Nabokov ve Nabokov
Andrea Pitzer “Vladimir Nabokov Yazarın Gizli Tarihi” adını taşıyan biyografi çalışmasında Nabokov’un yaşamının ayrıntılarına giriyor. Paul Russell ise “Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı”nda gölgede kalmış bir kardeşin yaşam öyküsünü kendi ağzından romanlaştırmış.
Metin Celâl/Cumhuriyet Kitap EkiDünya Edebiyatının, modern klasiklerin en ilginç, en kendine has yazarlarındandır Vladimir Nabokov. Nabokov denilince akla hemen tabuları kıran “Lolita” gelse de aslında her kitabında yenilikler yapmış, ilginç konulara değinmiş bir romancı Nabokov. Eserleriyle bilinmek isteyen, tüm ününe rağmen kendini eserinin önüne koymayan has yazarlardan. Ketum. Yaşam öyküsü de o nedenle bilinmezlerle dolu. Yaşam öyküsünü anlattığı “Konuş Hafıza”da bile bu tavrını sürdürür. “Konuş Hafıza” iyi bir anlatıdır ama biyografi değildir. Kendi hakkında olabildiğince az şey söyleyerek yaşam öyküsünü anlatır (!).
Andrea Pitzer “Vladimir Nabokov Yazarın Gizli Tarihi” (2014, çev. Yiğit Yavuz, İletişim yay.) adını taşıyan biyografi çalışmasında Nabokov’un yaşamının ayrıntılarına giriyor. Nabokov’u yaşadığı çağ içinde, o büyük savaşlar yüz yılında değerlendiriyor.
Nabokov 1899'da, Rus İmparatorluğu’nun başkenti St. Petersburg'da doğmuş. Varlıklı ve ülke yönetiminde söz sahibi bir ailenin en büyük oğlu. Baba Nabokov bir liberal olarak Şubat Devrimi sırasında önemli roller oynuyor. Ama iktidarın yavaş yavaş ellerinden gideceğinin de farkında. Ailesini önce Karadeniz kıyısına, oğulları Vladimir ve Sergey’i İngiltere’ye Cambridge’e yolluyor. Bolşevikler iktidarı aldığında da tüm mal varlığını bırakıp canını ve ailesini kurtarmak için yapması gereken ülkeyi tamamen terk etmek.
Vladimir bu zengin ve güçlü ailenin ilk çocuğu olarak çok iyi şartlarda biraz da şımartılarak büyütülmüş. Küçük yaşlardan itibaren edebiyatla ilgileniyor. Şiirler yazıyor. Üniversite eğitiminden sonra da öyküler, romanlar yazmaya başlıyor. Babasının desteği ile Berlin’de Rus göçmen gazetelerinde eserleri yayınlanıyor, o çevrede ün kazanıyor.
Sovyet Devrimi’nden kaçıp Berlin’e yerleşen aileyi bu kez de Nazi yönetimi göçe zorluyor. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamak üzere olduğu günlerde Vladimir, karısı ve çocuğu ile önce Fransa’ya gidiyor sonra da ABD'ye göç ediyor. Bir yandan Rusça dersleri verirken diğer yandan İngilizce eserler yazmaya başlıyor. Rus Edebiyatı profesörü oluyor. 1955'te Lolita'nın yayınlanması ile hem üne hem de paraya kavuşuyor. Yaşamının son yıllarını İsviçre'nin Montreux kentinde lüks bir otelde tamamlıyor.
Kısaca özetlediğim biyografisindeki olayların iki Dünya Savaşı ve bir devrim sırasında yaşandığını düşünürsek Nabokov’un yaşamı farklı bir görüntü alıyor. Andrea Pitzer de Nabokov’un yaşam öyküsünü bu siyasi gelişmeler ışığında araştırmış, değerlendirmiş.
Nabokov, apolitik bir yazar olarak görülür. Dünyada yaşanan gelişmelere ve değişimlere aldırmadığı, tavır almadığı düşünülür. “Sanat için sanat” görüşüyle yazmıştır ve eserlerine de toplumsal, siyasi değişimler yansımamıştır, kanısı hakimdir. Pitzer, Dünya yanıp yıkılırken, çevresindeki insanlar mahvolurken yazarın bu durumdan etkilenmemesi mümkün müydü, sorusunu soruyor. Sonuçta Nabokov ve ailesi Sovyet Devrimi’nden doğrudan etkilenmiş, tüm mal varlıklarını kaybetmiş, ülkelerini terk etmişler. Nabokov’un karısı Vera Yahudi kökenli olduğu için hem Rusya’da hem de daha sonra yaşadıkları Berlin’de ayrıma ve baskıya uğramışlar. Aile tamamen parçalanmış, birbirlerinin izini kaybetmişler. Kardeşi Sergey Nazilerin toplama kampında ölmüş. Pitzer, tüm bu yaşananların izlerinin Nabokov’un eserlerinde yer aldığını bazen doğrudan, bazen arka planda bu konulara değinildiğini anlatıyor. Nabokov’un eserlerinde bu konuları işlemekle kalmadığını, Yahudi Soykırımı’na da, Sovyet dönemindeki toplama kamplarına da açık tavır aldığını, bunlardan etkilenenlere yardım elini uzatmaya çalıştığını da örnekliyor.
