Mimariyi soysuzlaştırırken diğer yandan Osmanlılaşmak

Aradan geçen yıllar içinde İstanbul’un yoksul mahallelerindeki Osmanlı izleri tamamen silinip yerini çağdaş inşaat sektörünün zevksiz ve kimliksiz yeni izlerine bıraktı...

Mine Söğüt / Yücel Tunca

 

O dönem hem gazeteci hem de TİP milletvekili olan Çetin Altan İstanbul sokaklarını gezerken kenar mahallelerin buram buram Osmanlı koktuğunu anlatıyor ve şöyle bir saptama yapıyor: “İstanbul’un kenar mahallelerinde Osmanlılık, taşrada ağalık, Galata’da kompradorluk yeniden nefes alıp vermeye başlıyor. Buna demokrasi diyorlar Ankara’da. Gerçekte ise bu Ankara’nın demokrasisi değil, Osmanlı Sarayı’nın yapabileceği bir demokrasi...

Tarih bunu ileride yazacak

Ankara demokrasisiyle saray demokrasisi arasında sonuç olarak fark kalmayınca, bu hercümerçte silinen Ankara’nın kendisi olmuş. Ve böylece demokrasi yapalım da Mustafa Kemal’i geçelim diyenler, yüzde yüz Mustafa Kemal’in gerisine düşmüşler. Tarih bunu ileride tahmin ediyoruz ki aynen böyle yazacak.” Yukardaki satırların kaleme alınmasının üzerinden 46 yıl geçti ve İstanbul’un yoksul mahallelerindeki Osmanlı izleri tamamen silinip yerini çağdaş inşaat sektörünün zevksiz ve kimliksiz yeni izlerine bıraktı. Ama mimari açıdan bu şehirden silinen Osmanlı aradan geçen yarım asırda içerik olarak Ankara’da iktidara tırmandı. Şu anda ülke başkentteki bir saraydan yönetiliyor ve padişah gibi davranan bir cumhurbaşkanını sırtından atabilmek için silkinme acılarıyla kıvranıyor.

Beşiktaş’ın içlerinden, çirkin apartman ve gökdelenlerin ortasında yapayalnız ve zarif bir Osmanlı nişanesi gibi duran Ihlamur Kasrı’na doğru gidiyoruz. Kasrın bahçesi ne kadar huzurluysa çevresi de o kadar huzursuz.

Yoğun bir trafiğin aktığı caddelerden yürüyerek Yıldız’a tırmanıyoruz. Yıldız’dan Ortaköy’e inen yokuşa döner dönmez boğaz tepelerinin asudeliği başlıyor. Yıldız Parkı ve parkın az ötesindeki Yahya Efendi Dergâhı’nın bahçesinde duygu olarak eski İstanbul’da ne vardıysa hâlâ mevcut.

Çırağan’ın sırtlarından denizi seyreden mezarlarla dolu kocaman bir bahçenin ortasındaki Yahya Efendi dergâhının kapısında, güvenlik görevlisiyle sohbet ediyoruz. Ortam son derece uhrevi ama bizim sohbetimiz yine dünyevi.

maaşı bin iki yüz lira. Oysa devlet bu iş için taşeron firmaya kişi başına üç bin lira ödüyormuş. “Aradaki bin sekiz yüz lira fark taşeronun cebine giriyor” diye yakınıyor güvenlikçi. Uzun uzun taşeron firmaların işgücünü nasıl sömürdüğünü anlatıyor. Sendikalaşamadıklarından yakınıyor.

Bir insan nasıl mutlu olur?

Ertesi gün kendimizi Çamlıca Tepesi’ndeki parkta yerleri boyayan temizlik işçisiyle de aynı sorunu konuşurken buluyoruz. O da taşeron firma sisteminden şikâyetçi. İş güvenliği yok. Ne iş verilirse sorgulamadan yapmak zorunda.

Adı Cahit, 46 yaşında. Bir kızı var, bu yıl üniversite sınavına girecekmiş, gazeteci olmak istiyormuş.

- “Ne dersiniz, iyi iş mi gazetecilik? Maaşı yüksek mi, iş garantisi var mı?” Ne deriz sahi?

O aslında memur olsun istiyor kızı.

