Metrodaki O Suriyeli anne ve profesyonel serseri Ali Bey

Ali Denizci’nin hayat felsefesi “Görüyorsan, duyuyorsan, sorumlusun!” Zira Ali Bey, ben ve bana benzer milyonlar gibi kalbini burkan şeyler karşısında önüne bakmıyor, sorumluluk alıyor.

Deniz Özturhan

Seyrantepe’de bindi metroya. Kucağında çocuğu, bir süre yer bakındı. Boş bir yer, insanları kokusu, kiri pası, yol iz bilmeyişi ile rahatsız etmeyeceği bir yer. Metro hareket edince sendeledi, kısa saçlı, gözlüklü, yaşıtı bir üniversiteli kızın yanına attı kendini. O gün bereket hava ısınmış, çünkü her ikisinin de ayakları çıplak. Yok, tam çıplak sayılmaz aslında; annede lastik terlik, bebekte kırmızı ojecikler var. Başka da hiçbir şeyleri yok; bir hırka, bir yemeni, bir terlik, bir rengi atmış basma... Bebeği ellerini, her ikisi de yarı yarıya sığacak şekilde ağzına sokunca, yüzü henüz ergenlik sivilceli anne, yemenisini böğrüne serip, altına aldı bebeği. O emzirirken ben utanmasın diye önüme baktım. Bu muazzam, bu çaresiz, bu korkunç ve eşsiz manzaraya bakmamak için belki de, önüme baktım.

Benim önümde, dizlerimin üstünde sırt çantam var. TEDxReset 2015’te konuşmaya gidiyorum; çantam “Aman hiçbir şeye hazırlıksız yakalanmayayım” diye tıka basa dolu. Mont.. Makyaj malzemesi.. Tarak, ekstra çorap.. Var oğlu var. Çünkü şehrin normalde gitmediğim bir yerinde işim var. Ağırlaştı çantam dizlerimde, taş oldu. O esnada ergen anne, yemenisinin ucunu kemiriyor gizli gizli, dayaktan kaçıp kapı aralarında sinen çocuklar gibi. 

Ben de işte öyle önüme bakıyorum, nasıl yardım edeceğini bilememenin ezikliğiyle. Gördüğüm kadarıyla ergen anne dilenmiyor; birinin avcuna para sıkıştırmakla yardım da yapılmış sayılmıyor zaten. Durağıma geldim, iniyorum. Ucu kemirilmiş, altında can beslenen, asıl rengi seçilemeyen bir yemenide kalıyor tüm gün aklım.

 

Sen de sorumlusun!

 TEDxReset bu sene de geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, katılımcılarına ilham vermeyi, onları hayalleri yolunda harekete geçirmeyi hedefliyordu. Sahnede konusunda uzman, yahut sınırlarını esnetmiş, etrafındaki duvarları yıkmış, hayallerine tutunmuş hikayeler vardı. Tüm bu içten sunumlar arasında bir hikaye vardı ki, dakikalarca ayakta alkışlandı. Hikayenin sahibi saygıdeğer Ali Denizci. Kendisi Balat merkezli, Derviş Baba Deliler, Abdallar, Meczuplar, Âşıklar Kıraatanesi’nin kurucusu. Mahallenin delilerini arkadaş edinip, yedirip içirip hamama götürmekle başlayan yardım hareketi, şu an çocuklara ücretsiz iki dershane,  yabancı dil, müzik, resim, tiyatro dersleri, burslar, hayvanlara mama ve barınma desteği ve her ay 800 aileye gıda yardımına dönüşmüş durumda. Aynı zamanda Suriyeli çocuklara da Türkçe dersleri veriliyor. Ailelerin etnik kökeni, dini, siyasi tercihine hiç mi hiç takılmadan. Ali Denizci’nin hayat felsefesi “Görüyorsan, duyuyorsan, sorumlusun!” Zira Ali Bey, ben ve bana benzer milyonlar gibi kalbini burkan şeyler karşısında önüne bakmıyor, sorumluluk alıyor.

