Mart 2021 MHP kurultayına dikkat

Türkiye bir yandan ittifakları, bir yandan HDP'ye yapılan operasyonları konuşuyor. Operasyonların arkasında erken seçim olduğunu düşünen de var, asıl hedefin İYİ Parti olduğunu düşünen de... Bir yandan partilerin iç meseleleri de gündemden düşmüyor. Pandemiyle ekonomik buhran senaryoları giderek daha yükses sesle dillendiriliyor. Peki ne olacak? Konda Genel Müdürü Bekir Ağırdır, bir kitap yazdı, adını da "Hikâyesini Arayan Gelecek' koydu... Buluştuk, hepimizin merak ettiği geleceği konuştuk.

İpek Özbey

Konda Genel Müdürü Bekir Ağırdır: 

- Devleti keyfi kullanan, çoğu otoriter ve muhafazakâr denebilecek bir iktidarlar çağı bu. Ben, 'küresel ara buzul dönem' diyorum.

- Fransa’dakiler bu çağ değişimini 2 şiddetinde deprem gibi yaşıyorsa, Türkiye 8 şiddetinde yaşıyor. 

- Nereye doğru gideceğimiz konusunda ortak ufku kaybettik. 

- Çeliktepe’de oturan bir çocuk, Kanyon’da nasıl bir hayat olduğunu görüyor, biliyor. Ama cebinde beş lira yok. Hamburger yiyemiyor, ama tur atıyor ve neyi ıskaladığını görüyor. Eğer bu çocukların önüne umut değil, öfke koyarsan bu çocukların içinden 50 tane daha Ogün Samastvari insan çıkarabilirsin. Ama önlerine doğru bir gelecek hayali koyarsan 50 tane Bill Gates de çıkarabilirsin. 

- AKP’nin oyu eksiliyor ama muhalefetin de eksiliyor. Bu şu demek; İnsanlar yeni bir sese, yeni bir yüze gözünü kulağını açıyor. 

- Türkiye’nin geleceğini belirleyecek hikâye, iktidar ittifakındaki çatlağın ne zaman ve hangi gerekçeyle çıkacağı. Mart 2021’deki MHP kurultayını beklemek gerekir diyorum. 

- O kurultaydan sonra Türkçü kanadın billurlaşmış siyasi ideolojisi olan kısmının MHP’de ve İYİ Parti’de nasıl bir pozisyon alacaklarına dair bir karar üreteceklerini sanıyorum.  İYİ Parti’yi de kapsayan yeni bir tartışmanın başlayacağını düşünüyorum. 

- HDP'ye yapılan operasyon, seçime dönük ama erken seçim anlamında değil. Kürt siyasetine diz çöktürüp, muhalefet blokundan çıkmak veya seçimi boykot etmeye zorlamak istiyorlar. 

- Kitabınızda post-korona dönemi anlatıyorsunuz. Hemen her söze “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye başlıyoruz. Siz ‘küresel ara buzul dönem’ diyorsunuz. Açar mısınız?

Sadece Türkiye’nin kendi iç gerilimleri ya da ABD’de Trump’a değil, Avrupa’nın göbeği Polonya’da, Macaristan’da olanlara bak. Yeni hayat ritmi içinde devletlerin zayıfladığı, yerel yönetimlerin güçlendiği ya da güvenliğin değil, özgürlüğün güçlendiği bir dönem beklerken, hayat da bunu dayatırken birkaç istisna dışında tüm dünyada popülist, keyfi, yeniden devleti güçlendirmeye çalışan bir sistem var karşımızda. Üstelik bu insanlar darbeyle falan değil, toplumsal rızayla var. Ama devleti keyfi kullanan, çoğu otoriter ve muhafazakâr denebilecek bir iktidarlar çağı bu. Bu çağa, küresel ara buzul dönem diyorum.

- Neden buzul?

Buzul, çünkü sürdürülebilir değil. Çünkü günlük hayatın ritmine, sahip olduğumuz yaşam biçimine aykırı. Örneğin, bugün her insanın medya haber kaynağı olabildiği, bilginin anonimleştiği bir çağ bu. Artık hiçbir çocuğun öğrendikleri eğitim bakanlığındaki tek tip tedrisattan ibaret değil. Böyle bir hayat ritminde, güvenlik esaslı devlet mantığının sürdürülebilir olması mümkün değil.

