Miras düşmüş halayık gibiyim
Bugüne dek hiçbir gazetede sayfa pazarlığı yapmamış Bekir Coşkun. Zaten, İlhan Selçuk'un köşesinde yazmasını da Cumhuriyet yönetimi istedi. "Bana kalırsa da doğru yaptılar" diyor, "çünkü oraya kimi koysalar olmayacaktı. En az olmayacağı koydular."
cumhuriyet.com.tr“Örtülü faşizmi görmezden gelenlere” hatta “çanak tutanlara” 2002’den bu yana Hürriyet’teki köşesinden anlatmaya çalışmıştı: “Sıra size gelecek…”
Daha sonra geçtiği Habertürk’te de ilk yazısına aynı uyarıyla başlamıştı: “Cumhuriyetin kurumları, kavramları, devrimci ilkeleri, aydınlık yoludur bugünkü Türkiye’yi yaratan. Onlar saldırıya uğradığında sinip sesinizi çıkartmazsanız, görmezlikten gelirseniz eğer… Sıra size de gelecek…” Sonunda sıra ona da geldi.
Medyanın o metropolünden bu bulvarına taşıdığı “Onuncu Köy”ünü bu kez Bekir Coşkun gerçek “Onuncu Köy” ahalisiyle buluşturuyor 3 Kasım’da.
Biz de bu vesileyle Ankara’da Onuncu Köy muhtarının kapısını çaldık.
Bahçe kapısında Bekir Coşkun karşılıyor bizi. İçeri girmeden önce Suşi, Çıtır ve Postal’la tanışıyoruz. Hepsinin de hüzünlü bir hikâyesi var. İçeride de Mişa, Mösyö Hırpani, Sarı Şeker, Kara Biber fink atıyor. Onlar da evin kedileri, tıpkı bahçedeki köpekler gibi onların da sığınma yeri bu ev. “Zaten biz hiç gidip de bir kedi, köpek alalım demedik, hep onlar bizim kapımızı çaldı” diyor Bekir Coşkun. Coşkunlar anlatmıyor ama duyuyoruz ki sadece kapılarını çalan hayvanlara değil, insanlara da ellerinden gelen yardımı esirgemiyorlarmış...
Necati deneme fotoğrafları çekerken Andrea Coşkun iniyor yukarıdan. Geç kaldığı için özür diliyor. Biz üşümeyelim diye gidip doğalgaz aldığını anlatıyor, ilk fotoğraflar çekilirken sarılmaya başlıyor Bekir Coşkun’a. Şakayla karışık “Ben böyle fotoğraflar çekilirken iyice sarılıyorum Bekir’e ki kadınlar ‘bu adamın bir karısı var’ desinler” diyor. Sormadan olmaz değil mi?
- Kıskanç mısınız?
Andrea Coşkun: Kıskancım, çok kıskanç değilim hayır. Daha doğrusu burcumdan dolayı kıskancım herhalde, çünkü akrep burcuyum ve akrep burcu kıskanç olur. Bekir kıskanç mı? Bekir benden daha kıskanç.
- Bu yüzden çok kavga oluyor mu?
A.C: Zaten bizim kavgalarımız bir tek bu yüzden oluyor.
- En son ne zaman oldu?
Bekir Coşkun: Her zaman oldu ve olacaktır da.
Andrea Coşkun muhteşem bir masa hazırlamış. Hem bir şeyler atıştırıp hem de konuşmaya başlamak için masaya geçiyoruz. Kimi zaman ufak sataşmalar, espriler, kahkahalar havada uçuyor. Hep sevgili kalmış bir çift onlar. Birbirini tamamlayan, anlayan, olabildiğince duygusal... Okuyunca siz de hak vereceksiniz.
- Bekir Bey, ruh haliniz nasıl şu anda?
- Sakin ve kendimden eminim. Tabii bir sorun yaşadım ama bu sorunun etkisinde değilim. Tam tersi moralim çok yükseldi. İnsanların benim yanımda yer aldıklarını gördüm, medyadaki en saygın, en önemli meslektaşlarımın hep yanımda yer aldıklarını gördüm. Benim bir köşem vardı, o köşem gittiği gün medyadaki tüm saygın köşeler benim oldu, çünkü hepsi beni yazdılar, arkadaşlarım beni desteklediler. Genç kuşaktan beklemediğim bir destek gördüm, üniversite gençlerinden çok büyük destek gördüm. Sonuç olarak iyiyim. Tabii şimdi benim için büyük şey Cumhuriyet’te başlamak. Cumhuriyet’te yazı yazmak gibi ciddi bir sorunla karşı karşıyayım. Bunun adına artık sorun diyebilirim çünkü miras düşmüş halayık gibiyim. Şaşkınım, canlıyım...