- “Devlete gir diyorum ona, orda garantili olur hayatın, ama dinlemiyor, gazetecilik diye tutturmuş...”

- “Bize soruyorsan, bırak istediği işi seçsin” diyoruz. “İnsanın hayatını kendi tercihlerine göre yönlendirmesi daha önemli.”

- “Peki ya mutsuz olursa?”

Ne zor bir soru.

Bir insan hangi durumda daha mutlu olur?

Kendini güvende hissettiği zaman mı, yoksa özgür hissettiği zaman mı?

Ecdattan daha gösterişli olmak

Kuşku yok, iktidardakiler kendilerini ancak güçlü oldukları zaman mutlu hissediyorlar. Ama bu gücün devamlı kanıta ve onaya ihtiyacı var.

Çamlıca Tepesi’ne yapılan dünyanın en yüksek minareli camisinin inşaatını seyrediyoruz. 15 bin metrekarelik bir alana yayılmış bu yapının çok geniş bir kubbesi, bir sürü minaresi olacak ve “ecdadınkinden” daha gösterişli duracak deniyor.

Mevcut iktidarın iddia ve güç gösterisi olan bu devasa ibadethane, şehrin en yüksek tepesinde yükseldikçe yükseliyor.

Yine de yeterince yüksek değil işte. Yandaki toprak yığınının üzerinde koşturan çocukların uçurtmalarına dolanan sevinç ondan çok daha yüksekte... Ve az ötede sanki köyünün dağlarındaymış gibi Boğaz Köprüsü’nü seyrede seyrede iğde yiyen ve keçilerini otlatan; o keçilerin sütünü yeryüzündeki en lezzetli süt sanan kadının hayal gücü o kubbeden kat kat daha geniş.. En önemlisi, zaman geniş... Çok geniş. O çok geniş zamanın küçücük bir diliminde rol aldıklarımız ve tanıklık ettiklerimizden oluşan bir yaşamın sorumluyuz. Bizden önce olanlar ve bizden sonra olacaklar, bizim tercihlerimizle ya birbirine bağlanacaklar ya da kopacaklar.

Balıkçı Kadir’in düğün hazırlığı

İnsan, başkalarıyla konuşa konuşa, yokuşlarına tırmana tırmana boğazın iki yakasını dolana dolana, Rumelihisarı’nın erguvanlarla morlaşmış tepelerinde, Göksu’daki kayıkçılarla sohbette, koruların içine gizlenmiş lüks sitelerin kapalı ve zamana direnen muhteşem manzaralı gecekonduların açık hayatlarında, kaldırım taşlı yokuşların eğimlerinde, güzel kokularda, hem Osmanlı hem de Frenk bir geleneğin izlerini zor bela da olsa koruyan kuytularda dolaştıkça fark ediyor; sur içi İstanbul zamane değerleriyle hırpalanırken, boğaz kıyıları kendini zamanın bir köşesinde saklamayı becermiş.

Boğaz kıyısındaki semtler şimdilik şehrin merkezindeki o vahşi ateşten uzak, şehrin içinden akıp giden suya yakınlar...

Ateşe atılan hikâyelerle suya bırakılan hikâyeler birbirlerine haliyle benzemiyorlar. Beykoz’da, denizin ortasında bir kayıktayız. Şehrin artık üç tane kalan son dalyanlarından birinin kuruluşunu seyrediyoruz.

Karadeniz’den bu iş için gelmiş balıkçılar bizimkinden daha büyük bir teknedeler. Ucuna ağır taşlar bağlanmış direkleri denize dikiyorlar. Sonra arasına üzerinde kapaklar olan bir ağ gerecekler, gözcüler direklerin tepesinde heykel gibi durup dikkat kesilecekler, balık sürüsü daldı mı dalyana diğerlerine seslenecekler; kapaklar kapanacak, balıklar ağlara takılacak... Bol bol çaça, istavrit, arada kofana, kefal, zargana, çinekop, lüfer...

Onların teknelerinin adı Maşallah...
Bizim kayığın bir ismi yok...
Kayığımızın küreğini ekibin en geç üyesi Kadir çekiyor. 24 yaşında Ordu’dan gelmiş. Üç ay dalyanda çalışacak sonra memlekete fındığa gidecek, sonra yeniden balığa çıkacak...
“Evlilik var mı planlarda” diye soruyorum.

