Modernist feminist bir öncü; Virginia Woolf... İlknur Özdemir’in yazısı...

Viktorya çağında dünyaya gelen Woolf’un edebiyat yaşamı, içinde doğduğu on dokuzuncu yüzyıla tepki vermek ve yaşamının çoğunu geçirdiği yirminci yüzyıla yer açmakla geçti. Woolf hep iki niteliğiyle öne çıktı: Feminizmi savunması ve modernist bir yazar olması. 1920’lerde en parlak dönemini yaşayan ve Sigmund Freud’un psikanaliz yöntemlerinden de etkilenen Modernist akımın en önemli temsilcilerinden biriydi. Kendisinden sonra gelen yazarlara öncülük etti.

İlknur Özdemir

MANİFESTOSUYLA VIRGINIA WOOLF!

“İsterseniz kitaplıklarınıza kilit vurun; ama zihnimin özgürlüğüne vurabileceğiniz ne bir kilit var ne de sürgü ne de kapatabileceğiniz bir kapı.”

Kendine Ait Bir Oda’yı çevirdiğim sırada bu cümle üzerinde epeyce düşünmüştüm. Zihnin ve ruhun özgürlüğü kısıtlanabilir mi? Virgina Woolf’un yaşadığı dönemde ve ülkede kadınların özgürlüğünün boyutu düşünüldüğünde bu haykırışında haksız olmadığı görülür.

Kendine Ait Bir Oda, bir manifestoydu. Kadınları özgürce istediklerini yapmaya çağıran, yüreklendiren, yol gösteren bir haykırıştı.

Kadının erkekle eşit eğitim hakkına sahip olmamasının normal karşılandığı, 1918’e kadar kadına seçme ve seçilme hakkı vermemiş bir ülkede yaşamasına rağmen orta üst sınıf bir ailenin, entelektüel bir babanın başında olduğu, Thomas Hardy, Henry James gibi yazarların girip çıktığı bir evde yetişmenin onun ufkunu genişlettiği, dünya görüşünü oluşturduğu biliniyor.

Babasının muazzam kitaplığı, eksikliğini duyduğu eğitimi büyük ölçüde telafi etmiş olmalı. Avantajı buydu. Okumak bir tutku olmuştu onda, bu tutkunun tadına da yazarak varacaktı kuşkusuz; öte yandan, eğitimi evde alması, toplumun kadınları nasıl gördüğünü, onları nasıl konumlandırdığını da erken yaşta gösterdi ona.

YAZI YAŞAMI ELEŞTİRİYLE BAŞLADI

Yazı yaşamı, genellikle sanıldığı gibi romanlarıyla başlamadı. Woolf daha 23 yaşındayken İngiltere’nin ünlü haftalık Times Literary Supplement edebiyat dergisinde eleştiri yazıları yazmaya başlamıştı. Önüne her konulan kitap hakkında yazı yazıyordu: Gezi rehberleri, yemek kitapları, şiir, roman vs. Bu yazılar hem özgürlüğünü elde etmesine yaradı, sonra da yazarlığının yolunu açtı.

Romancılığının ilk ürünü Dışa Yolculuk 1915’te yayımlandı, Virginia 33 yaşındayken. Geleneksel kalıplara uygun bu romanın kadın kahramanı uzun bir gemi yolculuğu boyunca iç dünyasını araştırır, keşfeder. Kadınların gördüklerinin, hissettiklerinin, duyduklarının ve yaşadıklarının bir romanın konusu olacağını vurgular Woolf bu romanda.

Dışa Yolculuk’ta keşfetmeye çalıştığı bilinçaltının “keşfedilmemiş ülkesi”, onun ruhsal enerjisinin büyük kısmını tüketmiş olmalı ki deneysel kurguya olan bu ilk yolculuğunun ardından kendine gelebilmek için bir sonraki romanı Gece ve Gündüz ile gerçekçiliğe dönmeye karar vermiş görünüyor.

En tanınmış romanı Mrs. Dalloway’e geçmeden önce, ilk iki romanın ardından gelen Jacob’un Odası, Woolf’un kimi romanlarında olduğu gibi gerçek yaşamda iyi tanıdığı karakterlerden biri çevresinde örülü, buradaki de ölen abisi Thoby.

Örneğin; Orlando, Mrs. Dalloway, Perde Arası, Virginia Woolf’un aile ortamındaki, entelektüel çevresindeki tiplerin yansımasıyla dolu. Öte yandan Woolf önemsiz yaşamlar olmadığını, sadece onlara bakma konusunda yetersiz kaldığımızı anlayan ilk yazarlardandı.

BLOOMSBURY TOPLULUĞU

Aslında onun entelektüel yaşamına damga vuran, yaşama bakışını biçimlendiren bir başka şey de Bloomsbury Topluluğu.

Kız kardeşi Vanessa’nın da dahil olduğu ve kendisinin ölümüyle birlikte sona eren bu grupta yazarlar, eleştirmenler, ressamlar, üniversite hocaları vardı.

Üyelerinin hemen hepsi Cambridge’de okumuştu, saygın orta üst sınıf ailelerden geliyorlardı, yani toprak ağası ya da soylu değillerdi ama hepsi hizmetçilerle, gümüş yemek takımlarıyla, kırsalda hafta sonu evleriyle yetişmişlerdi.