Pitzer, Nabokov’un yaşam öyküsünü birlikte yaşadığı kişilerin, ailesinin başına gelenleri de ele alarak, tarihi olaylarla birlikte incelerken olabildiğince çok ayrıntıya girip nasıl dehşet verici şeyler yaşandığını göstermeye çalışıyor. Ama bunu yaparken Nabokov’un bireysel dünyasının, edebiyatının biraz arka plana düştüğünü düşünüyorum. Evet, Nabokov’un eserleri hakkında önemli bilgiler veriyor, ufuklar açıyor ama ağır basan sosyal ve siyasi yaşam. Hele Nabokov’la Soljenitsin’i karşılaştırması, iki yazarın farklı dönemlerde benzeri şeyler yaşadığını söyleyip aldıkları tavırlardaki benzerlikleri ve ayrılıkları vurgulamasının bu kitabın konusu olmadığını düşünüyorum. Bu Pitzer’in yazar olarak tavrından kaynaklanıyor. Nabokov’u anlatırken Yahudilerin uğradığı soykırımı ve Sovyetler ve Naziler kadar İngilizlerin, ABD’nin de toplama kamplarını da anlatmak istiyor. Tehlikeyi görünce hemen kaçan yazarla (Nabokov) durup direnen ve sınırdışı edilen yazarı (Soljenistin) bol bol karşılaştırıyor. Nabokov’un hakkını yemese de bence konudan sapıyor.
Andrea Pitzer “Vladimir Nabokov Yazarın Gizli Tarihi” Nabokov’u kendi dönemi içinde ağırlıklı olarak sosyal ve siyasi yönleriyle anlatan roman akıcılığında bir biyografi. Kitabı başarılı Nabokov çevirileri ile tanıdığımız Yiğit Yavuz çevirmiş. Çeviri mi hızlı olmuş, kitabın yayına hazırlanması mı bilmiyorum ama “İsviçre Akademisi” (s. 33) ve “İsviçre Başbakanı Olof Palme” (s.36) gibi göze batan hatalar, kitabın yeni baskıda dikkatle gözden geçirilmesi gerektiğini düşündürüyor. Bu gözden geçirme yapılırken Nabokov’un eserlerinin Türkçelerini bilgileri dipnotlarda verilirse iyi olur. Bu eserleri merak eden okura kolaylık sağlar.
Vladimir Nabokov kendinden bir yaş küçük kardeşi Sergey’i hep yok saymış. Yaşam öyküsünü, özellikle çocukluk ve ilk gençlik çağlarını anlattığı “Konuş Hafıza”da bile adını anmamaya çalışmış. Andrea Pitzer biyografisinde bunun nedenlerini de sorguluyor. Sergey ikinci çocuk olarak daha doğduğu günden itibaren gölgede kalmış. Babanın sevgisi büyük oğula, Vladimir’e yoğunlaştıkça da iyice gözden silinmiş ve okul yıllarından itibaren Sergey kendine ait bir yaşam kurmuş. Nabokov’un kardeşinin günlüğünü okuyup eşcinsel olduğunu keşfetmesi ve dolaylı yoldan da olsa bu durumu ailesine bildirmesi ile Sergey’in aileden kopuşu daha da güçlenmiş.
Vladimir Nabokov, ancak onlarca yıl sonra iki yetişkin olarak karşılaştıklarında kardeşi ile oturup konuşuyor, onu evinde misafir ediyor ve nihayet “Konuş Hafıza”nın yeni baskısında Sergey’e ayırdığı satırları artırıyor.
“Sergey solaktı; tenis oynardı; hayatı boyunca devam eden ağır bir kekemeliği vardı. Cambridge’te ayrı okullara gitmişlerdi ama bazı ortak arkadaşları vardı ve aynı derece ile mezun olmuşlardı. İkisi de özel öğretmenlik yapıp İngilizce ve Rusça dersleri verdiler – Sergey Paris’te, Nabokov Berlin’de. Nabokov’un ülkeden kaçmasından iki buçuk yıl önce Fransa’da “çok yakınlaşmış”lardı. Nabokov hoşça kal demeden St. Nazaire ve oradan Amerika’ya gitmişti. Savaş sırasında “dürüst ve korkusuz” Sergey, Berlin’de çevirmenlik yapmış ve çalışma arkadaşlarının önünde Nazileri eleştirmiş, bunun için tutuklanıp Hamburg’daki toplama kampına gönderilmiş, 1945’in Ocak ayında orada ölmüştü” (Andrea Pitzer, “Vladimir Nabokov” s. 420).
Paul Russell “Sergey Nabokov’un Gerçekdışı Yaşamı”nda (Ekim 2014, çev. Volkan Atmaca, Everest yay.) bu gölgede kalmış kardeşin yaşam öyküsünü kendi ağzından romanlaştırmış. Pitzer’in “Vladimir Nabokov”unun hemen ardından Russell’in romanını okudum. “Gerçekdışı” dense de romanın gerçek olaylara ve birçok belgeye dayandığı anlaşılıyor. İki eser arasında olaylar açısından birçok koşutluk var. Zaten Russell kitabın sonundaki “Teşekkür” bölümünde de hangi kaynaklardak yararlandığını açıklamış. İki kitabında da birçok ortak kaynağı kullandığı anlaşılıyor.
Selim İleri “Etkileyici, çok etkileyici, iç karartıcı bir roman” demiş (Radikal Kitap, 31.10.2014). Gerçekten de Sergey Nabokov diye biri var mıydı diye düşünmeden de okunabilecek bir roman ama ben çok daha etkileyici şekilde yazılabileceğini düşünüyorum. Yazarın Sergey Nabokov’un yaşam öyküsüne sadık kalma arzusu romanın bazı yerlerde, özellikle diyaloglarda sarkmasına, bazan da ana konudan kopmasına neden olmuş. İki kardeşin ilişkisizliği yanında Sergey’in aşk üçgenleri, bohem hayatı ve eski bir sevgilinin hayatta olup olmadığını merak edip kendini feda etmesi ve toplama kampında ölmesi... İnsan bu konu, bu yaşam öyküsü Selim İleri gibi has bir romancının elinde olsaydı nasıl bir roman yazardı diye düşünmeden edemiyor.