'Medya'da Tarihçilik Zanaatları!
cumhuriyet.com.trTarih (ve tarihçilik) hiç bu kadar muktedirlerin oyuncağı olmadı “medya”da, hiç bu kadar tehlikeli anlar yaşatmadı yarım yüzyılı aşan çabalardan sonra. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve gelişme sürecinden -hiç bu kadar- hınçla ve cahilce intikam alan bir bilgi dalı haline getirilmedi.
Günümüzde “medya” diye anılan basın ve yayın organlarının, -daha eskilerdeki ismiyle ifade edersem, “matbuat”ın- etki alanları içine soktukları bir konu da tarihçilik olmuştur. Daha doğrusu, tarihçiliğin şaşırtacak mahiyete büründürüldüğünü sandığım bir yaklaşım olan ve güncel bir deyimle “geçmişle yüzleşmek” iddiasını taşıyan sloganlar inletmiştir ortalığı, inletmektedir. Sanki geçmiş ile yüzleşmek olası bir şeymiş, mazinin labirentlerinde dolanmak, geçmişe dönmek mümkünmüş gibi!
Meslek yaşamlarında tarihin ne olduğuna ilişkin bilgileri kavradıklarını sandığım profesör, doçent, doktor unvanlarıyla “mücehhez” tarihçiler, bu yolda meslek icra eden gazeteciler ya da meraklı olup da sesini duyurabilecek ortamları yakalayanlar konuşuyorlar fırsat buldukça; yazıyorlar durmadan kafadarlarının kendilerine açtığı köşelerde.
Bu kişiler, kimi zaman tatlı şeyler söylüyorlar, yerinde ikazlarla bu alanın özellikle öğretiminde yapılmış yanlışlıkları düzeltmek istiyorlar, haklı olarak da merak uyandırıyorlar; kimi -ve çoğu- zaman da kan kusturuyorlar muhalif saydıklarına, intikam ateşiyle yandıklarını belli ediveriyorlar ilk tümcelerinde. Geçmişin günümüzdeki imgesi olan “tarih”in sadece kendi beyinlerinde oluşan -tartışılamaz- tasavvurlarını yaratıyorlar; kanun koyucular gibi, Osmanlıların sultanlık denetimindeki tarih yazıcıları olan vakanüvisler gibi, tarihi kutsal saydıkları kalıplara oturtan ortaçağların kronikçileri gibi.
Ve resmi tarihi eleştirirken bir “postmodern resmiyet” yarattıklarının farkında olmadan; “solculuk” çağlarında etkisinde kaldıkları doktirinlerin tam tersini ispatlamak uğruna “tek bir olay”ı genelleyerek ya da eskiden ilan ettikleri ilkelere karşı gelerek hüküm veriyorlar; bir zamanlar yerleştirmeye çalıştıkları kuramların içini doldurdukları olguların aksi istikametinde esen fırtınalar yaratmaya çalışıyorlar.
Muhafazakâr olanların tutuculuğa terfileriyle, “solcu” olanların liberallik katına yükselmeleriyle düzenledikleri metinler toplumu unutmuş adeta. Ortak paydalarla insanların tüm yaşam alanlarını sarması gereken tarih -kimi eleştirel ve özgün metinler/anlatımlar bir yana- ya padişah torunlarını dile getiriyor ya da “Cumhuriyet’in başımıza açtığı antidemokratik” ortamı(!) sergileme çabası içine giriyorlar. Tarih din ile ırk arasında sıkışıp kalıyor; aş, iş ve ekmek -kısacası günlük yaşam ve hayatın idamesi- gibi temel konular unutulmuş gibi. Çok büyük bir tarihçi topluluğu da büzülüp kaldığı üniversiteler içindeki sessizliğini koruyor; ilişkileri ve çıkarları iyi kollayanlar geçmişi, “postmodern” fırıldağına takıp günlük “piyasa tarihçiliği” yapıyorlar. Geçmişin, ancak sağlam temelli ve sabırlı çalışmalarla yeniden yorumlanabileceği ilkesini kenara itip, serbest pazar alışkanlığında yürümeye çalışıyorlar.
