‘Mizah beni sürüklüyor’

Ozan Açıktan’la filmlerini ve son dönemde sinema alanında gündeme gelen tartışmaları konuştuk

Işık Kansu

Yönetmenler için çeşitli tanımlamalar yapılır: Başarılı, yetenekli gibi... Ozan Açıktan adı bu bildik tanımlamalara yenilerini eklemeye hak kazanıyor. Hani, usta ressam, bir fırça darbesiyle, şair beklenmedik bir imge ile sanatını sıradanlaştırır ya; Ozan Açıktan’ın kameradan bakışı da öyle. Hem ciddi, hem hınzır bir yanı var. Rolünde aksayan oyuncunun yetkinliğini, sunumunu bile yükseltebilen bir yan bu. Ozan Açıktan ile filmlerini, Polanski ile kesişen çizgisini ve son dönemde sinema alanında gündeme gelen tartışmaları konuştuk:

Filmlerinizde zaman zaman hınzır bir yan görüyoruz hep. O esinti nereden?
“Çok Filim Hareketler Bunlar”, “Sen Kimsin” ve “Aile Arasında”, üçü de komedi. Zaten ruhlarında hınzırlık olmazsa olmaz. “Silsile” ise bir kara film, ama benim için daha kişisel elbette. Sanırım bahsettiğiniz hınzırlık daha çok Silsile’nin tonunda var. “Annemin Yarası” ise, Borislav karakteri ile Salih’in karakterinde bir hınzırlık barındırıyor. Onları da yazarken, Bosna Savaşı gibi dünya tarihinin kara lekelerinden birine biraz olsun gerçekçi bakmak istediğimizden öyle tasarlamıştık. “Mizah üzerinden zaman geçmiş acı”dır diyordu Woody Allen. Yetimhanedeki hayatı düşününce ya da Borislav’ın savaş sonrası kurduğu hayatı düşününce, onların gündelik yaşantısını düşününce, öyküleri trajik olan bu insanları basit yaşantılarının mizah ya da neşe barındırabileceğini kavramak çok da zor değil. Böyle bakınca hepsinde bir ortak kavram belki bu, ama birbirlerine pek benzemiyorlar diye düşünmek istiyorum. Sanırım, benim hayata bakışımda olan bir değere denk geliyor olmalı bu. Kendime hınzır diyemeyeceğim, gayet efendi bir öğrencilik hayatım oldu. Ama izlediklerimde, okuduklarımda beni sürükleyen temel değerlerden biri oldu hep mizahi yaklaşımlar, ironi. Bunun da esas sebebi sanırım kendimi ciddiye almak istememek. Ya da kendini çok ciddiye alan insanları çekici bulmuyor olmam. Böyle olunca da, filmlerde izlerken ya da yaparken, heyecanlandığım şeyler bu ciddi ve ağır hayatın tersine döndüğü anlık kısa devreler sanırım.

Sizin için seçici ve zor beğenen dendiğini duyuyoruz. Sanatına özen ve saygıdan galiba.
Ben sinema eğitimimi önce Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Tv Sinema bölümünün ardından da Lodz devlet sinema okulunda, Polonya’da tamamladım. Ankara’da okuldayken TRT Genç-Çocuk Haber ve Ankara Uluslararası Film Festivali’nde çalıştım. Ardından da Tomris Giritlioğlu’na asistanlık yaptım. Hem okullu, hem alaylı oldum yani. Eğitimle saha yan yana gidince kendiliğinden başlayan bir titizlik anlayışına sahip oldum diyebilirim. Okul zamanı deneme yanılma şansım varken, profesyonel hayatta hazırladığım bir haber veya yaptığım bir montaj o akşam ulusal yayına çıkıyordu. Bu benim erken vakitte sorumluluklarımın farkına varmama sebep oldu diye düşünüyorum. Yaptığım işin bir manası ve sonucu olduğuna dair inancım beni üniversitenin ilk yıllarından sorumluluk sahibi yaptı. Bunun üzerine de Polonya Devlet Sinema Okulu gibi, sinema eğitiminde bir “ekol”le sinemaya olan yaklaşımımı şekillendirdim. Form fonksiyonu takip eder anlayışı. Yani kameranın neden orada olduğunu bilmeden, kameranın yerine karar vermemek benim esaslarımdan biri oldu. Böyle olunca, sorumluluk sahibi, ödevini iyi yapan bir öğrenci olarak kariyerime başlamış oldum, neden-sonuç ilişkilerine kafa yormadan yola çıkmamakta direnince de ortaya ince eleyip sık dokunan bir iş geçmişi çıktı. Sinemada ve reklam filmlerinde ön hazırlığın değerine de şiddetle inanıyorum. Yöntemsel olarak da ön hazırlıkta hemen her şeyi denemek, prova etmek gibi esaslarım var. Bunlar yan yana konunca seçici ve zor beğenen bir portre çıkıyor belki de ortaya.