- Küresel ara buzul dönem fotoğrafında Türkiye nasıl görünüyor?

Türkiye hem sanayi toplumuna geçişi yaşıyor, hem de küresel ölçekteki siyasi/ekonomik bölüşüm kavgasının öznesi ve sahnesi… Fransa’dakiler bu çağ değişimini 2 şiddetinde deprem gibi yaşıyorsa, Türkiye 8 şiddetinde yaşıyor. Biz daha kalkınma ve modernleşmenin belli problemlerini çözememişiz. Gelir dağılımına, bölgeler arası eşitsizliğe ya da Kürt meselesinin ekonomik boyutuna, yoksulluk meselesine bak. Bir yandan eğitim, laiklik, hukuk gibi sanayi toplumunun temel kurumsal meselelerinde bile geceyle gündüz kadar farklı tezleri olan bir gerilim yaşıyor Türkiye. Bir yandan da bu sohbeti yaptığımız mekanda çalışan gençlerin hepsi küresel yurttaş. Yarısının Londra ve Amerika’da neler olup bittiğinden haberi var. Ama sen bir yandan kadim bir Kürt meselesi için insanları tutuklamakla meşgulsün. Sürdürülebilir olmayan taraf bu. Dolayısıyla Türkiye bu gerilimi daha yoğun hissediyor ve bir süre daha hissedecek, çünkü elinde geleceğe dair bir hikaye yok. İnsanlığın da Türkiye’nin de temel problemlerinden biri geleceğe dair tüm anlatılar felaket üzerine kurulu. Virüsler ele geçirecek, Marslılar ele geçirecek veya Türkiye’de otoriterlik daha da sertleşecek vs.

- Tam tersini söyleyen, sosyal adalet sistemi işlemeye başlayacak diyenler de var…

Tabii, gelecek. Sadece 15 bin yıllık bu toprakların tarihine baktığında bile hayat ileriye doğru gitmiş aslında. Ama şimdi nereye doğru gideceğimiz konusunda ortak ufku kaybettik. Siyasi kavram olarak değil, günlük hayat açısından söylüyorum: Türkiye gecikmiş bir modernleşme yaşıyor. Ama bunu telaşla ve kutuplaşan kimliklerle yaşıyor. Mesela konut tipi ya da ısınma tipi değişiyor. Batı’nın 40’larda, 50’lerde yaşadığı kadının gündelik hayattaki varlığı meselesini biz şimdi yaşıyoruz zihni dünyada. 

- Fransa ile Türkiye arasında hissedilecek şiddet farkı toplumların durduğu nokta itibariyle öyle mi?

Aynen. Sadece siyasi iktidar belirmeliyor. Siyasal iktidarın son 7-8 yıldır tutturduğu yol ve siyaset tarzı üzerinden bile baktığında hayatın akışını sadece biraz frenlediğini ama değişimin yönünü değiştiremediğini görüyoruz. Bunun en önemli örneği cinsiyet eşitliği, kadın, aile meseleleri. İktidar orada daha muhafazakâr, hatta dinden beslenen referanslarla bir takım politikalar kurgulamaya çalıyor. Onların aile anlatısı başka bir referanstan beslenen, kutsallık atfedilen bir aile. Evet, Türkiye topraklarında aile çok önemli ama o kutsallık üzerinden değil, dayanışma ve hayatta kalma güdüsü içinde bir arada durma dürtüsüyle güçlü. Türkiye metropolleştikçe bütün geleneksel, kültürel referansları ve dini kaygılarına rağmen kadının evinde oturmasını değil, çalışmasına, eğitime dahil olmasına ihtiyacı var. O çirkin TOKİ binaları sayesinde örneğin, o insanların kireç badanalı mutfakları seramikli mutfağa, banyoya dönüyor. Yer sofrası kalkıyor. Yer sofrasındayken üzerine çiçek koymayı bilmiyor değil ama yer sofrasında çiçek tahayyül edemiyor. Onun yerine masa gelince üzerine çiçek de koyuyor.

