyen kişinin kendiyle cebelleşmesi. Çünkü anlatılan, yapacak bir şey bulamayış ya da yapacak bir şeylere kalkışmaya cesareti olmayış. Susmak değil, susmak zorunda kalmak ve o kitap, -romanın sonunu söylemiş olacağım ama söyleyeyim- “ben korkağım” diye bitiyordu. O yüzden, bu romanın adının “Korkağın Türküsü” olması da oradan geliyor.
- Eylül başka, Ağustos gibi değil: Yumuşak, narin, uysal. Nasıl bir geçişte yazarın mevsimi, iklimi?
- Çünkü yaşlılıktan gitgide daha çok söz etmeye başlayan bir kişiyi yansıtıyor roman. Eylül durumu bir övgü değil, bir katlanma zorunluluğu var. Ya sonrası sorusunu bir kaygıya dönüştürerek getiren, karamsarlık veren güzelim eylül!.. Bu da bir yıkıntı: Güzelim ülkenin geldiği durum gibi eylülün geldiği duruma bak!
“BURADAKİ KORKAKLIK TABANSIZLIK DEĞİL!”
- Ağlamanın faydası yok. Çığlık da atma demekte. Nasıl bir korkak (mı ki?) korkmaya boş veren yazar ve korkak mı korkan mı, hangisi?
- Buradaki korkaklık bir kendini koruma güdüsü.
- Evet, yani tabansızlık anlamında değil.
- Hayır o bir kere her şeyin farkında. Vurdumduymaz ya da televizyon yorumcularının yorumlarıyla tedavi edilen bir kişiliği yok. Kendine özgü çözümlemelere kalkışan, o yüzden de yani bir ortaya çıkma durumundan sakınma var. Bir genel güvensizlik. Bu, deli cesaretinin tam tersi aşırı temkinli olma, her şeyden ürkeklik gibi... Yaşama karşı asılırken bir korkaklığı yok, zaten yaşını almış olmanın verdiği cesaret de var. Bir şey yapamayış hırpalıyor onu. Çünkü bir şey yapmaya kalkışmıyor. Kalkışamıyor. Korkak dedikse “Amaan, hayırlısı...” deyip unutmaya kalkışıyor da değil. Bir içtenlik patlaması “Ben korkağım” demesi. Bunu söylemek de bir cesaret ister.
- Bir de yalnızlığın verdiği bir alışıklılık durumu da perçinliyor mu bu durumunu?
- Şimdi adamın yalnız olması, yalnız yaşıyor olması bir bakıma onun adına daha iyi. Çünkü bu böyle bir adam, her şeyin farkında olan ve bir şey yapmak elinden gelmeyen... Bir de evde çoluğu çocuğu olsa ne olacak? Diyelim adamın kız çocukları olsa onların nasıl bir hayata doğru itildiğini görünce kendinde gördüğü korkaklık onu daha beter perişan edecek.
“BİR ‘KAPATILMIŞLIK’ DUYGUSU VAR, ÜLKE CEZAEVİNE DÖNÜŞMÜŞ!”
- Romandaki anlatıcı için kapı duvar nasıl bir çerçeve, çepeçevre?
- Bir kapatılmışlık duygusu var. Yaşadığı ülke bir cezaevine dönüşmüş, bunu görmekte. Duvar duvara bakıyor. Duvarın duvara bakıyor olması, bir kıstırılmışlık duygusu veriyor ona. Sürekli olarak bir kıstırılmışlık duygusunun ağırlığı altında yaşanmakta. Anlatılanlar, artık bir korkaklık durumunu çok aşıyor. Bu kitaplar birbirinin devamı gibi görünse de önceden planlanmış bir devamlılık yok. Ya da uzun bir tarihsel süreç anlatılıyor olsa zaten ortada yaşanılmış bir tarihsellik var ona göre birinci, ikinci, üçüncü denilebilirdi ama öyle değil.
- Ama üçüncü kitabı teşvik etmiş.
- Evet, zorlamış. Yani ben korkağım diye düğüm atmak yetmemiş. Ama üçüncü kitap yazılırken o tarihsel akıştaki bilinmezlik pat diye bir sürpriz çıkarıyor yazarın karşısına. Yani, bir yaz geçmiş, bir güz geçmiş, umutsuzluklar, mevsim değişecek bir şeyler değişecek, iyiye değişecek derken, yeni gelen yıl, yeni mevsimler ama değişmeyen şeyler, artan, daha da rahatsız eden unsurlar derken, penguenler... Pat diye Gezi olayı çıkıyor. Direniş... Burada Necati Tosuner'in yazarlığı için bir sıkıntı var: Yani bu sayfalar yazılırken Gezi çok yeni bir olaydı, moda olmuş deyimle, “nemalanmak” derdinde bir yazar görüntüsü vermek, bu kaygı, beni çok rahatsız etti. Onun için oraları çok rahat yazamadım.