Viktorya devri ailelerinin süslü ve geleneksel konuşmalarından, dogmalardan, ritüellerden, gerçek olmayan, iki yüzlü duygulardan nefret etseler de atalarının öz disiplinini ve titizliğini koruyorlardı.

“Benim içsel, kendiliğinden yürüyen bir değerler skalam vardır,” diyordu Virginia da: “Zamanımı en iyi nasıl kullanacağımı söyler bana. Der ki, ‘Bu yarım saatini Rusça öğrenmeye ayırmalısın’, ‘Bu saatini Wordsworth’e ayırmalısın.’ Ya da, ‘Şimdi kahverengi çoraplarımı yamasam iyi olur,’ derim.”

BİLİNÇAKIŞI TEKNİĞİNİ USTALIKLA İŞLEDİ

Woolf hep iki niteliğiyle öne çıkmıştı: Feminizmi savunması ve Modernist bir yazar olması. Savaşın yol açtıklarından, makineleşen toplumdan rahatsız olan Modernistler kişinin iç dünyasını araştırıp yeniden biçimlendirme çabasındaydılar. Geleneksel anlatma biçimlerini reddediyor, zihnin ve bilinçaltının işleyişini ortaya koymak istiyorlardı.

Woolf, Modernist akımın en önemli temsilcilerinden biri olmuş, kendisinden sonra gelen yazarlara öncülük etmiştir. Modernizm, Sigmund Freud’un psikanaliz yöntemlerinden de etkilenen bir akımdı, 1920’lerde en parlak dönemini yaşıyordu. Woolf da romanlarında bireyin iç dünyasındaki karmaşaları, toplumdan yabancılaşmasını bilinçakışı tekniğiyle ustalıkla işledi.

Britanya İmparatorluğu’nun en parlak dönemi olan Viktorya çağında dünyaya gelen Woolf’un edebiyat yaşamı, içinde doğduğu on dokuzuncu yüzyıla tepki vermek ve yaşamının çoğunu geçirdiği yirminci yüzyıla yer açmakla geçti.

Woolf’u okurken, roman karakterlerinin zihinlerine girdiğimizi hissederiz. Onda, kronolojik zamanla kişinin içindeki zaman arasında bir boşluk vardır. Kişinin düşünceleri sürekli bir yerden başka bir yere gider, şimdiki zamandan geçmişe, hemen yakınındaki bir şeyden uzaktaki bir şeye. Bu şekilde şimdiki zaman, geçmiş zaman ve gelecek iç içe geçer.

Woolf, bilinçakışı yöntemini kullanarak İngiliz romanına cüretkâr, yeni bir ses getiren, onu Viktorya döneminin denenmiş ve sınanmış anlatım yapılarının ötesine itip taze, deneysel, yeni bir alana sokan kişi olarak bilinir.

YAZMAYA SIĞINDI

Biyografi yazarı Reid, Virginia için şöyle demiştir: “Virginia manik-depresifti. Ancak o günlerde bu hastalık henüz tanımlanmamıştı, dolayısıyla tedavi edilemiyordu. Virginia normal bir heyecan halini ya da karamsarlığı tarifsiz bir biçimde büyütüyor, sonunda mantıklı ve dengeli kişiliğini bulamıyordu.”

Bu durumlarda Woolf, yazmaya sığınıyordu. “Ancak yazarak ayakta kalabiliyorum,” diye itiraf etmişti bir keresinde, “Çalışmayı bıraktığım anda battığımı, dibe gittiğimi hissediyorum.”

Yine de Woolf, ihtiyacı olan yalnızlığı çok sevmiyordu, yaşamında haberler, dedikodular olmasını, sohbetleri istiyordu. Depresyon geçirmediği dönemlerde ışıl ışıl parladığı, eğlenceli konuştuğu, herkesi kendine çektiği, etrafıyla ilgilendiği hep söylenmiştir.

YENİ ÇEVRİLER YOLDA

İşin tuhafı, altmışlı yıllarda bile, Mrs. Dalloway, Deniz Feneri ve Dalgalar önemli yapıtlar olarak görülmüş olsa da Woolf, 20. yüzyıl edebiyatının önemli isimlerinden sayılmıyordu.

Ancak hem eşi Leonard Woolf’un hazırladığı beş ciltlik yaşam öyküsüyle, hem 1970’lerde de yeğeni Quentin Bell’in yazdığı yaşam öyküsüyle, ayrıca feminizmin ve kadın hareketlerinin yoğunlaşmasıyla ünü büyümeye başladı.

Kendine Ait Bir Oda’dan sonra tam sekiz kitabını daha çevirdim bu özgün yazarın. Öyküleri, anıları var aralarında, en zorlusu Dalgalar ve Orlando oldu. Bir de çocuk kitabıyla (Yaşlı Kadın ve Papağan) birlikte dağarcığımda on kitabı var şimdi, artık hepsi topluca SİA Kitap’ta: Mrs. Dalloway, Pazartesi Ya da Salı, Dışa Yolculuk, Deniz Feneri, Varolma Anları, Perde Arası. Diğer kitapları da izleyecek.