Mavi beyaz düşlerle bir anımsama

-Datça’ya ilk ayak basışım 1978 yılıydı. Babam bu uzak memlekete iş için gelmişti, henüz yedi yaşındaydım. Çocuk için pek çekici sayılmazdı sanırım o sakinlik, tenhalık. Belleğim taze, denizin kımıltısız uzanışını net anımsıyorum.

Enver Aysever

1-Datça’ya ilk ayak basışım 1978 yılıydı. Babam bu uzak memlekete iş için gelmişti, henüz yedi yaşındaydım. Çocuk için pek çekici sayılmazdı sanırım o sakinlik, tenhalık. Belleğim taze, denizin kımıltısız uzanışını net anımsıyorum. Göl diye tabir edilen bölgede bizim dışımızda kimseler yoktu. Yerli halkın sevimli dilini ilk kez işitmenin getirdiği gülümseme olmalıydı yüzümüzde. Doğma büyüme İstanbullu annem, bir süredir buralarda çalışan babamın şivesinin kaydığını fark etmişti sanırım. Ya da uyduruyorum; anımsamak, bir yanıyla bu özgürlüğü verir insana, yaşantı “öyküleşir”, kişinin belleğinden süzülür, dile gelirken gönlünce hal alır. Datça nedendir bilmem, güzle özdeştir aklımda, belki en çok o halini sevdiğimden. Günbatımının güzelliği yedi yaşında bir çocuğa ne söyler, bilmiyorum; ama yıllar sonra bu çok sevdiğim sahil beldesine acıyla bakıyorum. Hem Datça’nın hem benim yüreğim kanıyor sanki...

2-Palamutbükü’nü keşfetmemiz biraz sonradır. Ailem sevdalanmıştı Datça’ya, kafamızı sokacak küçük bir ev almak için çok uğraştık. Kooperatif evi olmanın tüm talihsizliğini yaşadık otuz yıldır. Ev bitmedi, hep eksik. Belki öyle olması güzel; kıştan Datça düşü kurulur, her yaz kötü sürprizlerle karşılaşılır, yine de vazgeçilmezdi sevgiliden. Şimdi hızla betona gömülüyor, müteahhitlerin elinde can çekişiyor güzelim Datça! Palamutbükü’nde, ılgınların altında mucizeyi yaşıyorduk. Ağaçlardan kafayı uzatıp üç adım atınca ter boşanırdı üstümüzden, gel gör ki, o şahane deniz, bedene şefkatle dokunarak alıyordu içine hemen. Uçsuz bucaksız, olağanüstü güzel ve temiz suyla her buluşma, sanki tanrısal bir arınma gibiydi. O günden sonra, bir daha yeryüzünde hiçbir yerde suyu özlemez oldum; Palamutbükü’nde denizle kavuşayım, yetiyordu bana. Boğucu sıcak, ılgınların altında sonlanır, hemen esmeye başlardı. Hiçbir soğutucu bunu başaramazdı işte, doğanın eşsiz elinden geliyordu bu mucize.

3-Tahta sandalyeler, kırık dökük masalardan şikâyetçi değildik elbette; üç beş ahbapla öğle rakısı içilir, demli çaylar eşliğinde sohbete koyulur, canı isteyen bir koşu suyla buluşur, dönerdi. Plansız yapılaşma hızla yayıldı, maalesef yerli halk nasıl bir güzelliğin içinde yaşadığını bilmiyordu; eli para görecek diye sevinenler, mallarını yok pahasına sattılar, tıpkı zamanın Çukurovası’nda yaşananlar gibi, burada da acıklı sonlara tanık olduk. Dilimizde tüy bitti oysa “örgütlenin, hakkınızı arayın, malınızı satmayın” diye. Olmadı! Doğa talanı uygarlık sanıldı. Görgüsüzlük de zenginlik! Altına araba çekmek, iyi giyinmek, gösterişli yaşam sürmek için geleceğini yitirdi çoğu yerli halkın. Güzelim bademlikler, zeytinlikler mahvoldu. Uyanık birkaç esnaf belirdi sonra. Pansiyonculuk başladı. Gelen giden de arttı. Kabahat biraz da benim; ilk gelen olunca, ilk yazan, ilk öven de oldum, şimdi yabancıyım.

4-Yerküre küçük, insan çok ve açgözlü, saldırgan, olanın da kıymetini bilmiyor. Dilim varmıyor ama “kabahatin büyüğü de yerli halkın be kardeşim” diyesim var. Günlük çıkarlara, siyasilerin ucuz ayak oyunları da eklenince, yazık oluyor Palamutbükü’ne de! Şimdi bakıyorum çarpık evler içinden geçiyor yol. Tek tek bazısı güzel ama çevreyle uyumlu değil, görüntü kirliliği, derken gürültü kirliliğiyle içinden çıkılmaz hal aldı. Yerel siyasetçilerle ilgili türlü efsaneler de dilde. Ölçüm nettir benim; “göreve gelirken neyin vardı, bırakırken varlığın ne âlemde?” diye sormak lazım. Fısıltıyla bize söyleyenler, şöyle ortaya çıkıp da yüreklice anlatsalar bildiklerini. Gerçi artık çok geç. AKP’li yıllarda işini bilene alkış tutulur oldu. Haksızlık etmeyeyim, esasen Özal’dan beri iyice böyle değil mi? Datça da yazık ki sağcı... Tuhaftır şöhreti bir komünistten geliyor Can Yücel’den. Yerli halk şairi tanıdı mı, sevdi mi, sormayın...

5-İki hafta önce Mavi Beyaz’da sahibi Mehmet Tekbacak ve Aykut Küçükkaya ile söyleştik. Kendini korumaya çalışıyor burası. Koşullara inat, sakin yaşam vaat ediyor. Deniz hâlâ tertemiz... Araç gürültüsünden uzak, artan egzoz dumanından arınmış, gün batımında kadehi dostluğa kaldırmak mümkün. Keyfim yok gerçi. Palamutbükü’nde yabancı olduk. Oysa düşlerimiz böyle değildi! Yerli halkla birlikte, kendini korumayı başaran, doğru yapılaşan, günlük çıkarlarla değil de akılla, estetikle gelişen beldeydi hayalimiz. Biri; “Yahu memlekette güzel olan ne kaldı ki, burası niye muaf olsun?” diye sorsa haklıdır, ama kederimi dindirmez. Gamsız kalabalık, bencil insanlar arasında incelik istemek yersiz biliyorum.

6-Bük Otel’in orada bir kadın çevirdi yolumu, öfkeyle “Şu tekneleri görüyor musun, hepsi gece burada demir atıyor, tüm pisliğini denize bırakıyor” dedi. Kaç kez şikâyet edilmiş ama nafile! Bana kalsa tekneleri hepten yasaklarım, bir grubun eğlencesi için doğa bitiyor, deniz can çekişiyor. Palamutbükü’ne yerleşen çok sanatçı, yazar var. Sandılar ki keskin dönemeçli yol onları saklayacak, insanlardan uzak, özgür, sakin yaşayacaklar... Ne mümkün, keşke kırk yıl önceyi bilseler... Kimi görsem şu sıra “karamsarsın” diyor... Hayret ediyorum “o niye değil acaba?” diye! İhale ile geyik katili olunan bir ülkede, kendi eliyle yaşadığı yeri katleden insanlar arasında yaşıyoruz.

7-Bu güz yine gelirim de Datça’ya, sonrasını bilemiyorum, canım yanıyor gördüklerimden, işittiklerimden...