Milliyetçilik Nereye-6: Kasaba mantığından çıkılamadı
Yazı dizisi öncesinde diyalog kurduğumuz kişilerden biri de Türk milliyetçiliğinin sembol ismi Nihal Atsız’ın Almanya’da yaşayan oğlu Yağmur Atsız’dı. “Babalar ve oğullar” bağlamında ele alındığında ilginç bir durumdur; Yağmur bir buçuk yaşına geldiğinde 4 Mayıs 1941’de bir şiir yazar Nihal Atsız. Bu, oğluna “vasiyetnamedir”. Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in, “Türk Kimliği” kitabında ayrı bir “belge” olarak yayımladığı şiirde Nihal Atsız, Türk’ün düşmanlarını tek tek sıraları bu kadar çok düşmanla çarpışması için iyi hazırlanmasını ister. Yağmur Atsız ise daha farklı bir yaşam seçer.
Mustafa Balbay / Selda GüneysuUğur Mumcu, 1990 başında kaleme aldığı “40’ların Cadı Kazanı” kitabında şöyle der: “Bugün Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali, Cumhuriyet gazetesinde fikir yazıları yazıyor. Atsız’ın büyük oğlu Yağmur Atsız da uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinin Köln muhabirliğini yaptı. Yağmur benim de arkadaşım. 1978’de Köln’de evinde kaldım. Yağmur bu evden çıktı, aynı eve Örsan Öymen taşındı... Yağmur Atsız ilerici bir aydın. İnançları nedeniyle 12 Eylül döneminde Türkiye’ye gelemedi...” Biz de eylül başında Yağmur Atsız’ı aradığımızda ilk sözü şu oldu: “Ali Sirmen nasıl? Çok selamımı söyleyin...” Kendi deyişiyle “Doğu Türk devletleri” ağırlıklı yazmak istediğini, tartışma olursa öteki konuları da kaleme alabileceğini söyledi. Prof. Dr. İlber Ortaylı ile söyleşimizde onun derin bilgi birikimi içinde çerçeveyi sınırlı tutmak elbette zordu. Ortaylı, Osmanlı’nın son döneminde, özellikle Balkan göçünde en büyük kaybın “münevver kaybı” olduğunu söylüyor. Ortaylı’nın ve Yağmur Atsız’ın çok farklı ortamlardaki görüşmemizde birleştikleri nokta şu oldu: “Türkiye’de yetişmiş devlet adamı sıkıntısı var.”
YAĞMUR ATSIZ
DÜN, BUGÜN... YARIN?
Eskiler “teşhiri silah” derlerdi, eğer bir kimse elindeki silahı bir biçimde göstere göstere dolaşıyorsa... Bunun anlamı etrafa korku salmaktır. Tabii aksi de vardır. Korkunuzu örtmek üzere silah gösterebilirsiniz. Bu “üzerime fazla varma” mesajıdır. Ben milliyetçiliği de biraz bu duruma benzetirim. Peki, ama nedir milliyetçilik? En kestirme tanımıyla kendi milletini öbür milletlerden üstün görme eğilimi, inancı...
Bunun kaynağı ise tıpkı korkuda olduğu üzere kendi milletinin bir ihtimal öbür milletlerden daha güçlü ve daha kaliteli olmadığı endişesidir. Dikkat edilirse bu üstünlük vurgusu özellikle tehlike çanlarının çalmağa başladığı zaman dilimlerinde kendini belli ediyor. Mesela 16’ncı yüzyılda bu tür çabalara rastlamıyoruz pek. Gerçi Kanuni Sultan Süleyman’ın 1. Fransuva’ya ünlü şu mektubu da var ama bu daha ziyade “diplomatik” bir işaret, bir tür dans figürü. Zaten o da bu metni bir Türk olarak değil bir Osmanlı olarak kaleme almış. Gerçi milliyetçilik kavramı aslında 1789 büyük Fransız Devrimi’nin bir ürünü ama ondan önce de bu duygu ve davranış tarzının hiç olmadığı anlamına gelmiyor.
FRANSIZ DEVRİMİ ADINI KOYDU
Fransız Devrimi “çocuğa adının konulması” eylemi. Milliyetçilik bizde 1850’lerden itibaren bir tür manevi “çimento” işlevi görmüş. Tabii başka yerlerde de durum farklı değil. Çokuluslu bir imparatorluk dağılırken, yani diğer bütün milliyetler birer “millet” olma aşamasına geçerken asli unsur olan Türklerin varlıklarını sürdürebilmek için zaten başka çareleri de yoktu.
