Nazlı Eray'dan bir Tanpınar romanı: “Aydaki Adam: Tanpınar”
Ahmet Hamdi Tanpınar Yaşamı, şiirleri ve yazılarıyla bu kez bir romanın gövdesinde, Narmanlı'dan ve Ay'dan sesleniyor okurlara...
Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap EkiAhmet Hamdi Tanpınar... Beyoğlu’nda Narmanlı Yurdu’nda eski bir hapishaneden bozma rutubetli bir odada en güzel eserlerini yazan, hep parasız, namı diğer “Kırtıpil Hamdi.” Zamanın çok ilerisinde, ölümünden yıllar sonra edebiyata damgasını vurmuş deruni şair. Eski Türkçe notları, vesveseleri ve ruhunda hep geç kalmışlık duygusuyla hemhal bir adam. “Fitne fücur” Adalet Cimcoz, ilk kadın Hamlet Nur Sabuncu, kil yiyen şair Ahmet Haşim, âşık olduğu Nesteren, esrarengiz Sarı Fizikçi, Muhlis Sabahattin’in veremden ölen kızı Melek Kobra ve Rudolf Valentino’ya benzeyen kocası Ferdi Tayfur'la sancılı ilişkilerinde “sükut suikastına” kurban giden bir dost. Yaşamı, şiirleri ve yazılarıyla bu kez bir romanın gövdesinde, Narmanlı'dan ve Ay'dan sesleniyor okurlara... Nazlı Eray'la “Aydaki Adam: Tanpınar” adlı romanını konuştuk.
- Ailenizin yabancısı değil Ahmet Hamdi Tanpınar.
- Dedem, İkdam gazetesinin başyazarı Tahir Lütfü Tokay, Tanpınar’ı genç bir şair olarak mutlaka tanıyordu. Eniştem şair Sabahattin Kudret Aksal’ın da dostuydu Tanpınar. Anneannem Süreyya Tokay Dırvana’ların yalısına sık sık giderdi, mutlaka Tanpınar’ın aşkı Nesteren’i tanıyordu. Çok yakında kaybettiğim halam Münire Aksal’ın Tanpınar’ı tanıdığını biliyorum. Ne yazık ki hiçbiri hayatta değil. Ben de onlara Tanpınar'la ilgili hiçbir şey sormamıştım.
“BİR SÜRÜ TANPINAR VAR”
- Tanpınar'a nasıl bir hayranlık ve şefkatle yazdınız?
- Büyük bir hayranlık, yakınlık ve sevgiyle. Debelendiği o zor hayat ve zamanın çok ilerisindeki muhteşem düşleri beni büyüledi. Zamanının yazarı değildi kesinlikle. Borçlardan örülmüş bir ceviz kabuğunun içine sıkışmıştı. Hayatı pek yaşanası bir şey değildi. Farkındaydı bunun. Bütün bunlar ve eşsiz yapıtları beni ona büsbütün yakın kıldı.
- “Bir başkasıyım. Hiç olmadığım bir başkası. Yahut iki insan...” Bunu Tanpınar'ın aynadaki aksi şeklinde okuyoruz. Nasıl bir iki insan söz konusu olan gerçekte ve yansısındaki romanda?
- Evet, Tanpınar iki insan bence. Anılarında bunu da dile getirmiş, bunu hissetmiş. “Bir gözüm güler, bir gözüm ağlar,” demiş. Şu dünya üstünde yaşarken yoksulluk ve çaresizlik içinde pardösüsünün yakası hafif kirli, pabuçları tozlu, kısa boylu ve çirkince. Yapıtlarını okuduğumda ise o engin dünyası hayranlık uyandıran bambaşka bir adam. Anılarında ise sanki üçüncü bir Tanpınar var. Açık açık bütün duygu ve düşüncelerini yazmış. Kimi satırında ağlamış, şansızlığına küfretmiş, ne zaman öleceğini merak etmiş, her gece yatağına sanki uyanmayacakmış gibi yatmış, Paris özlemini sonunda gerçekleştirmiş ve ilk şiir kitabını 60 yaşında yayınlamış… Adam içinde adam, adam içinde adam! Bir sürü Tanpınar var.
“YAZMAK, HEM ÇOK ŞEY BİLMEK HEM HİÇBİR ŞEY BİLMEMEKTİR”
- Tam da bu bağlamda yazmak ne kadar bilmek veya bilmemektir? Tasarlanandan şaştığı ve aykırı gittiği oldu mu kaleminizin?
- Yazmak, hem çok şey bilmek hem de hiçbir şey bilmemektir bence. Hissetmek, algılamak, durmak; bir an düşünmek, bir söze takılmak, bir pencereden dışarıya onun gibi bakmak; tuhaf bir rüya görmek, bir evham yaşamak, biraz vesveselenmek, bir kadına aşık olmak, bir kara kediyi okşamak ve üst üste iki fincan kahve içmek bile olabilir bu. Tıpkı bir romandaki gibi insan neyi ne kadar bilebilir, neyi hatırlayıp neyi unutabilir? Yaşamdaki gibi aynı. Yaşar gibi yazdım bu romanı. Kullandığım arabada, frene basan ayağım felç olmuş gibi yazdığım romanlar en iyi romanlardır. Çünkü onları kontrol edemem. Kontrolsüz metinler duygularımı sansürleyemez. Duygu yoğunluğundan kontrolümü kaybettiğim sayfalar okuruma en yakın olandır. Bu kitapta da öyle oldu. Tanpınar beni ilk gençliğime sürükledi, o yıllara gittim. O da yanımdaydı.