- Gecikmiş modernleşme dediğiniz bu mu?

Evet, bulgur aşı bulgur pilavına dönüyor. Bu neyi sağlıyor? Artık çocuğunu daha özenli besliyor örneğin, sofrada aile içindeki rol dağılımında ağırlığı artıyor. Türkiye’de kadınların dörtte üçü çocuğunun eğitimi konusunda bile söz hakkına sahip değil. Ama metropollü ve çalışma hayatına dahil olmaya başlamış kadınların olduğu ailelerde kadın diyor ki “Bir dakika benim de söz hakkım olacak”… Zihni planda baktığında toplum gecikmiş bir modernleşme yaşıyor. Hükümet bütün çabasına rağmen kadınlardaki zihni değişimi engelleyemiyor mesela.

- Sizinle kimbilir kaçıncı söyleşimiz; her seferinde metropolleşmenin sosyolojik tahlilde ne kadar önemli olduğuna vurgu yapıyorsunuz…

Neden biliyor musun İpek? Kasabalarda daha monolotik bir kültür var. Sünni veya Alevi, Türk veya Kürt, herkesin ayıptan, günahtan aynı şeyi anladığı daha kapalı hayat yaşıyorsun. Kulağına gelen birçok hikaye var. Aleviler, Sünniler şöyledir, Türkler Kürtler şöyledir diye… Ama şimdi metropolde aynı apartmana gelmişsin, görüyorsun ki senden farklı olan insan da aynı senin gibi geçim derdi yaşıyor, kız çocuğunun eğitim derdi var, işsizlik meselesi var vs. Temas alanlarının çoğalması, ilişki mesafesinde bir arada yaşamak o çoklu hayatın zihin planında da en azından çokluğa razı ve dahil olmayı üretiyor.

BUGÜN KOMŞUN, TWİTTER’DA TAKİP ETTİKLERİN

- Madem metropollerde bu kadar ortaklaşıyoruz, nasıl oluyor da bir yandan bu kadar kutuplaşabiliyoruz?

Hee bak onun sebebi ortak ufku kaybetmiş olmamız. Türkiye’de 200 yıllık sanayi toplumu olma sürecine baktığın zaman sorunumuz devletin ya da Osmanlı’nın son döneminde kendince padişahın çizdiği bir kalkınma hikayesi var. Ve onun ürettiği bir modernleşme tercihi var. İnsanlar bu sürece kendi talepleri ve ihtiyaçlarıyla değil, devletin çizdiği bir yol haritasıyla katılmışlar. Dikiş tutmuyor, çünkü giderek metropolleşen bir dünyada geleneklerimiz, dayanışma ilişkilerimiz çözülüyor. Örneğin bir kasabada evsiz diye bir kavram var mı, yok. Kasabanın en fakirine komşuları bir tas çorba götürür. Metropol hayata geldikçe, bir yandan aynı binalara giriyorlar ama bir yandan hiçbiri alt komşusunu tanımıyor. Çünkü bugünkü hayatta senin komşun Twitter’da takip ettiklerin. Biz bu değişimi hem reddediyoruz, “Komşuluk ölüyor” diyoruz ama yerine gelene dair yeni ritmi, yeni ahlaki kuralları, normali inşa etmediğimiz için de o binaların içinde birbirimizden habersiz açlığı, derdi, tasayı yaşıyoruz. Eğer ortada toplumsal hayatın ürettiği bir takım mekanizmalar ve hukuk yoksa, devlet; yönetim dediğimiz mekanizmalarda güven inşa etmiyorsa, o zaman sığınabileceğin yer neresi?

- Neresi?

Soyut kimliğin… Oraya sığınıyorsun. “Alevi olduğum, Türk olduğum, endişeli olduğum, seküler olduğum için” deyip kimliğinden bir anlam üretmeye çalışıyorsun. Dünyanın en büyük Kürt şehri İstanbul. 2 milyon Kürt var. 1 milyon Suriyeli var. Şimdi bir yandan bu temasın ürettiği bir yumuşama var. Ama birileri size siyasetçiler üzerinden anlatıyor ki, “Bu Kürtler kötücüldür”, “Bu Suriyeliler sizin işinizi elinden alıyor.”