19’ncu asırda şiddetli bir rüzgâr olarak esen milliyetçilik 20. asır boyunca adeta bir kasırga halini aldıktan sonra üçüncü dünyadaki bağımsızlık hareketlerinin bir şekilde tamamlanmasıyla durulur gibi oldu. Çünkü artık “biçimsel” bağımsızlığı elde etmek üzere ille de silaha sarılıp kanlı savaşlar verme devri sona ermişti. Ancak “şeklen” bağımsızlık kazanmanın gerçek anlamıyla bağımsızlık kazanmak olmadığı da nispeten kısa zamanda anlaşıldı. Daha doğrusu bu durum üçüncü dünya ülkelerinin kafasına “dank” etti. Bu açıdan bakılınca 20’nci yüzyıl esaret altındaki ülkelerin bağımsızlık kazanması bağlamında ancak bir “ara merhale” olarak kabul edilebilir. 21’nci yüzyılda bu tür ülkelerin tam bağımsızlık uğruna verdikleri savaşımları tespit ediyoruz. Ediyoruz ama “tam bağımsızlık” derken neyi kastettiğimiz hususu biraz bulanık.
Zira “tam bağımsızlık” durumunun temel şartı olarak kabul edebileceğimiz “ekonomik” bağımsızlığın ABD gibi dünya tarihinin ilk ve şimdilik tek “süper gücü” için bile bütünüyle geçerli olmadığını görüyoruz. Tek süper güç diyorum; çünkü süper güç olmanın temel şartı bütün dünyada borusu öten bir ülke olmaktır. Bu niteliği ise daha önce ne Sovyetler Birliği ne de Çin kazanabilmiştir. Onun için tek “süper güç”... 21’nci yüzyılın ilk çeyreği sona ererken ise artık yeryüzünde bu tanıma uyan bir devrin bulunmadığı görülüyor. Türkiye açısından bu değişikliğin önemli tezahürlerinden biri bizim devletimizin yanı sıra bir dizi başka “Türk devletinin” daha tarih sahnesine çıkması, daha doğrusu tarih sahnesine geri dönmesidir. Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’la beş Türk devleti daha...
‘BAHT UTANSIN’
Ben 1989’dan itibaren bu devletlerin doğuşlarına nispeten yakından tanıklık ettim. Bugün geriye bakarak şunu söyleyebilirim ki Türkiye’ye başlangıçta sanki bir “gaip cennet” nazarıyla bakan bu ülkelerin bugün hiçbiri ama kesinlikle hiçbiri Türkiye’yi artık kaale almamaktadır. Hem de haklı olarak. Çünkü Türkiye böyle bir bakışa layık olmadığını kanıtlamıştır. Başka bir söyleyişle “kalıbının adamı” olmadığını açığa vurmuş, vurmak zorunda kalmıştır.
Bunun sebebi ise basittir: Bir devletin özelliği ve kalitesi onu yönetenlerin özellikleri ve kalitesiyle kaimdir. Ben bugün Türkiye’yi “kalitesiz” insanlar yönetiyor iddiasında değilim. Benim iddiam bu bahsettiğim bağlamda devlet adamlarına sahip olmayışımızdır. Diğer alanlarda çok yüksek kalite sahibi olabilirler ve belki de gerçekten öyledirler. Ama ben bundan bahsetmiyorum, tek bir örnek vereyim: 1989’da bu “Doğu Türk” ülkeleri bağımsızlıklarına kavuşurken Ruslar tarafından dayatılmış bulunan Kiril alfabesi temelli alfabelerini de değiştirerek Latin temelli alfabeye geçme kararı da almışlardı. Eğer bizimle aynı alfabeyi kabul etmiş olsalardı bugün hem lehçelerimiz arasındaki farklar asgariye inmiş olacaktı hem de gazete ve kitap tirajları olağanüstü artışlar kazanacaktı. Ben henüz bu karar araştırma safhasındayken, yani alfabe meselesi çözümlenmeden önce bizim kullandığımız alfabenin kabulü için çalmadık kapı bırakmadım. O sıralar işbaşında bulunan Ecevit hükümeti Milli Eğitim Bakanı ne cevap verdi bilir misiniz? Hadi sevabına söyleyivereyim; biz Turancılık yapmıyoruz.