- Tedirginlik var mı peki?
- Kovulmamdan dolayı değil, Cumhuriyet’te yazı yazmaktan dolayı gelen bir tedirginliğim var. Geçmişi kapattım. Ben yapı olarak kendi kendimi çabuk ikna eden insanım. Onun için kapattım, bitti, dönüp arkama bakmıyorum.
- İçinizde bir kırgınlık kaldı mı?
- Hem de nasıl. Ve o kırgınlığı atamam. Onu atmaya gücüm yetmez. İstesem bile o kırgınlığı atamam. Asıl önemli olan; ben Cumhuriyet’te yazı yazmaya başlayacağım. Cumhuriyet, medyadaki benim gibi düşünen bütün gazetecilerin gazetesidir. Başka yerlerde çalışsak da her zaman gözümüz Cumhuriyet’teydi. Kaldı ki bizim ailemizin gazetesi, babamdan gelen bir gelenektir Cumhuriyet. Yani Cumhuriyet’in okuyucusunun karşısına çıkmanın ne kadar zor bir şey olduğunu biliyorum. Ben şimdiye kadar Türkiye’nin bir sürü büyük gazetelerinde çalıştım. Zaten benim meslek hayatım boyunca çalıştığım gazeteler hep bir numaraydı. Tirajda en çok satan gazeteler oldu.
- Günaydın’da mı başlamıştınız?
- Günaydın’da başladım yazı yazmaya, 1 milyon satıyordu bir ara. Ondan sonra Sabah’a gittim. Sabah’ın bir nazar boncuğu vardı bir numara diye. Hürriyet’e gittim, o da Türkiye’nin en çok satan gazetesiydi. Bunları benden dolayı tirajları arttı anlamında söylemiyorum, kaderdir öyle denk geldi. Habertürk’ten çok umudum vardı. Habertürk, Türkiye’nin bir numarası olacaktır umuduyla gitmiştim zaten. Fakat olmadı, gazeteye o şansı gazetenin patronu vermedi. Peki bu kadar zaman içerisinde gittiğim yerlerde bu heyecanı, bu tedirginliği, bu ürkekliği, bu kendini sığınmacı gibi hissini tattım mı? Hayır. İlk defa ürküyorum, tedirginim, böyle hani konaktan pay kalmış halayık gibiyim. Acaba kaybedebilir miyim? Beni kabul ederler mi, beni bağırlarına basarlar mı?
- İlhan Selçuk’un köşesinde yazacak olmanızın da payı var mı bu tedirginliğin içinde?
- Bana kalsaydı ben böyle arka sayfalarda 14., 17., 18. sayfalarda, oralarda bir yerlerde yazmayı tercih ederdim. Cumhuriyet yönetimi orada yazmamı istedi. Ben meslek hayatım boyunca yazı yazdığım gazetelerde bu tür pazarlıklar yapmadım. Gazete yönetimleri nereyi verirlerse orada yazdım. Bir de parayı konuşmadım meslek hayatım boyunca hiç. Sonuçta Cumhuriyet yönetimi benim İlhan Selçuk’un yerinde yazmamı istedi. Bana kalırsa da doğru yaptılar. Çünkü oraya kimi koysalar olmayacaktı. En az olmayacağı koydular.
- Peki şundan haberiniz var mıydı? Berin Hanım sizin yazılarınızı çok iyi izler ve İlhan Selçuk’a takılırmış; “Senden sonra bu köşede Bekir Coşkun yazsın” diye.