- Narmanlı Yurdu'ndaki, gece gündüz Beyoğlu'nun bohemleriyle dolup taştığı odası. Karmakarışık kitaplar, dergiler, kâğıtlarla yüklü dünyası. Roman bu düzlemde adeta bir Tanpınar simülasyonu da sunuyor.
- Evet, bütün bunlar kurmaca. Kendimi onun yerine koydum ve o yıllara, o odanın içine girdim. Günlüklerdeki sayfalar bana yardım ediyordu. İşte o zaman karmakarışık bir yazı masası, günlükler, defterler, bir iki ilaç şişesi, iki yanda yükselen plak yığınları, rutubetin içinde yaşanan bir hayat, Muazzez Hanım tarafından getirilen kahveler, avluda kediler ve Beyoğlu, gece yarısı mideme giren korkunç ağrı, durup dururken karaciğerimi düşünmem, tüm bunlar romanı yazarken oluştu. Hepsinin gerçek olduğundan yüzde yüz eminim. Bir gün o odanın çekilmiş bir fotoğrafı bulunursa her şeyin tıpatıp romanımda anlattığım gibi olacağından eminim.
“BU DEVİRDE YAŞAMASINI İSTERDİM”
- Bu bağlamda nasıl bir şifre çözdürücü Hamdi Baba?
- Onu çok ayrı ve değişik buluyorum. Aya yansıyan suret, dağınık bir karınca silsilesini andıran el yazısı, dramatik yaşamı ve eserlerini verirken ki titizliği beni çok etkiledi. Anıları yazdıklarından çok daha ilginçti. Gerçek adam o defterin içindeydi. Tüm zaafları, rüyaları, ekşimişliği, beceriksizliği ile orada duruyordu işte. Ellerimi uzattım ve onu tuttum. Öylesine yakındım. Bu devirde yaşamasını çok isterdim. Tanımak, Narmanlı Yurdu’ndaki odasında bir kahvesini içmek…
- Tanpınar'a koşut ilerleyen o CD kaçma-kovalamacası, iz sürüşüne geçersek: İnsanın tüm hayatının bilgisayara yüklenmesi olayı... Hayatın “byte” hali... Sonra rüyaların metinlere dökülmesi... Biliriz siz seversiniz rüyaları, arafa açılı o boyut kapısını... Dönemin Beyoğlu'na o astral seyahatleri...
- Tanpınar’ın şifreleri romanımda bir CD açımı olarak nitelendirilebilir. Bu gerçek. CD’ye çekilecek bellek, ruhlar ve geçmişler... Dev bir ruhlar arşivi. Rüyaların CD’ye çekilerek sahibine verilmesi. Keşke gerçek olsa. Hayatımız çok daha zengin olur, korkularımız azalırdı ve evet, dönemin Beyoğlu’suna o seyahatleri çok sevdim. Narmanlı yurdundaki o odayı, Lebon Pastanesini, karanlık İstiklal’i, hepsini çok sevdim.
“KADER HEP FRENE BASIYOR”
- Bir görünüyor, bir yok oluyor zaman ve uzam içinde. Metin hem gerçeğe hem hayale değerken o değme anlarında açılıyor zaman kapısı dilimlere bölünerek... Roman, Nazlı Eray'ın, cep telefonu bıraktığı Tanpınar'la tarih ve zaman sıçramasıyla nasıl bir düşsel yoldaşlıkta buluşması?
- Söylediğin gibi hem gerçeğe hem de hayale değiyor ve o anlarda zaman kapısı açılıyor işte. Ben o zaman kapısından koşarak içeri giriyorum ve ala boz dünyanın içinde Tanpınar’a ulaşıyorum. O Tanpınar mı değil mi hiç bilmiyorum. Ama ulaştığım adam o. Bir yerde içi evrak dolu eski bir bavul olarak konuşuyor Tanpınar benimle. Evet, o, ıslanmış ve eskimiş bir bavul. Bavulun içinde ondan geriye kalan tüm eserler, müsveddeler, şiirler, eski Türkçe yazılmış hatıra defterleri var. Doldurulmuş ve tıkıştırılmış. Bir beyinden, bir ruhtan ve bir rüyadan geriye kalan her şey işte bunlar. Romanın başında ona bir cep telefonu bırakıyorum çünkü onunla doğrudan iletişime geçmek, sesini duymak istiyorum ama hiç konuşmuyor.
- Tanpınar ve Kafka benzerliğini sorarak bitirelim.
- Tanpınar da Kafka gibi ölümünden sonra anlaşılan ve gereken değer verilen bir yazar. Ölümünden yirmi yıl sonra altı hatıra defteri, asistanı Mehmet Kaplan tarafından genç asistanlara çevrilmek üzere verilmeseydi günlüklere hiçbir zaman ulaşamayacaktık. Tanpınar’ın siyah kedisinin adı Kafka ve Tanpınar’la Nesteren’in aşkını Kafka ve Milena’nın aşkına benzetiyorum. Sevdiğine hiçbir zaman ulaşamayan bir erkek. Sanki kader hep frene basıyor.
gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr
Aydaki Adam: Tanpınar/ Nazlı Eray/ Doğan Kitap/ 304 s.