- Tam da bu noktada araya gireyim: Kitabın benim için okuması en değerli yerlerinden biri endişe ve korkuyu anlattığınız bölümdü. Siyasetçiler ve medyanın endişe duygusunu korku politikalarına dönüştürerek manipüle ettiğini söylüyorsunuz. Bu manipülasyon basite alınacak bir şey değil; çünkü sonucunda başka korkuları yaşamamıza sebep oluyor, anlatır mısınız?

1981 yılının 1 Ocak’ında İstanbul’a geldim, işe başladım. Hiçbir bankanın önünde güvenlik elemanı yoktu. Bugün senin evinde bile alarm sistemi var. Sabah alarmı kuruyorsun, metroya bindiğinde kameralar seni kaydediyor, hiç tanış olmadığın insanlarla yüz yüzesin, 3 bin kişilik plazada çalışıyorsun, alt katta çalışanı tanımıyorsun. Dolayısıyla tanış olmadığın bir ortamdan dolayı ürkme halin var. Beynin pelte gibi oluyor. Akşam eve gidiyorsun, haberleri dinliyorsun. Anlatıyorlar ki, Suriyeliler metrolarda şöyle yapıyor, bu Kürtler İstanbul’u ele geçirdi, böyle yapıyor. Senin mesleğinden somut bir örnek. Bir araştırma yaptık. 2002-2010 arasında Türkiye’de en çok satan altı basılı gazetenin internet arşivlerini taradık. Felaket, kıyamet, facia gibi kelimelerin haber dilinde kullanımlarını inceledik. 

- Enteresan…

Çok. Maç haberi veriyor diyelim bir gazete, “Antep Faciası” başlığı atıyor. İklim haberi veriyor, “Sel felaketi” diyor. Her yıl neredeyse katlanarak artmış… Beynin pelte gibi olmuş zaten. Onun üzerine birileri geliyor diyor ki, “Abi bunun bir sebebi var. Çünkü şu oluyor”… Korku bugünün hayatında içkin bir durum. Bu Fransa’da İslamofobik akımlara sebep oldu. Bizdeyse önce Kürtler, sonra göçle gelen köylüler, şimdi Suriyeliler diye ‘öteki’ üretti.

- Bu da tercihleri belirliyor öyle mi? Yani özgürlük yerine güvenlik istiyoruz, demokrasi yerine refah…

Değişimden kaybedeceği korkusunu yaşayanlar “özgürlük kaos üretecekse, güvenliğe yaslanalım” diyor, demokrasi yerine refaha yaslanıyor. Siyaset de dili tam buradan kuruyor. Dolayısıyla elbirliğiyle yeni hikayeyi yazmazsak bu korku anlatısı hayatımızı belirliyor. Mesela somut bir örnek: Son yerel seçimlerdeki oy tercihlerini belirleyen temel dinamik taraftarlık değil karşı oldukları duyguydu. Ekrem Bey’in fark attığı sekiz puan AKP’den gelen oylar değildi. Tek başardığı şey, öbür seçmeni taraftarlık duygusuna kaptırmadı. Binali Bey’e oy verecek insanlar, Ekrem Bey ötekileştirici, şiddet dolu bir dil kullanmadığı için sandığa eksik gittiler.

- AKP bunu göremedi mi?

Hayır, AKP hâlâ korku ve kimlikler üzerinden oynuyor. Kitlesini ortak bir umutla bir arada tutamıyor, tam tersine “İktidar olurlarsa yardımları kesecekler ya da sekülerler seni yine ötekileştirecekler” dediğimiz olumsuz bir anlatıyla yürüyor. Yine korku vererek. Bu bir yerden sonra çalışmıyor, çalışmayacak.

- Küresel buzul dönem aslında bir sınav dönemi gibi…

Aynen, korkuları yırttığımız zaman yeni hikayeyi yazmaya başlayacağız.

ESKİNİN KODLARIYLA TARTIŞAMAYIZ

- Pandemi bize ne öğretti?