“YAZARKEN YAZMAYA YETİŞEMEDİM!”
- Örtük gidiyor epey süre bu nedenle değil mi?
- Evet. Ama o “üstgeçit” diye adlandırdığım bölümleri bulunca belli ölçüde rahatladım ve o metinleri ondan sonra daha içime sinerek yazdım. Burada benim yazarlığım için önemli olan, ben yazarken yazmaya yetişemiyorum, olay benden önde koşturuyor. Kitapta bir tek yerde Gezi lafı geçer, orada da kesme işareti yoktur, hani her iki anlamında da algılanabilir.
- “Gezide gün gece ay yağmur çadır ağaç ev” diye geçiyor...
- Evet, orada. Yazım kurallarına uyulmaz.
- Usancı tarihe gömen, direnci yüze çıkaran, gençlere, hele çocuklara nasıl bir “helal olsun” deyiş metindeki?
- Yani orada oturup resim defterine atlıkarınca resmi çizen ufak çocuğun geleceğinin nasıl karartıldığı sezdirilir. Yani ille de polisler geldi, tazyikli sular, biber gazları sıktı diye değil bu anlatılış. Gelecek adına alınan tavırlar için ödenecek bedellere işaret edilir.
“BIÇAK SIRTINI SEVEN BİR YAZARINIZ VAR!”
- “Bu yaşa tırmandın, dünyaya ve yaşam serüvenine ağzı açık kalmışlığın hiç değişmedi. Kendine kendini örnek almayı bırakmadın.” Latife ediyor ve etmiyor, o sınır karışık gibi değil mi?
- Bıçak sırtını seven bir yazarınız var! Kendini -çaktırmadan- övmeye kalkışmış da olabilir. Şimdi de öyle... Söz söylemede dilsel oyunlarla yapılan, yapılmak istenen, senin de söylediğin gibi bu kitapta daha fazla. Gerçi ben denetlemeye, ayıklama yoluyla seyreltmeye de çalıştım. Okuyanla bir ortak renk sağlamak için çok ustaca ve yararlı buluyorum.
- Okuru gözlemci kılan ama işine hani çok karıştırmayan bir metin diyebilir miyiz?
- İlk öykülerimden beri uzun zaman kendini anlatan bir yazar diye bilindim hep. Kendini anlatmanın da birinci koşulunun içtenlik olduğuna inanırım. O yüzden karşında biri varmış gibi yazmak ama ağlamayacaksın, sızlanmayacaksın, karşındakini de hırpalamayacaksın ve böyle bir şeyin varlığını ona anlatacaksın. Bütün yazarlığımda karşımda birini varlığını düşünmek neredeyse alışkanlık haline gelmiştir. Ne de olsa yapılan bir anlatma sanatı.
Ama bu metinlerde öyle olmadı. Çünkü yazar zaten kendiyle çok didişen, kafa sesleriyle konuşan biri. “Kasırganın Gözü”nde böyleydi, “Susmak”ta daha azdı bu durum. “Korkağın Türküsü”nde ise hiç yok. Çünkü bunda direkt kendiyle konuşuyor. Çünkü onun lafı bir yazarlık aracı, lafı kendine mi söylüyor, birine mi söylüyor? Belirli birine mi söylüyor. E, duyar! Her yerde kulağı var...
"HANGİ MUKTEDİRE KALMIŞ DÜNYA!"
- “Sindirici Bellek ve Bavul Hafifletici İşlevi” ile cümle alemi zayıf halka belleyen “Ben senin babanın uşağı değilim!” diyen “yakıcı” gafile, “korsan” kişiliğe, “etmeci bilmem bulurmucu?”ya, “palalıya” dair hissiyat nasıl dile gelmekte? “Korkağın Türküsü”, üç günlük dünyayı zehir edenlere çekili nasıl bir yuh ve şimdiden bütün bir ömrü karartılan çocukların ardından çekili nasıl bir ah?
