Mehmet Eroğlu'nun yeni romanı "9,75 Santimetrekare"

Mehmet Eroğlu'nun yeni romanı "9,75 Santimetrekare" raflardaki yerini aldı. Eroğlu bu yeni romanında, "Fay Kırığı" üçlemesinde resmettiği Türkiye'nin, bir adım sonrasındaki kırılmayı gündemine alıyor; Gezi Parkı Direnişi'ni. Diğer yandan ise kahramanı Ahmet'le Gabar Dağı'nın eteklerinde bıraktığı on dakikalık karanlığın peşinden bir yaşamı sürüklüyor.

Eray Ak/Cumhuriyet Kitap Eki

Günün romanı, dünün hesaplaşması

Günün romanını yazmak zor. Bunun birkaç nedeni sayılabilir elbet ama en önemlisi, geleceğe bir şekilde taşınacak olan metnin, günü tahlil etmede yanlış yollara sapabilme ihtimali. Sonuçta; hiçbir yazar niyet okuyucusu değil, hiçbir yazardan geleceğe günün fotoğrafını çekip bırakması beklenemez ve yazarlar bununla mükellef de değildir ayrıca, evet ama eğer ki yazarımız, günün tam göbeğindeki siyasi ve toplumsal kırılmaları metnine taşıma derdinde ve isteğindeyse ondan, en azından günü doğru okumasını beklememiz de fazla olmaz sanırım.

"Günü okumak" deyip de geçmemek gerek ayrıca çünkü olaya neresinden bakıldığından çok nasıl bakıldığı önem kazanır bu noktada. Sağcı, solcu ya da "şucu", "bucu" olarak değil de vicdan, doğruluk ve tutarlılık esas değerler olarak öne çıkması gerekir.

Açıkçası, söylenmesi dile kolay kavramlar bu bahsettiklerim.

Herkesten aynı kelimeler çıkar da uygulamada az insan bir adım öteye geçebilir. İşte tam da bu nedenle zor günün romanını yazabilmek. İşte tam da bu yüzden az roman yayımlanıyor günü okuyabileceğimiz.

Günü okuyabilme adında az sayıdaki yapıtlardan biri olduğuna inandığım Mehmet Eroğlu'nun "Fay Kırığı" üçlemesi, üçlemenin üç romanının da usta işi tekniği ve yazarın anlatım gücü bir kenara bırakılsa bile, Türkiye'nin uzunca bir dönemdir yaşadığı sosyolojik kırılmanın tam anlamıyla bir haritasını çıkarmıştı. Gerek yeni nesil "kasabalı" zenginlerin "kentte" yeni bir var oluş mücadelesine girişinin hikâyesi, gerek "muhafaza-kâr" kesimin içinde dönen dalaverelerin ortaya serilmesi, gerekese de dağa çıkanların çıkş nedenlerini içselleştirmiş bir kahramanın dilinden anlatılması sağlamıştı "Fay Kırığı" üçlemesinin bugün de konuştuğumuz gücünü.

Hâlâ farklı boyutlarını yaşadığımız bu "kırılma" ise devam ediyor. Bu kırılmanın içinde de yeni yeni artçılarla yeni yeni depremler yaşanmaya... Bunlardan biri de hiç şüphesi Gezi Direnişi. Yeni bir muhalefet anlayışı, korku eşiğinin aşılması, tepkiselliğin tüm renkleriyle bir bütün olması ve orantısız zekânın bir başka mizaha evrilmesi; Gezi'nin daha ilk elden toplumsal bilince katkıları oldu. Bunun yanında daha bir sürü "şey"...

Halkları etkilemiş hiçbir toplumsal olay yok ki edebiyatın gündemine gelmesin ve yine hiçbir toplumsal olay yok ki günü gelsin de edebiyata hesabını vermesin. Bu bağlamıyla Gezi, edebiyatımız açısından da bir samimiyet sınavı oldu aynı zamanda. Bir yanda bu güzelliği "kullananlar", diğer yanda bin bir imtinayla bu nazik meseleye yaklaşıp yine en nazik şekliyle "edebiyat yapmaya" çalışanlar.

GEZİ: BİR SAMİMİYET EŞİĞİ

Mehmet Eroğlu da yeni romanı 9,75 Santimetrekare ile Gezi Direnişi'yle gündemimize gelen bu samimiyet eşiğini tekrar akla düşürenlerden oldu.

Yanlış anlamaya mahal vermeden söylemekte yarar var: Eroğlu'nun romanı samimiyet eşiğinin arka tarafında değil. Tıpkı "Fay Kırığı" üçlemesinde olduğu gibi yine bir Türkiye fotoğrafı yazarın derdi. "Fay Kırığı" üçlemesinde resmettiği Türkiye'nin bir adım sonrasındaki kırılmanın fotoğrafı 9,75 Santimetrekare. Ancak bu romanda durumlar biraz daha farklı. Merkez, o toplumsal kırılmanın kodları değil. Gezi Direnişi, romanın önemli bir rengi, fonda akan, zaman zaman da tüm renkleriyle metnin içinde gezdiği haritaların zeminini ele geçiren, romanın bir diğer kahramanı... Eroğlu daha çok insanlar üzerindeki etkisini verebilme arayışında Gezi'nin.

Sokakları gaz bulutu kaplamış, sinirler gerilmiş, insanlar her gün hakaretin bir başka çeşidini en yetkili ağızdan dinlemiş...