Önce olumlu yanından bakayım. Türkiye’de siyasal kutuplaşmanın ürettiği hadikaplardan biri bu ülkenin entelektüel sermayesinin ülkenin geleceğinden umudunu kesiyor olması. Umudunu kestikçe katılımcı olmuyor. Her yıl yurt dışına giden 200-300 bin kişiyle yönetim kalitesinden ve sokaktaki kaliteden taviz vermeye başlıyoruz. Çünkü herkes kendini korumaya başlıyor. Ülkenin yönetim kapasitesi yeterince hayata müdahil değil, iktidar da müdahil olsun istemiyor zaten. Bugün çok minik görüyor olabilirsiniz ama göreceksiniz bu insanlar bir sene sonra “Emekli olalım, Urla’da güneş batarken şarabımızı içelim, hayatı bir kozaya kitleyelim”den çıkacak. Ama çevre ama yoksullukla mücadele diye yeni bir sivil hareket güçlenecek ve oraya enerji akacak. Bu ülkeden umudunu kestiği için Londra’ya, ABD’ye giden, parasını oraya taşıyan insanlar gördüler ki orada da aynı riskler var. Yeniden bu ülkeye, bu memlekete emek harcamak, özen göstermek duygusu yeşeriyor bence. Bu giderek, sivil topluma da siyasete de enerji üretmeye başlayacak. İkincisi bu süreçte eskisinden daha yoğun bir şekilde dayanışma duygusunu keşfettik. Bu iki dinamiğin de önünde bir şey eksik: Umut. Siyasetin insanların önüne yarın sabaha dair bir umut koyması lazım.

- "Sermayenin emek karşısında hoyratlaşması, devletlerin sosyal devlet politikalarının yükünden kurtulma hevesi, yoksulluğu ve yoksunluğu kalıcılaştırıyor" diyorsunuz. Kılıçdaroğlu’nun ‘İkinci Yüzyıla Çağrı beyannamesi’ aslında bu noktalara parmak basıyordu. Yeri gelmişken sorayım: Mesela o çağrı, bahsettiğiniz umudu veriyor muydu?

Kavram umut veriyor tabii. İnsanlık pandemiden sonra yaşanacak ekonomik buhranın büyüklüğü nedeniyle de yeniden sosyal devleti tartışacak. Bu ekonomik buhranların en büyüğü olacak, çünkü bütün dinamikler çöktü. O nedenle mesela sağlık sistemini bu kadar özel sektöre bırakmış olmayı tartışacağız. Ama yeni hikayeyi ararken meselemiz şu mu? Bütün hastaneleri ve eğitim kurumlarını devletleştirmek mi, yoksa yeni çağa uygun yeni bir model üretmek mi? Yeni model için bilgiye, sanat insanlarının hayatı yeniden yorumlamasına ihtiyacımız var. Artık ritmin değiştiği başka bir çağ var önümüzde… Eskinin kodlarıyla tartışamayız.

14 MADDELİK MANİFESTOYU KAÇ VEKİL BİLİYOR?

- Türkiye, insanların birbirine en az güven duyduğu ülkelerden biri. “Başkalarına güvenir misiniz?” sorusuna vatandaşların yüzde 90’ı olumsuz yanıt veriyor. Neden?

Tam bu noktada az önce sorduğunuz Kemal Kılıçdaroğlu’nun sözlerini bir vaka analizi olarak konuşabiliriz. Güveni inşa etmeniz gerekiyor. Siz doğruyu söylediniz diye bir anda güvenilir olmuyorsunuz. Doğruyu hangi kelimelerle, nasıl anlattığınız, karşı tarafın hangi duygularına değdiğiniz gibi güven inşasının bin tane katmanı ve unsuru var. Ama Türkiye insanı o noktada özellikle şuna bakıyor. Sahici misiniz? Adil misiniz? Bir vizyonunuz var mı? CHP’nin meselesi toplum ve bunu söylediği insanlarla yeni bir ilişki üretememesi. Kemal Kılıçdaroğlu daha önce de 14 maddelik bir manifesto hazırladı. Çoğuna katılabiliriz, tartışabiliriz de… Ama mesele şurada ki: Bugün CHP’nin milletvekillerine sorsak yüzde 10’u bile Kemal Bey’in o 10 maddesini sayamayacaktır. 81 il başkanına sorsak 14 maddenin 5’ini doğru sayacak 10 il başkanı bulamayabiliriz. Ama yereldeki insanlar o il başkanına bakıyor. AKP’nin bugün geldiği tıkanıklık da budur. Sokaktan beslenen, sokaktaki ihtiyaca politika üreten bir parti yerine bir liderin iktidarını sürdürmesi uğruna her şeyi yukarıdan aşağı tasarladıkları ve gerçek hayattan koptukları bir noktadalar. Onun için maharetleri sınırlı, çünkü ne yapacaklarını da bilmiyorlar, ne yapılması gerektiğine dair ihtiyacı da duymuyorlar. 