Yüzü gölgeleniyor. İki yıldır bir kızla konuşuyorlarmış, sıra evliliğe gelince kızın ailesi balıkçıya kız vermeyiz demiş.

“Çok üzülmüş olmalısınız?”

“Ben üzüldüm ama o birkaç ay sonra başkasıyla evlenip İstanbul’a taşındı.”

“Balıkçıya niye kız vermiyorlar?”

“Aslında haklılar, devamlı denizdeyiz, günlerce eve gelmiyoruz; karısının ömrü hep koca yolu gözleyerek geçer balıkçının. Ben olsam ben de vermem...”

Kadir daha 24 yaşında ama dokuz yaşından beri denizlerde çalışıyor ve balıkçılık öyle çetin bir meslek ki insanı çok erken olgunlaştırıyor. Kadir bir yandan anlatıyor, bir yandan kürek çekiyor. Anlatırken sesi alçak, gücü yüksek. Küreklere asıldıkça asılıyor. Biriktirdiği parayla köyde aldığı eski bir evi var. Beyaz eşyaları da hazır. Bir tek çatısını onarmak kalmış evin. Bu yaz dalyandan 3-4 bin lira para kazanacak. Sonra, sıra ailesi balıkçı damada razı bir kıza âşık olmaya gelecek. Damı aktardıktan sonra artan parayla köyde büyük bir düğün yapacak. Ve o da babası gibi ilk çocuğu doğar doğmaz karada bir iş bulacak... Kürekleri elinden bırakıyor Kadir. Gözlerimizin içine bakıyor. “Hadi balıkçı koca neyse de balıkçı baba gerçekten olmaz. Hiç göremezsin çocuğunun büyüyüşünü” diyor... Bunu bize mi söylüyor yoksa kendisine mi emin değilim. Sonra tekrar dikiyor gözünü denize ve asılıyor küreklere...

İşte bunlar hep İstanbul

Çok göç alan ve sık el değiştiren şehirlerin kaderidir sahipsizlik. Dağınık ve yoksul hayatlar şehri de dağıtır, yoksullaştır. Paylaşılamayan bir geçmiş ve belirsiz bir gelecek arasında hırpalanır durur sokaklar, evler, ağaçlar, dereler, bostanlar ve insanlar. İstanbul, sahibi hep değişen bu şehir, o yüzden yüzyıllardır eksilerek büyüyor.

Bu şehir artık korkutuyor...

Geçmişini kaybederken yarınını da yitiriyor.

Genişleyerek darlaşmanın; yenilenerek yıpranmanın kaosunda, bir yanıyla parlarken diğer yanıyla gün be gün sönüyor. Yüzyıllar boyu insanların gözlerini kamaştıran bu şehir artık o kadar vahşi ki içinde yaşayanların gözünü korkutuyor.

Al işte İstanbul...

Çetin Altan “Al İşte İstanbul”un finalinde Orhan Veli’nin o ünlü şiirine gönderme yaparak şöyle der:

“Bu şiirin gerçekten zevkine varmak, İstanbul’u gözleri kapalıyken de dinleyebilmek isteyenler, daha önce İstanbul’u gözlerini açarak, hem de iyice açarak görmek ve anlamak zorunda olduklarını unutmamalıdırlar.

O zaman hem açık gözlerin körlüğünü, hem de gözü açılmamışların uyanışını görecekler ve gelecekteki İstanbul’larda çok daha mutlu yaşayacak insanlara kendi devirlerinin kötü acılarından insanlık adına bir özür selamı yollayacaklardır.”

Çetin Altan’ın yarım asır önce yaptığı bu farkındalık daveti hâlâ geçerli.

Hükmettikleri şehirle bağı olmayan bürokratlar, tarihi cebren katleden kurumlar, geçmişi sahiplenmeyi sadece cami onarmak sanan iktidarlar, şehri zorla hiç olmadığı bir hale dönüştürmenin bedelini umursamayan rant politikaları, hepsi birden sivri gagalı vahşi kuşlar gibi didikliyorlar İstanbul’u.

Bu şehirde gözlerimizi kapattığımızda duyduğumuz ses artık o kuşların sesi.

Al İşte İstanbul.

Ve maalesef işte bunlar hep İstanbul.

-BİTTİ-