Tarihçiliğin profesyonel labirentlerinde toplumların çeşitli yönlerden irdelenmesi yolunda özellikle geçen yüzyılda atılan adımların geliştirilmesi kimi zaman fark ediliyorsa bile, amatörlerin eskizlerinde, gazetecilerin bilhassa köşelerine ve ekrana vurmuş söylemlerinde ve iktidar simgeleri sayılan sultan, kral, başkan, başbakan, şeyh ve ağababaların tuttuğu koca boyutlar, insanların, daha doğrusu kalabalıkların gündelik yaşamına ilişkin sorunları ve tarihçiliğin geliştirilmiş yöntemlerini yaratan atılımları kenara iter olmuşlar adeta. Tarih (ve tarihçilik) hiç bu kadar muktedirlerin oyuncağı olmadı “medya”da, hiç bu kadar tehlikeli anlar yaşatmadı yarım yüzyılı aşan çabalardan sonra. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ve gelişme sürecinden -hiç bu kadar- hınçla ve cahilce intikam alan bir bilgi dalı haline getirilmedi.
‘Medya’ tarih \t\tkürsüsü değildir
Tarih meraklılarının kısa yoldan geçmişe ilişkin bilgi tazelemelerini, kolaylıkla ve genellikle, televizyonlar aracılığıyla yaptıklarından dolayı “medya” önemli ve sorumlu bir görev yüklenmiş bulunmaktadır.
Ancak böyle bir sorumluluğu yerine getirebilecek deneyim ve düzenlemelerden yoksun olduklarından ölçüsüz sohbetlerin getirdiği sorunlara da yol açmaktadır. İster unvanlarla donanmış ve ünlenmiş tarihçiler olsun, isterse amatör sesler olsun, akıllarına geliverenleri ifade ederlerken sergiledikleri bilgiçlik (malumatfuruşluk), dalgın bir tıp uzmanının yanlış ilaç vermesinden farksız olur.
Ben, bir zamanlar gururlandıkları “solculuk”larından pişman olan gazeteci ve tarihçilerin vaktiyle yaptıkları sorgulamaları arıyorum şimdi.
Profesyonel tarihçiliğin kendi yağıyla kavrulmuş olduğu 1960’lı ve 70’li yıllarda yaşadığım tarihçiliğe evrensel ışık saçtıklarına inandığım -ve çoğu yaşça benden genç olmalarına karşın tarihçiliğin gündemine pek girmemiş sorunları dile getirmiş olduklarından dolayı kendilerinden çok şey öğrendiğim- o “solcular”ın çıkar gözetmeden ve kısa yoldan zengin olmayı düşünmeden -bağımsızca- tarihçilik yaptıkları günleri özlüyorum.
Konularını sadece etnik köken arayıcılığına dayandırmadan günlük yaşantıda hemhal olunan sorunlara kadar inebilenleri düşlüyorum. Prim yaptığı sanılarak Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıç evrelerine kimi “Batılı” tilkilerle birlikte -bir uyum içinde- saldırmayı içlerine sindirememiş “solcular”ı görmek istiyorum; 19. ve 20. yüzyılı -özellikle de 1960’lı yılları- yeniden irdelemelerini istiyorum.
Tarihçilik ne Osmanlı’nın sultanlarını hıfzetmektir tek başına ne de Cumhuriyetin devrim sürecinden intikam almaktır. Eğer “sonu gelmeyen bir münakaşa” ise bu bilgi dalı ya da “Böylesine engin ve böylesine önemli bir konuya el attığım için fazlaca küstah gözükmekten korkuyorum” diyen bir tarihçinin alçakgönüllüğünde işlenecek bir dal ise; hangi yetkiyle, hangi çağda, neyi/kimi sorgulama cesareti gösterdiğimizin farkında olmalıyız.
Tarihçilik yapay gündem kaldırmaz. 1930’lu yıllardaki tarihçiliğe getirilen kimi haklı eleştirileri yapanların, günümüzde gösterdikleri tek yanlı yaklaşımları sorgulamaları gerekir. Pragmatik/günlük beklentilerdeki önyargıların çabucak sönüp gittiğini ciddi tarihçiler çok iyi bilir.
Tarihçilik ciddi bir uğraştır
Tarih ne etnik milliyetçiliğin, ne dinci beklentilerin, ne emperyalist emellerin, ne doktrin ve dogmaların ne de iktidar sınırlamalarının tutsağında yazılamaz, söylenemez. Çağdaşlığa atılan adımda bir kilometere taşı sayılan Cumhuriyet devrimlerinin getirdiği özgürlükler ve -onlardan da önce- dünyadaki açılımlar kullanılarak oluşturulabilir tarih.
Bu mesleğin gerçek sahipleri, “medya” karşısında ödevine iyi çalışmış öğrenci konumuna düşürülmekten kaçınmalıdırlar.
Tarihçi onların istekleri doğrultusunda servis yapan kişi değildir; yapay söylemlerini ezberden okuyan papağan olmamalıdır.