- Tüm isteklerin bu kadar yüksek sesle, her mecradan dile getirildiği bir ortamda nasıl duymuyor olabilirler?

Asıl problemimiz bu zaten. Kitapta geleceğin anahtarını saklayan zihni kasalar diye saydığım beş mesele var, biri siyaset kültürü meselesi. Duymuyor, çünkü siyasetin çok sıkıştığı bir takım meseleler var. Siyaseti düzenleyenler siyasi alanın devlet tarafından denetlenmesini istiyor. Yurttaşların ihtiyaç ve talepleri üzerinden örgütlendikleri ve bunu karar vericilere aktardıkları mekanizmalar yok. Devlet, siyaseti yurttaşı denetlediği mekanizma olarak tanımlıyor. İkincisi siyaseti kirli kılan şey, siyasetin finansmanı ya da siyaset yapmayı düzenleyecek yasaları baştan itibaren şeffaf, demokratik, denetlenebilir yeni bir hale getirmezsek neyi konuşursak konuşalım, bilim insanları geleceğin en güzel senaryosunu yazsa da buna vücut bulduramayız. O yüzden Türkiye’de bunun başlangıç noktası siyaseti doğallaştırmaktır. Cuma sabahı HDP’ye yapılan operasyon gibi siyaset yapan insanları tutuklamak yerine, siyaseti herkesin kendi ihtiyaçları, talepleri için örgütlenebildiği, o ihtiyaç ve talepler üzerinden birbirimizle müzakere edebildiğimiz doğal sürece çevirmek gerekir. 

“Ortak sevinci ve ortak yası kaybettik. Bir taraf her gün Berkin Elvan için ağlıyor, bir taraf Eren Bülbül için ağlıyor. Ama ikisi için de Fatiha okumuyor insanlar. Asıl problem budur. Ölülerimizi bile ayrı mezarlıklara gömüyoruz. Berkin için de Eren için de ağlayanlar haklı. İki taraf bu ülkenin iki genci haksız yere öldürüldü ve düzen yanlış olduğu için ölüyor bu çocuklar demiyor, kendinden olan için sadece yas tutuyor. Duygularımızı belirleyen bu siyasal kutuplaşma, ortak sevinci kaybetmemize neden oluyor.”

“Bizim akvaryumda bu toplumun demokrasi ve değişim istemediği gibi bir ezber var. Tam tersi. Değişim istemeyen bir toplumun son 40 yılda 60 milyon seçmeninin 30 milyonu göç etmiş olabilir mi? Hala 60 milyonun 12 milyonunun yarın sabah bavulu toplayıp gitmek istiyorum demeye hazırlandığı bir ülkede değişim istemiyorlar denebilir mi? Demokrasi lafını senin benim gibi telaffuz edemiyor olabilirler ama onurlarıyla bir yaşam istiyorlar.”

İYİ PARTİ'Yİ KAPSAYAN YENİ BİR TARTIŞMA BAŞLAYABİLİR

-  Anketlerde AKP’nin oyunun düştüğü görülüyor, katılıyor musunuz?

Doğru. Çözülüyor. Sayı meselesi tartışılabilir. AKP’nin oyu eksiliyor ama muhalefetin de eksiliyor. 

- Bu anlaşılabilir bir şey mi?