 

Aşiyan mezarlığında geçen 8 ay

Ali Denizci 1964'te Boğaz’da bir yalıda, eğitimli bir ailenin şanslı evladı olarak dünyaya gelmiş. Lisede okurken siyasi bir örgüte katılmış. Gıda kamyonlarına silahla el koyarak fakir mahallelere çektikleri delikanlılık zamanlarını, Diyarbakır Cezaevi’nde ağır işkenceli iki yıl izlemiş. Cezaevi çıkışı aile desteğiyle inşaat işlerine başlamış. Etrafındaki herkes ona sadece paranın önemli olduğunu söylerken, o henüz 28 yaşında ve bunalmış bir haldeymiş. Alkolik, hatta uyuşturucu bağımlısı olmuş. Sabahları bir küçük votka bitirmeden devam edemediği hayatını bir gün bırakmış, kendini sokaklara vurmuş. Tam 3,5 yıl. Atlıköşk’ün önünde yattığı sıralarda, bir sabah evinden çıkan Sakıp Sabancı demiş ki; “Oh ne güzel memleket! Benim evim denize 200 metre, seninki 2 metre.” Ali Bey de cevabı vermiş: “Ben sizin evde yaşarım, siz benimkinde yaşamaya ne dersiniz?”

Evsiz ve dilenci olan Ali Bey’i, abileri sokakta yakalamışlar. Doktora götürmüşler. Doktorlar sirozdan bir yıl ömür biçince Ali Bey de bu kez Aşiyan Mezarlığı'nda bir mezar satın almış. 8 ay, deniz manzaralı mezarında aç kalmadan yaşamış. Her gün kim olduğunu bilmediği birileri baş ucuna gazetesini, edebiyat ve felsefe kitaplarını, içkisini bırakmış. Ve sekiz ayın sonunda ölüm korkusundan sıyrılarak çıkmış mezardan. Gitmiş bağımlık tedavisi görüp hayata yeniden başlamış. Hayata yeniden başlamakla da kalmamış, (Ali bey biraz sınırsız düşünüyor hayatı zira) kimsesizlerin, çaresizlerin hayata tutunduğu dal olmayı seçmiş.

 

Peki ya sen ve ben?

Moda’da oturuyorum. Moda teyzeler ve hipster’ların tercihi ettiği bir semt. Etrafa bırakılan kedi köpek mamasının, kar yağarken kedilere kurulan evin haddi hesabı yok. Yanlış olmasın, ben de iki kedi anasıyım, hayvan sevgisini sinek dahi öldürmeyecek ölçülerde yaşıyorum. Lakin her kedi evi görüşümde istemeden de olsa aklıma, Moda Caddesi’nde bir seneden fazladır dilenen Suriyeli aileler geliyor. Moda’nın teyze ve hipster’ları olarak (her iki gruba da kendimi çok yakın hissediyorum) “Şu ailelere de bir evcik yapamaz mıydık?” diye sormadan edemiyorum. 

İnsanlara yardım etmek, hayvanlara yardım etmekten çok daha zor. Çünkü insan, hele tanımadığımız, dilini bilmediğimiz insanlar, hayvanlardan çok daha korkutucu bizler için. “Acaba eve alsam bana bir fenalık ederler mi?” ya da “Bir tas çorba sunsam, dahasını isterler, beni yardım ettiğime bin pişman ederler mi?” diye endişeleniyorsun ister istemez. Ve zamanla, yardım edememenin çaresizliği, kendince haklı sebeplerle gölgeleniyor. Önce duyarsızlığa, körlüğe, sonra hiçliğe dönüşüyor. Baktığımız her yerde “Sen de doğurmasaydın o zaman!” deyip sırt çevirdiğimiz, ergen, minicik, yardım istemeyi geçtim, metroda yanınıza oturmaya bile çekinen anneler var. Ve bunu düşünmek istemeseniz de, o annecik ve bebeciklerden biri, sizin (bizim) sorumluluğumuz.