- Berin Hanım bana mektup bile yazdı. Telefonla da aradı bir defa. Ben şaşırmıştım, hatta acaba birisi mi işletiyor diye düşündüm. Sonra sesinden anladım ki o. Beni çok sevdiğini, yazılarımı da çok sevdiğini söyledi ve “hep böyle kal” dedi. O sırada ben Hürriyet’te yazı yazıyorum. Nuriye Akman, Berin Hanım’la bir söyleşi yapmıştı. Orada da benimle ilgili çok güzel laflar etmişti. Röportaj gazetede yayımlandı, baktım benimle ilgili bölüm yok. Hürriyet yönetimi kesmiş çıkartmıştı o bölümü. Sonra bir gün değerli dostum Hikmet Çetinkaya beni aradı; “Ya abi” dedi “toplantıda bir konuşma oldu, Berin Hanım seninle ilgili çok güzel şeyler söyledi”... Şimdi bana diyorlar ki, “Niye biraz kıvırmadın, niye biraz tiridine gitmedin, biraz uyum sağlamadın. Biraz kıvırtsaydın da kovulmasaydın.” Peki Berin Hanım gibi bir insan bana o mektubu yazdı, o telefonu açtı, o toplantıda konuştu. Şimdi insan nasıl böyle bir şey yapabilir. Aslında belki ben kıvırabilirdim, bir şekilde yalakalık da yapabilirdim, belki başbakanın uçağına bile beni alırlardı. Ama öyle görevler verildi ki bana, ben farkında olmadım.
- Onuncu Köy Cumhuriyet’e gelecek. Cumhuriyet okurlarını başka bir sürpriz bekliyor mu? Pako da gelecek mi?
- Bir defa Hürriyet, Pako’yu bırakmadı. Ben de Hürriyet’in elinden Pako’yu almayı düşünmedim, çünkü Pako’yu Pako yapan benden çok Hürriyet’tir. Hürriyet, Pako’yu tuttuğu sürece Pako orada kalsın ama biz de buradan Postal’ı getiririz. Can denildiği zaman çok duyarlı bir kesimin karşısına geliyorum ben. İşte bütün bunları nasıl yapabilirim, nasıl becerebilirim? Ben şimdiye kadar verdiğim konserlerde, meydanlarda şarkı söyledim fakat şimdi müthiş bir kitlenin karşısında salonda sahneye çıkacağım. Elim ayağım titriyor.
Fransız elçiliği pasaport vermek istedi
- Bırak bu işi yapma dediniz mi bu son yaşananlardan sonra?
A.C. Ben referandumdan sonra dedim ki “Bekir sen bu mesleği bırak.” Yüzde 58 çıkınca tabii dedim ki “Aziz Nesin halkın yüzde 60’ı aptaldır demişti, yani maalesef sanki o doğrulanıyor gibi.” Bekir yazı yazdığı zaman bazı konularda çok tehdit alıyor. Bu yüzden çok tedirgin bir hayatımız var. Bir de önümüzde var olan örnekler var; Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı.. Tabii ne oluyor, o zaman bana da korku geliyor. Eşime bir şey olur mu? Artı bu dönemde her şeyle suçlanıyorsunuz; zan altında kalır mı? Abdullah Gül için yazdığı yazıdan sonra “buradan çekin gidin” dendiği zaman Fransız elçiliğinden beni çağırmışlardı. “Çifte pasaport alabilirsin, bu hakkın var” diye. Ben reddettim. Dedim ki, Türkiye’de yaşıyorum, çifte pasaport almama gerek yok. Ama bu sefer hakikaten referandumda içimden “Bekir git yurtdışına” dedim. Çünkü ürktüm.
- Gitmeyi düşünüyor musunuz?
B.C: Hayır. Nereye gideyim ben? Benim gidecek yerim yok. Sorun ben olsaydım çoktan gitmiştim zaten. Fransa, Andrea’ya pasaport verirken bir anlamda beni de davet ediyorlardı. Sorun ben değilim. Ben giderken bütün bu çocukları, kadınları, aydınları, iyi yazan arkadaşlarımızı, bütün bu insanları nasıl götüreceğim. Gitmek öyle kolay bir iş olsa gidilir ama gitmek çok zordur. Gitmek, kalmaktan daha zordur. Bir gün şu gördüğünüz bahçenin arkasında bir silah patladı, iki sene oldu galiba.. Biz de aşağıda oturuyoruz, Andrea oturduğu yerden tam orayı görüyor. Namludan çıkan ateşi görmüş. Namlu diyoruz ama nereden çıktığını bilmiyorum, ateşi görmüş. Bir anda ben kendimi attım, ışıkları söndürdüm. Sonra eskiden kalma ruhsatlı tabancam vardı, onu aradım, sakladığım yeri bulamadım.
