Mizahsız Ramazan olur mu?
Mizahsız Ramazan olur mu?
Artun ÜnsalEski ramazanların iftariyelikleri ve yemeklerinden günümüz ramazan sohbetlerinde sıkça söz edilir. Ama bu Ramazanlarının sadece sofraları, kandilli mahyaları, iftar-sahur arası Direklerarası eğlenceleri, bekçilerin derlediği ramazan manileri, mahallelerde Karagöz oyunlarıyla kalmadığı, iftar ve oruçla ilgili nefis latifeleri de “beslediği”, ince mizah gösterilerine vesile olduğu açıktır. Söz gelimi, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında yaşamış, döneminde hazır cevaplılığı, latife ve hicivleriyle ünlü ve gençliğinde bir donanma gemisinde yakışıklılığı ve gür nefesi nedeniyle Borazan Çavuşu olarak görev yapmış olması nedeniyle, adı Borazan Tevfik’ten kalma bir anekdotu aktaralım. Aynı zmanda “Dini bütün bir Müslüman” olan bu ünlü nüktedan, sıcak bir Ramazan günü, artık iyice şişmanladığı için, bîtâb düşmüş, “oruç başına vurmuş” bir halde, kendini çuf çuf banliyö treninde bir kompartımana zar zor atar. Raslantı bu ya, karşısında iki tanıdık kardeş, Sâim ve Âbid beyler oturuyormuş. Bunlardan biri ona hitaben, “Tevfik Bey, galiba oruç sizi bir hayli sarsıyor” deyince, Borazan Tevfik durur mu, usta bir kelime oyunuyla cevabı hemen yapıştırır: “Ne yapayım, siz iki birader aranızda görev paylaşımı yapmışsınız. Oysa ben, hem sâim (oruç tutan) hem de âbid (ibadet eden) olmak zorundayım. Bu sıcakta da kolay iş değil!”
Osmanlı’nın Ramazan nüktelerindeki derin hoşgörü de gözden kaçmıyor. Misal, Ramazan’da oruç tutmayan Bektâşî fıkraları o kadar çoktur ki. Bir tanesi bile yeter: Bektâşî’ye sormuşlar, “Niçin oruç tutmazsın?” O da “Vallahi tutmak isterim, lâkin halim, mecâlim yok” diye yanıtlamış. “Peki, biri seni iftara çağırırsa gider misin” diye sormuşlar. Cevap: “Elbette, ne yapıp edip giderim.” “ Cân kardeş, hiç böyle olur mu? Allah’ın emrini dinlemiyorsun, ama kullarının davetine icabet ediyorsun.” Bektâşî’nin kendisine yöneltilen bu serzenişe karşı savunması hazırdır: “Herkes bilir ki, Cenab-ı Hak, merhametlilerin en merhametlisidir. O, kullarının günahlarını affedebilir. Ama insanlar en ufak bir ihmalde bile güceniverir. Bu yüzden davetleri kaçırmam.”
Rivayete göre, Sultan III. Selim (1789-1807), bir Ramazan günü görkemli saltanat kayığında dönemin ünlü mesire yerlerinden Kağıthâne Deresi’nde dolaşırken gözü kıyıda sofra kurmuş “demlenen” birkaç kişiye takılır. Dere kenarında keyifle otururken karşılarında birden Saltanat Kayığını gören bu “günahkârların” uğradıkları şaşkınlığı bir düşünün. Ne yapsınlar? İlk işleri, hemen “işret tepsisi”nin üzerine bir örtü atmak ve akabinde namaza durmak olmuş. Atası Sultan V. Murad gibi, içki yasağı koyan ve eskaza içki içenleri gördüğü zaman hemen kellelerini vurduran sert bir kişiliğe sahip olmayan III. Selim, kayığını bu sözde mümin kişilerin önünden geçerken mahsus yavaşlatmış, muzipçe tebessüm ederek. Adamlar hâlâ ayakta, bir türlü secdeye varamıyorlar. Zira, eğer eğilirlerse, o telaş içinde, örtü altında gizledikleri dem kadehleri ve içki sürahisine çarpabilirler, çıkan şangırtılar da suçlarını ifşa edebilirdi. İyisi mi, ayakta namaz ve duaya devam. Padişah, gülerek yanındaki nedimlerine dönmüş ve sormuş. “Bu namazın hiç rüku ve secdesi yok mu?” İçlerinden birinin cevabı da çok hoş: “Efendim, ne yapsınlar mazurdurlar. Secde edecek olurlarsa bir daha başlarını kaldıramayacaklarından korkuyorlar.