Bunu Turancılık zanneden kafayla nereye varılabileceğini okuyucuların takdirine bırakıyorum. Bugün Doğu Türk cumhuriyetleriyle münasebetlerimiz ne merkezdedir doğrusu pek bilmiyorum. Bu tür münasebetlerimiz var mı yok mu, onu da bilmiyorum. Bu tür ilişkilere mevcut olsa herhalde bugün mesela Birleşmiş Milletler’de bir “Türk Bloku” kurulmuş olurdu. O bakımdan ne oluyor ne bitiyor bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da şudur; bütün varlık amacını “Avrupa Birliği” adındaki bir Hristiyan kulübünün yanaşması olmaya adamış bir devlet Doğu Türk ülkeleriyle ilişki kursa ne yazar kurmasa ne yazar. Bütün ömrünü bu Doğu Türk ülkeleriyle ilişkilere harcamış olan büyük Atsız (1905-1975) bugün sağ olsaydı ne derdi sualine gelince muhtemelen bu gibi durumlarda hep söylediği cümleyi tekrarlardı: “Baht utansın”!
PROF. DR. İLBER ORTAYLI:
KASABA MANTIĞINDAN ÇIKILAMADI
- Hocam yakın tarihi anlatıyorsunuz, yazıyorsunuz... Milliyetçilik tarafından bakarsak tarihi açıdan ne görünüyor?
İmparatorlukta milliyetçilik geç çıkar. Belki kuvvetli gelir sonra ama geç çıkar. Alman, Avusturya imparatorluğu’ndan çok Çekler, Polonyalılar önce başladı. Bizimkiler de bu şekilde çıktı. Rumeli göçleri Türk münevver zihniyetini harap etmiştir. Çok ümitsizliğe, karamsarlığa itmiştir.
RUSYA’DAN ÇOK ETKİ VAR
Rusya’nın münevverleri o muhitte okuyorlar. Rus milliyetçiliğiyle karşı karşıyalar. Tahsil imkânları geniş. Karşılarında bir tane daha akım var: Müslümanlık... Molla Müslümanlığı, muhafazakâr bir Müslümanlık. Ama milliyetçilik kendi içinde gelişiyor. Bunlara cedidciler diyorlar. Usulü Cedid, okullarının adı öyleydi. Hızlı okuma yazma öğretiyordu... Benzer zamanda Siyonizm çıkıyor. Dindar, muhafazakâr Yahudiliğe karşı modernist Avrupa’ya uyum sağlamak için. Tohumları var... Birdenbire patlıyor. Kendi mecrasında muhit bulmaktan çok Avusturya, Rusya’da buluyor... Bunun Türkiye’ye yansıması göç edenler, Rusya’dan gelenler... Etkileri var. Azerbaycan’dalar. O zaman İstanbul edebiyatını temel alıyorlar. Öyle bir devir var.
- O sırada İstanbul’da da Abdülhamit vardı...
Abdülhamit’in sansürü İstanbul dışında etkin değil. Selanik’te Genç Kalemler çıkıyor. Beyrut’ta işlemiyor. İstanbul en zor yer. Bu ortamda milliyetçilik Türkiye’de hakikaten bir siper falan değil, metot dışardan, kendi öz kaynaklarıyla giden, Rusya coğrafyasında gelişen bir akım. Maalesef Cumhuriyetten sonra kontrol altına alınmış. Bakılmış ki çok verimli değil. Halkevleri hareketine dönüşmüş. Türk Ocağı kapandıktan sonra Türk milliyetçiliği devletin beslediği, artık dış politika unsurlarına da dikkat edilen bir hareket haline geliyor.
- Cumhuriyet kadrolarıyla uyum sorunu mu oluşuyor?
İçeride azınlıklara karşı sevimsiz tavırlar takındıkları bir gerçek. Bu arada Nihal Atsız, Orhan Şaik gibi laik yapılı, dinle tarikatla ilgisi olmayan adamların elinden çıkıyor, İslamcıların arasına kaymaya başlıyor. Yani kasabalılaşıyor. Bugünkü Türk milliyetçiliği fevkalade kasabalı milliyetçiliktir. Albay Türkeş de daha başka kaynaktan gelmesine rağmen realiteyi kabul etti. Bunlar normal gelişmeler gibi görülüyor fakat Türk milliyetçiliği kasabaya mahkûm oldu. O bakımdan bugün için gelişmesi mümkün değil. Türk kasabası öncülüğü taa Evliya Çelebi devrindedir. Üretim gücü yok, tahsil müesseseleri kurumuş, 17’nci asırda kimse kasabada yetişememiş, okulların açılması 19’ncu asır...