A.C: Koyduğumuz yeri unuttuk.
B.C: Neyse derken jandarmaya haber verdik, jandarma bölgesiydi o zaman burası. Ama eve kurşun sıktılar anlamında haber vermedik. Çünkü kimsenin olmadığı bir yer orası, başka bir şey de olabilir, adam keyiften havaya ateş etmiş de olabilir. Bir şey patladı, şüphelendik diye söyledik. Ondan sonra öyle kaldı. Üzerine gitmedik.
Dayak yediğimde Andrea’nın yanında ağlarım
- Andrea Hanım, Bekir Coşkun’un Cumhuriyet’e gelmesinde sizin etkiniz ne kadar?
A.C: Sanmıyorum çok etkili olduğumu. Tabii Bekir bir şey demesem de benim ne hissettiğimi çok iyi biliyor. Çok etkilemek istemedim şifai olarak, çünkü demin konuştuğumuz gibi İlhan Selçuk’un yeri veriliyor, çok büyük mesuliyet alıyor. Bunun altından kalkamaz mı? Tabii ki kalkar ama şunu da düşündüm; Cumhuriyet’in çok özel okuyucu kitlesi var, İlhan Selçuk fanatikleri de var ve Bekir orada dayak yiyebilir. Yani o yüzden bunları çok da dile getirmek istemedim.
B.C: Çünkü ben dayak yediğim zaman her zaman Andrea'nın yanına gelip ağlarım. Ağlamam da sıradan bir ağlamak değildir. Hani çocuk annesine yumruk atarak ağlar ya...
A.C: Bir de Bekir basın hayatında bu son dönemlerde o kadar çok şeye üzüldü ki, tabii bundan sonra üzülmesini hiç istemem.
Çocuklarımı uyarıyorum
- Bu tedirginliğin günlük hayatınıza yansıması nasıl?
- Bir defa devlet bana koruma verdi, çok da sevdim oğlanı, çok zarif bir polis memuru geldi. Bir hafta ağırladık hemen geri gönderdim, çünkü ona ha bire servis yapmaktan yoruldum. Yok öyle benim hayatımda, kapımda birisi beklesin filan. En sevmediğim şey. Benim korkum; geldiler, kurşun sıktılar, bomba attılar, öldürdüler değil. Bundan asla çekinmiyorum, asla korkmuyorum ve bundan dolayı da çok özgür ve keyifli yaşıyorum. Benim korkum şu, acaba diyorum, çünkü cemaatin bir yöntemi var; insanları kurşunla öldürmektense onların kimliklerini yok etmeyi yeğliyor. Acaba gururumu kırıp, ailemi, oğlumu, kızımı, karımı veya beni toplumun gözünde yok edecek, yüz kızartıcı bir pakete sarıp, yok etmeyi, öldürmeyi denerler mi? Ondan korkuyorum, o zaman dayanamam.
- Nasıl korunuyorsunuz peki?
A.C: Özel hayatımıza çok dikkat ediyoruz.
B.C: Çocuklarımızı uyarıyoruz, çok dikkat edin diye. “Özel hayatlarınıza dikkat edin, dostlarınızı iyi seçin, hata yapmamaya çalışın. Siz bir hata yaparsanız eğer hem sizi çok yaralarlar, hem sizin üzerinizden beni yaralarlar. Sizden bir şey istemedim hayatım boyunca, bir tek bunu istiyorum” diyorum. Ama kızım da, oğlum da bu konuda çok dikkatliler.
- Sizin çocuğunuz olduğunu bilmiyordum.
- İşte böyle bir dönem olabilir mi? Ben bir babayım ve düşünün arada bir hani bir şey yazarken ya da konuşurken ailesiyle ilgili çok bilgi vermekten çekinsin bir baba.... Hangi azaptır bu. Abdülhamit döneminde böyle bir şey olmuş mudur, zannetmiyorum. Türkiye’de ben birçok hükümet dönemlerini, yasakları, ara rejimleri yaşamış bir gazeteciyim. Ciddi ve inanarak söylüyorum bu kadar insan haklarından uzak, bu kadar demokrasiden uzak, bırakın insanlıktan uzak bu kadar baskı görmedim. Evet benim iki çocuğum var. Andrea’dan önceki evliliğimden. Tolga, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda, şan bölümü mezunu. Kızım Ebru da çalışıyor.