- Hep söylenen nedir? “Türkiye genç nüfus, onun için önü daha da açık.” Yapılan çocuk sayısını artırılması buyruğu ya da özendirmeleri de ortada... Bugün oy kullanan insanların yaptıkları seçimde bir yanlışlık var mı acaba? Oy kullanan yanlış yapmaz diye bir şey yok. Hitler de seçimle geldi. Burada bize uzak dursun dediğimiz Arap Baharının acaba durumu ve Mısır'da yakında ve sürekli yaşanan durum. Kendimiz de yaşadık: Kenan Evren halkın yüzde doksanından fazla oyla kendini kabul ettirdi. Demek ki sandığın gösterdiğinin doğru olacağı ve doğru gideceği kesin değil. Sandıktan çıkanlar bu ülkede banka bırakmadılar ki, batsın! Seçenek olarak, dindarlıklarına güven duyulanı denemek vardı. Vay be! Avrupa Birliği falan... Takiye ilk günden beri siperleri oldu. Sandıktan çıktılar da, “Sana kara kömür, bana kara cip!” dediler mi halka? Yaşadıkları günlerden hoşnut, aldıkları ekonomik getiriden hoşnut, o yüzden çizilen biçimde yaşamaya meyilli bir topluluğun varlığı söz konusu artık. Çocuk kendisi seçmiyor onu. Orada, “Tamam çocuklar sizden kıymetli mi, kalsın orada üç ağaç...” deyiverseydi ne vardı yani?.. Üç günlük dünyayı zehir etmeye değer mi denilen bu. Onun cebinden bir şey almak isteyen yok. Hangi muktedire kalmış dünya!
“BİR SİRKTE YAŞIYOR GİBİYİZ”
- Nasıl bir sirk kastedilen, nasıl bir tutsaklık ve üçlemenin en çok neden tevekküllü bir halkasını okumadık, okumayacağız? (iyi ki de öyle)
- Tabii, yaşının ileri olmasından kaynaklanan bir tevekkül içinde olması gerekir ama yaşı ilerdeki adama dert mi elâlemin çocuğunun geleceği? Oysa, onu dert ediniyor. Sanki bir sirkte yaşıyor gibiyiz. Yani bu bir gerçek değil. Bu çadırın altından çıkınca oh be dünya var diyeceğiz. Ha bu sirki eğlendirici falan da buluruz. Mecburi korkarız da heyecanlanırız da. Sirk nitelemesi daha uygun çünkü mesela karabasan deyince bireysel oluyor. Yani herkes kendi karabasanını görür. Sonra dışarıdaki hayat, aslan olsan ne olur, yağmur yağdı mı ıslanacaksın. Sirkte bir aslan olursan, çadır var. Ateş çemberi içinden atlaması çok alkış alır.
- Sevinç duymaya ne dirhem daha hazır bizi “güzeldir yaşamak” deyişini duyduğumuza hayli memnun kılan ve kendi deyişiyle yazarın “çıkıntılık” hali ne alemde?
- Burada yazarın kişiliğiyle bağlantılı gibi gözüken, yazarın kişiliğinden çok bence yazarın hayatı tanımlama biçimine ilişkin bir şey var. Yaşanılan sıkıntılı durumdan zaman zaman güzeldir yaşamak deyip çıkabilmek ya da kendini buna zorlamak. Oradaki kendine çıkıntılık. Bence kötü bir şey değildir, farklılıktır. Yaşamı kolaylaştırmaz ama irdeler. Renklendirir bir bakıma. Anlam bile kazandırır, kendine eziyet etmeyi biraz göze alırsan...
- Yaşamı daha bir ciddiye alma mı var yoksa aldım başımı gidiyorum gibisinden aba altından sopa gösteren yaş mı yaşamı sanki giderek daha az alaysılatan, o sağlamayı daha ciddiye bindiren?
- İnsan’ın bir gün toprak olacağı gerçeği. Daha da gerçeği: Belki toprak bile olamayacağı gerçeği. Sonra da, cepli kefen modası.
- Böyle gelmiş böyle giderin ervahına ne diyor “Korkağın Türküsü”?
- “Sevgi!” diyor. Çünkü iyi ki dönüyor dünya!
- “Bu filmin sonunu görmeye ömrün yetsin isterim. Genç Yazarlar Tedirgin.” Soruya ne hacet?
- Her film gibi bu da bitecek. Perdede “The End” de yazsa “İntehe” de yazsa, bitecek! Filmin sonunu genç yazarlar yazacak. O günü görmeyi çok isterim.
gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr
Korkağın Türküsü/ Necati Tosuner/ Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları/ 192 s.