- Bugün hâlâ aynı döngü mü?
Türkiye’de birtakım etnik gruplar çıkıyor. Bunlar eskiden çıkmamış kendini ihmal etmiş... Bana kalırsa bunların İslamlıkları da solculukları da tamamen bir örtü. Ortama uyuyorlar, milliyetçilik yapıyorlar. Bunun siyasi ayakta tartışmaları var... Sünni grubun içinde, laik geçinen grubun içinde etkileri var. Dinle alakaları yok, milliyetçilik yapıyorlar. Kimliklerin birbirini tanıyarak, saygı duyarak gelişeceği bir hareketin bugünkü ortamda gelişmesi mümkün değil. Çok zor...
‘DÜNYA KALIPLARIYLA ALAKAMIZ YOK’
- Yapılacak bir şey yok mu?
Tanzimat’tan bu yana adımlar atıyoruz, zaruretten. Bir şey yapılacaksa ölçü de biz olacağız, geçen asırda olduğu gibi. Taklit edilecek yer yok. İslam dünyasında biri bizden öne gidip problemleri halletmiş mi? O mücadelede değil... Milliyetçilik tamamen kasabaların geleneksel İslam, geleneksel düşünce, geleneksel yaşam kalıplarına sığınan kasaba milliyetçiliği. Kimseyi tatmin etmez. Bu ortamda aydınların saflaşması da ideolojik değildir. Ama hazin şeyler yaşamışlardır. Bunu Yalçın Küçük iyi ortaya koymuştu. Bugünkü durumumuz, Osmanlı’nın batışındaki rengârenk ortam. Yüzde 70 şehirliyiz, kasaba şehre gelmiş, dünya kalıplarıyla alakamız yok. Vatandaşlık başka bir şey... Bunun örneği Fransa’dır.
- Aydınların durumunu açar mısınız?
Nihal Atsız, Sabahattin Ali, birbirleriyle kavgaları... Kurtuluş Savaşı kadrolarından olmayan bir Vali, Nevzat Tandoğan... O dönemin aydınları talih ve tarih kurbanı oldular. İnalcık gibi bazıları da tamamen kabuğuna çekilip üretmeyi seçtiler.
- Sonra 1971, 1980... Ve Türkİslam Sentezi...
Türk-İslam sentezini Evren çıkarmadı. Önceden başlamıştı. 12 Eylül’den sonra solcular, aydınlar, Türkeş’ler hepsi hapse atıldı... Onun devamında siyasete atılanlar bilinmeyen insanlardı.
- Yine kasaba politikası mı öne geçti?
Sonuçta Anadolu kasabasında küçük menfaat birliktelikleri olur sonra ayrılırlar, birleşirler. Yüksek sesle konuşurlar... Geçicidir... Hiçbir şey değildir... İnsanı bir yere götürmez. Kasaba milliyetçiliği bu. Haa şunu not edelim, Türk milliyetçiliği var ve bu kadar ucuz değil. Adamını bulamıyor, bulsa gürler gider... Ama bugün öyle değil... Mevcut durumdan nehir mehir çıkmaz...
- Siyasetin dışında, kıyıda duran bir milliyetçilik mi var?
Siyasete hevesli de heves etmekle olmuyor. Cesur olacaksın, bir köprü geçeceksin... Bu arada şans, zamanın kullanımı... Niye Balkan Savaşı başında Mustafa Kemal olmuyor da sonra oluyor... Bugün Türkiye’de durgun adamlar var. Şaşkın ördek kıçından dalar derler... Bazı yetenekler de var ama yetenek de yetmiyor... Bugün milliyetçilik dünyanın her ülkesinde yaşıyor. Almanya’da bitti mi? Yok canım, şekil değiştirdi. Eğitim vermek lazım, sosyal bilimlerde bunlarla uğraşmak lazım...
‘SİYASET ADAM YETİŞTİRMİYOR’
- Başlangıçtaki aydınlar bugün yok mu diyorsunuz?