Dağıtım zinciri büyük sorun

Yeni bir tasarım var mı önünüzde?
Şimdilerde sinemaya dair yeni bir hayal kurmadan önce, gündemdeki tartışmayı endişeyle izliyorum. 1940’larda Hollywood’un büyük bir hukuk olayı ile sonlandırdığı Yapım/Dağıtım/Gösterim tekelinin, 2014-2015 yıllarında Türk film sektöründe yeniden kurulmuş olması sebebiyle yaşadığımız tartışmalar sinemanın geleceğine dair çoktandır çalan zilleri daha da şiddetlendirdi. Büyük ve sektöre hakim bir GÖSTERİM şirketinin FİLM DAĞITIM işine de girmesinin biz filmciler için çok tehlikeli. MARS bu büyük ve KORELİ şirkete satılmadan önce de bir tekeldi, konu CGV bu sinema zincirini alınca bir sorun olmadı. Yani çok önceden ciddi bir sorundu. MARS’ın AFM ile birleşmesi bugün geldiğimiz noktanın baslangıç yeri. Benim yakından bildiğim şekliyle sektörümüzün yapımcı devi BKM dahi, Mars Afm birleşmesine karşı sayfalar dolusu raporlar verdi rekabet kuruluna, sonuç alınamadı. Konu hangi filmin gösterime gireceği ya da kimin filminin ne kadar gösterimde kalacağını da belirleyen geniş ve dertli bir konu. Buralarda yeni düzenlemeler olmadan yapımcılar önünü görmeden benim hayal kurmam geçersiz gibi. Yasal düzenlemenin aciliyeti ve uygulanmasındaki kararlılık hepimiz için çok çok değerli. Diğer taraftan elbette yeni bir şeyler yazıyoruz, hazırlıyoruz; ama henüz olgunlaşma aşamasında olduklarından herhangi bir şey söylemem doğru olmaz.

Polanski’nin tavsiyesi

Polanski’nin öğrencisisiniz. Ona öykündüğünüzü sanmıyorum ama, bir etkilennmek vardır mutlaka...
Polanski’nin öğrencisi değilim, keşke olsaydım. Onun okulunda okudum. Polonya’daki okula girmemde onunla yaptığım bir sohbet etkin oldu. Uluslararası bir öğrenci filmleri festivali için Ankara Üniversitesi’ni temsilen o zaman çektiğim bir kısa filmle Lodz’a gitmiştim. Polanski’ye de fahri doktorluk verilecekti, o sırada eski okulunu kameralar eşliğinde ziyarete geldi. Bu sırada ben de kendi filmim içeride gösterilirken heyecandan dışarı çıkmış koridorda filmin bitmesini bekliyordum. Okulun rektörü benim Türkiye’den festivale katılığımı söyleyerek bizi tanıştırdı. 
Festivalin enternasyonal çeşitliliği ile Polanski’nin eski okuluna ilgisi kameralar tarafından belgelendikten sonra, benim filmimin bitmesini beklemeye başladık. Polanski ile merdivende oturduk ve filmim de 38 dakika olduğundan, bir hayli sohbet etme vaktimiz oldu. Yönetmenlik okumaya Polonya’ya gelmek istediğimden bahsettim. O da bana yönetmenliğin okunabilecek bir şey olmadığını düşündüğünü söyledi. “Mutlaka sinema eğitimi alacaksan, burada görüntü yönetmenliği oku, ülkene döndüğünde diplomanla para kazanabilirsin böylece” dedi. 

Lodz sinema okulunun görüntü yönetmenliği bölümü, sinema eğitimi alanında dünyanın en iyi bir kaç bölümü arasında. Türkiye’ye döndüğümde okulun atmosferinden, eski mezunlarından, sinemaya yaklaşımından çok etkilenmiş haldeydim. Polanski’nin dediklerini de düşünerek görüntü yönetmenliği okumaya gittim. Daha sonraları Polanski’nin yaptığı konuşmaları ve verdiği dersleri takip ettim. Filmin gramerini öğrenmeden, hikâye anlatmanın mümkün olmadığını anladığım zamanlara denk geldi bu dönem.