Andrea’yla her şey çok güzel
- Birlikte en çok keyif alarak yaptığınız şey nedir?
A.C: Tekneyle gezmek.
B.C: Valla bir şey söyleyeyim mi Andrea’yla her şey çok keyifli. Şimdi Andrea’yla biz aslında karı koca olarak kalsaydık dünya bu kadar güzel olmayabilirdi. Fakat Andrea’yla bizimki sevdaydı.
A.C: Biz hep sevgili kaldık.
B.C: Yani biz her şeyi paylaştık. Benim keman hocam kim derseniz, Andrea’dır. Peki Andrea keman çalmayı bilir mi? Bilmez. Andrea türküden, şarkıdan anlar mı, mırıldanır mı? Hayır, Andrea’nın sesini kimse duymamıştır.
- Peki nasıl öğretti?
B.C: Bütün enstrümanları çalardım aslında, Urfalılığın bir şeyi bu. Üniversite yıllarında gazinolarda kanun çaldım uzun yıllar, birçok ünlü sanatçıya da eşlik etmiştim. Keman sesi çok güzel bir sestir bilirsiniz. Acemi birinin elindeyse kemanın sesi inanılmaz azap verici ve işkencedir. Keman çalmaya başladığımda da ertesi gün Andrea dedi ki, “çok güzel çalıyorsun”. Öyle deyince inandım, devam ettim. Ayrıldığım gazete Habertürk’ün reklam filmindeki keman sesi benim kemanımdır, ben çaldım. Yani biz Andrea’yla iyi bir dostluk, arkadaşlık, sevgililik yanında her şeyi keyifle paylaştık. Andrea’yla her şey çok güzeldir. Andrea hiç kimse üzülmesin ister. Diyelim dünyanın en kötü yemeklerini getiren bir lokantaya gittik, hatta böcekler bile çıkıyor. Andrea o anda oranın aslında çok otantik bir yer olduğunu söyler, hatta “bir daha buraya gelelim” teklifini duyabilirsiniz ondan.
- Bekir Bey için işinizden vazgeçtiniz, peki ne yapıyorsunuz? Bir projeniz var mı?
A.C: Var, bir projem var. Televizyona belgesel yapmak istiyorum. Doğa belgeseli yapmayı çok istiyorum. TRT’de benim yaptığım “Pako'ya mektuplar” programı vardı, Tayyip Erdoğan’dan sonra müdür değişince ben TRT’den ayrılmak durumunda kaldım. Ben hayvan sevgisini aşılamayı çok istiyorum. Çoğu hayvan derneklerinde üyeyim ve yönetici pozisyonundayım. Hayvan sevgisini aşılayabileceğim, kendime ait, ama bir dergide ama bir gazetede bir sayfamın olmasını çok istiyorum.
- Hangi huyu sizi rahatsız ediyor Bekir Bey’in?
A.C: Aceleci olması. Bir yere gideceğimiz zaman “aman geç kalıyoruz” diyor, halbuki üç saat var. Bir bakıyorum Bekir bir saat önceden hazır. Bir davete gidip kapının önünde zile basmadan 10 dakika beklediğimiz çok olmuştur. Aksine ben de biraz rahatımdır. O da benim geç kalma huylarımı sevmiyor. Ben çok uçak da kaçırmışımdır.
B.C: Andrea hep geç kalır. Onun için her zaman onun gideceği bir sonraki uçağa bilet alırım. Hiç asansör kaçıran bir insan gördünüz mü? Hürriyet’teydik karım iki defa asansörü kaçırdı. l
Tasarruf, tasarruf, tasarruf...
- Cumhuriyet’le birlikte hayatınızda en çok ne değişecek?
B.C: Cumhuriyet’le birlikte yaşantımızda birçok değişiklik oldu, olacaktır biliyorum onu. Aslında ben gerçek kimliğime, kendi hayatıma döneceğim. Makam arabaları, şoförler, sekreterler, yarım dönümlük odalar bilmem neler aslında çok bana göre şeyler değildi. Ben daha çok kaportacı Osman’ı seviyorum. Ama kaportacı Osman bir bilge. Bizim marketteki çocukları seviyorum. Kendi yaşantıma döneceğim. Bu arada Cumhuriyet’e gitmişken kendi yaşantımızı da bir şekilde değiştiriyorum. Mesela Andrea’ya dayatmalarım var artık, üç madde...