İşte böyle bir ortamda Gezi Direnişi'nin önemli merkezlerinden Cihangir'e götürüyor bizi yazar. Cihangir'de ise sosyalleşmeye çok da açık olmayan, kafası karışık, zihni hafiften bulanık, geçmişiyle hesabını tam görememiş bir yazarın; yani kahramanımız Ahmet'in evine. İsmi de çok önemli değil aslında Ahmet'in çünkü gün geldiğinde kendine Tarık denmesini isteyecek kafada bir tip olarak çizilmiş yazar tarafından. Roman da Ahmet'in bu sosyallikten uzak, kendine alkole vermiş ve umarsız hallerinin nedenlerini geçmişe inerek deşmek isteyen bir yapıda kurulmuş: Bir diğer önemli özellik de "romanın (...) içinde çekirge olması. Metin bu yüzden zamanda ileri geri sıçrayıp duruyor."
Bu bağlamda iki zaman dilimi, romanın eksenini beliriyor.

HEM YÜZÜ HEM YAŞAMI YARALI

İlk zaman dilimi "1997 ya da 98" yıllarında Gabar'da askerliğini yapan Ahmet'in yaşamındaki kırılmaya odaklanıyor. Buna aslında odaklanma da denemez çünkü Ahmet'in oynak zihninden dökülenleri okuyoruz biz ve Ahmet'in zihni o zamanları yeniden hatırlamasına izin vermiyor. Ahmet de yazarlığını ve yaşamını zihnini bir türlü netleştiremediği o yıllara yöneltiyor. Hatta o yıllardan kalan hepi topu birkaç dakikaya: "O siyah boşluk. Amacım o on dakikalık boşluğu doldurmak, beynimdeki lekeyi silmek." Yani Ahmet, hatırlamak için yazıyor.

Ahmet'in hatırlamaya çalıştığı geçmiş ise kendini bize parça parça açan bir perde ve romanın merak unsurlarından en önemlisini meydana getiriyor aynı zamanda.

İkinci zaman dilimi ise 2013 Haziranı, yani Gezi günleri. Ahmet'te bir değişiklik yok. Tıpkı az önce anlatıldığı gibi. Ancak Türkiye'yi etkileyen Gezi, Ahmet'i de etkileyecek ve direniş sürerken kapısı, üst komşusu Marilyn tarafından çalınıp evine Gezi yorgunu iki kişi dinlenmek için gelecek. Gezi Direnişi, Ahmet'in yaşamına mahalleyi saran gaz bulutlarının dışında komşusu sayesinde giriyor.

Ahmet'in geçmişindeki kırılma, roman boyunca bulanık zihninde arayacağımız "o on dakikalık boşluk" ise bugünündeki kırılma da bu iki misafir olur. Gezi Tükiye'yi değiştirdiği gibi Ahmet'i de yavaş yavaş değiştirmeye başlar. Bu değişim de bize Ahmet'in geçmişindeki o perdelerin teker teker açılmasını sağlar.

Romanda yaratılan bir başka zaman dilimi de hayallerde geziyor.

Ahmet'in yazdığı romanın zamanı bu. Buna bakarak içinden iki romanın geçtiği bir hikâye okuduğumuzu söyleyebiliriz 9,75 Santimetrekare'de. Yaratılan bu farlı düzlemde ise Zinar'ın hikâyesine öğrenmeye çalışıyoruz. Hep yazmak istediği, yazdığı ama ilerleyemediği, ilerlese de bir türlü bitiremediği romanının kahramanı Zinar. Zinar, Ahmet'in geçmişindeki o küçük kara boşluğu arayışının cisme gelmiş hali bir diğer yandan. Yani, Ahmet'in yarası. Tüm bir roman boyunca biz de aslında Zinar'ın, yani Ahmet'in yarasının peşinden koşuyoruz.

Ahmet'in yarasından da bahsedelim sözü açılmışken: "Yaramın yüz ölçümü tamı tamına dokuz virgül yetmiş beş sanitimetre kare. İyi biliyorum çünkü askeri heyette üç kez ölçtüler. (...) Bu yara beni komando olmaktan kurtardı. Eğer sıfır virgül yirmi altı santimtre kare daha büyük olsaydı, belki askerlikten de kurtarabiliridi. (...) Ama olmadı. Yırtamadım. Askerlik bitince, dokuz virgül yetmiş beş santimetre karelik yaramın yeterince gün yüzü gördüğüne kani oldum ve sakal bıraktım." Ahmet, geçmişinin yaralarını yüzünde cisimleştirmiş gibidir adeta. Nasıl ki Zinar bunun bir yansımasıysa, aynı şekilde yüzündeki yara da bunun simgesine dönüşmüştür. Ancak yüzdeki yaralar sakalla saklanabilse de zihnin yarası bir şekilde baş verecek yer bulur kendine. Zinar, işte bu zihin yarasının simgesi.

Ahmet'in yaşamı için olduğu kadar roman için de önemli bir imge yara. Yüzü yaralı bir adamın, geçmişindeki yaralarla yüzleşebilme cesaretinin romanı Eroğlu'nun kaleminden son çıkan.

erayak@cumhuriyet.com.tr

9,75 Santimetrekare/ Mehmet Eroğlu/ İletişim Yayınları/ 282 s.