Yusuf Akçura, Halide Edib çok güzel... Enternasyonal kalitede... Müslüman Hint problemine bakışı fevkalade isabetlidir. Hâlâ okunuyor. Sinekli Bakkal’la bitmez... Ulus bilincini tarih inşa eder... Atatürk’ün önemli bir mareşalliği var... Kimlerle ne yapacağını biliyor. Adam buluyor. Bazıları planlar, adam bulamaz... Bu toplum gitmez, öndersiz, beyinsiz... Elitsiz... Şu anda sıkıntı döviz değil, adam yok...
- Karamsar bir tablo çizdiniz. Çıkış görünmüyor mu?
Kestirmeden söyleyeyim, siyasette hemşericilik yapıyor, mezhepçilik yapıyor... Aydınlar da adam yerine konmadığı için girmiyor... Partiler çalışmıyor ve adam yetiştirmiyor. Öyle şey olmaz. Sağdan soldan toplama adamla gemi kalkar mı? Canını sıktım hadi tatlıya bağlayarak bitireyim; bütün bunlara rağmen, Orta Asya’da da İslam dünyasında da bizden daha ilerisi yok. Buna eğitim, teknik dahil... Bizim her şeye rağmen bir atılım gücümüz, organizasyon gücümüz vardır. Onun için hep kontrol altında tutmak isterler.
MİLLİYETÇİ HAREKETİN SİYASAL KRONOLOJİSİ
ATSIZ İLE YOLLARI AYRILDI
SELDA GÜNEYSU
Alparslan Türkeş, siyasete yeni doktrinler kazandırmayı hedeflemişti. Bu nedenle, 1964 yılında 14 sayfadan oluşan “9 Işık Doktrini”ni yayımladı. Bu doktrinler “Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, İlimcilik, Toplumculuk, Köylülük, Hürriyet ve Şahsiyetçilik, Gelişmecilik, Endüstri ve Teknikçilik.” Bu doktrinleri oluştururken yanında Nihal Atsız da yer almıştı ancak Atsız ile 1970’lerin başında ilişkilerini kopardı. Türkeş, partiyi bir yapıya kavuşturmayı amaçlıyordu. Bu nedenle ilk iş olarak da partinin amblemini ve adını değiştirmeyi hedefliyordu. Partiye gençlerin de ilgi duyduğunu görünce, “partiyle bağı olmayan derneklerin kurulması gerektiğine” de inanıyordu.
Bu nedenle üniversitelerde ve yüksek okullarda açılacak olan ülkü ocaklarının kurulmasına da hız verildi. 1967 yılının sonlarına doğru Ankara’da, ülkü ocakları kurulmaya başladı. 1968 yılında da ülkü ocakları birliği çatısı altında toplandı. Aynı yıllarda partinin adı ve amblemi üzerine de tartışmalar yaşandı. Bazıları “Köylü İşçi Partisi” adını önerirken, bazı kesim de partinin adının Türkeş’in yayımladığı doktrinden yola çıkarak “9 Işık” olması gerektiğini düşünüyordu. CMKP’nin 8 ve 9 Şubat 1969 tarihinde, Adana’da yapılan kongrede adı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirildi ve amblemi de “üç hilal” olarak benimsendi. Gençlik kolları için de hilal içinde Bozkurt olan amblem seçildi. Bu amblemi daha sonra ülkü ocakları kullandı.
Milli Hareket dergisinde, partinin adının ve ambleminin değiştiği kongreden sonra çıkan sayısında şu yorumlara yer verildi: “Türk milliyetçilerinin ocağı durumundaki MHP, adını, tarihi Türk milliyetçiliğini temsil edeceğiz iddia ve inancıyla değiştirmiştir. Partinin amblemi ise manasına Türkeş’in Beşiktaş İlçe Kongresi’nde izah ettiği gibi, tarihimizin derinliklerinden almakta, Türk - İslam sentezini sembolize etmektedir. Üç hilal bazılarının sandığı veya iddia ettiği gibi oy kaygısıyla veya başka düzmece sebeple değil, taşıdığı mana itibarıyla alınmıştır. Buna mana Türk-İslam medeniyetini yeniden kurma, yeniden ihya etme ülküsüdür. Gençlik kolları için de Türk-İslam sentezini sembolize eden hilali kurdu seçen MHP, büyük hedefine doğru yürümektedir.” (Alparslan Türkeş - 9 Işık, Bilge Oğuz Yayınları)