Anlaşılabilir bir şey tabii. 

- AKP’ninkini değil, muhalefeti soruyorum…

Heh, problem orada işte. Bu şu demek; İnsanlar yeni bir sese, yeni bir yüze gözünü kulağını açıyor. Yani partilerine eski sadakatleri, kimliklere sıkışmaları negatife döndü, buradaki aşkı çözüldü ama yeni bir aşk inşa edemedi. Bir de korkusu var. Yani “Burada yağmur yağıyor, karşı çatının altına koşarsam, o çatının altında duranların beni tekme tokat tekrar yağmurun altına atıp atmayacaklarından emin değilim, oraya koşamıyorum. ‘Şimdiye kadar oy verdin ya, Allah belanı versin, orada dur’ diyebilirler” diye düşünüyor. Bu yüzden oradakilerin nasıl davrandığı belirleyici. Eğer bu ülkenin insanları üç yılda yeni ses, yeni söz, yeni yüz bulabilirse oraya doğru hareket edecekler. Bulamazlarsa daha karışıklık çıkmasın diye devletin nizamına razı oluyorlar. Toplumsal rızayı mümkün kılan da bu. O yüzden yeni bir hikayeye ihtiyacımız var diyorum.  

- Muhafazakâr seçmen değişiyor mu?

Bugün İstanbul Gültepe’de doğmuş büyümüş, kendini gerçekten dindar gören, beş vakit ibadetini yerine getiren, bütün kılığı ve kıyafetiyle, inancıyla dindar olan bir insan bile metropollü hayatın içinde öbürlerinin varlığını kabulleniyor bir kere. Eskiden olduğu gibi ‘kafirle mücadele’ olarak görmüyor. Ya da eskiden kasabasındayken sevgilisi veya kocasıyla elele yürüyemezken şimdi yürüyebiliyor. Bu zihni dönüşümü getiriyor. Siyasal islamın Türkiye’deki bütün anlatısı sözel. Bir alternatif tarih ve siyaset anlatısı var. Bu sözelliği din insanları, tarikatlar, mukabele dedikleri farklı mekanizmalar sağlıyor. Kasabadaki bu anlatıyı biliyor ama Gültepe’deki çocuk o anlatıya hiç muhatap olmadı. Gültepe’deki çocuk perşembe akşamı artık mukabeleye falan gitmiyor, babası gidiyor. Onun için Ayasofya hiçbir heyecan üretmiyor. Evet, o çocuğun babasını çok heyecanlandırdı ama çocuk için hiçbir şey ifade etmiyor. Yeni kuşaklar ve metropol ilişkisi iktidarın aleyhine çalışıyor. 

- Bunca imam hatip açıldı, tarikatlar vs…

Onların beklediği şeyi üretmedi. Sadece doğal değişimi yavaşlatıyor ama yönünü değiştiremiyor. O yüzden çözülüyor. 

- Biz ne zaman bambaşka bir seçmen görürüz?

Türkiye’de metropolde doğup büyümüş insanlar yüzde 27’lerde ama her yeni eklenen seçmenin artık üçte ikisi metropollerde büyüyor. Türkiye’nin yarısı şu anda 11 metropolde. Dolayısıyla her yıl eklenen bir milyon seçmenin 600 bini metropollerde. Önümüzdeki 10 yılda bugün yüzde 27’lerde olan seçmen muhtemelen yüzde 35-40 aralığında bir büyüklüğe gelecek ve zaten önümüzdeki 10 yılda bankaların genel müdürleri de, şirketlerin CEO’ları da bu nesilden olacak. Her ne kadar bizim iş dünyası Batı’dan gelen Y kuşağı, Z kuşağı gibi kavramları pek sevse de mesele kaç yılında doğduğu değil, nerede doğduğu, dünyada öğrendiklerini nerede öğrendiği. Düşünsene Çeliktepe’de oturan bir çocuk, Kanyon’da nasıl bir hayat olduğunu görüyor, biliyor. Ama cebinde beş lira yok. Hamburger yiyemiyor, ama tur atıyor ve neyi ıskaladığını görüyor. Eğer bu çocukların önüne umut değil, öfke koyarsan bu çocukların içinden 50 tane daha Ogün Samastvari insan çıkarabilirsin. Ama önlerine doğru bir gelecek hayali koyarsan 50 tane Bill Gates de çıkarabilirsin. 