A.C: Tasarruf, tasarruf, tasarruf. Bazı şeylerin sayısı azalacak... Veterinerlerin sayısı?
B.C: Hayır, hayır, hayır. Her şeyden kısabiliriz. Eski elbiselerimizi giyebiliriz, yaşantımızı oldukça küçültebiliriz. Bir tek şeye izin vermem; hayvanlara yaptığımız harcamalar devam edecek.
A.C: Levent’e 3 milyar borcum var...
B.C: Zaten nerede veteriner görsem, borcum olduğunu anlıyorum. Şimdi bana İstanbul’da gazetede tabii bütün bu olanakları sundular. En iyi, huzurlu yazı yazmam için bütün önlemleri aldılar. Dilimin ucuna geldi, diyecektim ki “bana bir veteriner verin”... Ama söylemedim.
Ertuğrul gittiği gün giderdim
- Habertürk’ün size yaptığı şeyden dolayı “iki kişi beni uyarmıştı” demiştiniz, biri Andrea Hanım’dı. Gitmenizi istememiş miydi eşiniz?
- Giderken böyle bir şüphesi olduğunu söylemişti Andrea. Cemaatin taktikleri çok enteresan, biz bunları çözemiyoruz. Türkiye bu taktikleri, bu oyunları çözmüş değil. Bir iktidar var, AKP var ama toplum daha farkında değil tarikatın, cemaatin. Böyle bir şeyden şüphelenmişti Andrea. Açık söyleyeyim aynı şüphe benim de aklıma gelmişti; beni Hürriyet’ten koparacaklar; bir süre sonra kapının önüne, sokağa bırakacaklar. Fakat Habertürk olmasaydı da Hürriyet’te artık bıçak kemiğe dayanmıştı.
- Gidecek miydiniz yani her koşulda?
- O gün belki gitmezdim ama mesela Ertuğrul Özkök genel yayın yönetmenliğinden gittiği gün gidecektim. Hiçbir şekilde orada kalmazdım.
En büyük avantajım; Cumhuriyet’te beni kovacak patron yok
- Habertürk’e gittiğinizde odanız pahalı tablolar, hediyelerle döşenmişti. Cumhuriyet odanıza ne aldı?
B.C: Cumhuriyet bana öyle bir yer verdi ki; o kadar büyük bir şeref, paye verdi ki hiçbir gazetenin odasında yok. Aydın Doğan’ın, Turgay Ciner’in tüm mülkünü bana verselerdi, benim için bu kadar değerli olmazdı. En büyük avantajı da Cumhuriyet'te patron yok, dolayısıyla beni kovacak kimse yok. Ben ne çektiysem genel yayın yönetmenlerinden çekmedim, onlarla iyi geçindim, arkadaşlarım zaten. Ben ne çektiysem patronlardan çektim.
A.C: Ama sana bir şey söyleyeyim mi; patronlar da seni sevdiler. Her şeye rağmen.
B.C: Andrea sevdiler de Turgay Ciner’in sevgisi tuhafmış demek ki...
A.C: Adam her yerde söylüyormuş ya...
B.C: O zaman benden sonra kimi seviyorsa o düşünsün...
Son bir buçuk yılı kitap yapıyorum
- Bekir Bey, kitap mı yazıyorsunuz?
- Evet.
- Nedir konusu?
- Benim meslek hayatımın son yılları. Yani Hürriyet'ten ayrılışımdan bu zamana kadar olanları toplumun bu bir buçuk senedir tartıştıklarının bilinmeyen perde arkasını yazıyorum.
- Her şeyi açıkça yazacak mısınız? Yoksa bazı şeyler size mi kalacak?
- Bazı şeyleri yazmayacağım. İnsanların bana güvenerek söyledikleri, benim etik bulmadığım şeyleri yazmayacağım. Ama onun dışında yazılması gereken ne varsa yazıyorum. Bir kavga kitabı değil, hesap sorma kitabı değil. Bir ders kitabı gibi. Yani o kitap bir gazetecinin yaşamı, başına neler geleceği, nelerle karşılaşabileceği,
onu nasıl karşılaması gerektiğini anlatıyor, meslek kurallarıyla birlikte. Öyle bir kitap yazmak istedim ki gazetecilik okullarında çocuklar yan kitap olarak da okuyabilsinler.