- İttifakları konuşalım istiyorum. Özellikle MHP’nin Cumhur ittifakındaki yerini…

Karşımızda bir zihni ittifak var. Türk-İslam sentezi. Böyle okuduğum için İstanbul Sözleşmesi kavgası İslamcıların, “Türkçüler fazla öne geçti, hep onların dedikleri oluyor” hamlesidir. Tayyip Erdoğan istediği için değil onların bir ön alma isteğiyle baskı üretmesi sonucu gündeme geldi. Hatta bana sorarsan Ayasofya da öyle. Tayyip Erdoğan bunları yapmak ister, o ayrı. Ama bir siyaset insanı olarak da o kararların üreteceği olasılıkları bilir. Türkiye’deki kadın hareketinin farkında olmayan bir siyasetçi olduğunu sanmıyorum. Ama İslamcı kanat bastırdı. Dolayısıyla Türkiye’nin geleceğini belirleyecek hikaye iktidar ittifakındaki bu çatlağın ne zaman ve hangi gerekçeyle çıkacağı. Mart 2021’deki MHP kurultayını beklemek gerekir diyorum. 

- Neden?

O kurultaydan sonra Türkçü kanadın billurlaşmış siyasi ideolojisi olan kısmının MHP’de ve İYİ Parti’de nasıl bir pozisyon alacaklarına dair bir karar üreteceklerini sanıyorum. İslamcılarla ya da bu iktidarla mı devam ediyoruz, başka türden bir ittifakın, başka bir hayalin peşine mi düşüyoruz. 

- Üçüncü bloktan mı bahsediyorsunuz?

Belki üç, belki beş, bilemem. Ama İYİ Parti’yi de kapsayan yeni bir tartışmanın başlayacağını düşünüyorum. Dolayısıyla orada iktidar blokunun desteği azalıyor. MHP ile İYİ Parti arasında siyaseten kaygıları, korkuları ortak olsa bile aralarında sosyolojik bir fark var. İYİ Parti seçmeni seküler dünyayla iç içe ve metropollerde yaşayanlar… MHP seçmeniyse muhafazakar dünyayla iç içe ve geleneksel kentlerde yaşayanlar… İYİ Parti o yüzden birdenbire yüzde 11 ile vücut bulabildi. Ve hayat metropolleşmeye devam ettiği için MHP’den İYİ Parti’ye kayma sürüyor. 

- MHP, iktidar ortağı olmaktan neden vazgeçsin?

Yeniden iktidar ortağı olabileceği bir başka düzene dair emare vardır ortada… 

- MHP’nin oyu kaç?

Baraj riski yok. Seçim yapsak yüzde 13-15 aralığından söz edebiliriz. 

- Muhalefet bloğu bir arada durmayı başarır mı?

Muhalefet ittifaklarının geleceğini belirleyecek şey bence CHP’nin nasıl yöneteceği… Oy üstünlüğü açısından CHP’yi pozisyonluyorum. Şu ana kadar her şeye rağmen kurumsal akıl ittifakı geniş tutmaya çalışıyor. Meral Hanım, yani İYİ Parti de orada ağırlığı olan bir aktör. Muhalefet şunu anlatmalı. Parlamenter sisteme geçeceğiz diyorlar. Ama seçime bu sistemle gireceğiz. Seçilecek başkan bir yılda ya da dört yılda gücünden nasıl vazgeçecek? Ya da o süreçte parlamentoda hangi yasaları nasıl değiştirecek? İttifak içinde bu konularda bir fikir birliği sağlamalı ve anlatmalılar. Muhalefetin aday üzerinden konuşmaması gerekiyor. 

- Son olarak HDP'ye yapılan operasyon, erken seçim işareti veriyor mu?

Seçime dönük ama erken seçim anlamında değil. Kürt siyasetine diz çöktürüp, muhalefet blokundan çıkmak veya seçimi boykot etmeye zorlamak istiyorlar.