Mario Levi'den 'Yanlış Tercihler Mahallesi'
Mario Levi, “Yanlış Tercihler Mahallesi”nde, farklı anlatım teknikleri deneyerek ilişkileri, kırgınlıkları, yalnızlıkları, umutları ve hayalleri; ‘yanlış tercihleri’ anlatıyor. Levi ile yeni romanını ve edebiyatın sınırlarını konuştuk.
Reyyan Bayar
-Hatırlamak ve yaşamak... Yeni roman genel olarak bu iki kavram üzerine kuruluyor sanki. Ne dersiniz?
- Evet, doğru derim. Ama sadece bu kitap özelinde bir durum yok. Benim galiba tüm kitaplarıma hâkim olan ve benim sürekli döndüğüm temalardan. Hatırlamak ve paylaşmak benim için her zaman büyük bir önem taşıdı. Çünkü edebiyatın temel işlevlerinden biri olduğuna inanıyorum bunun. Bazı gerçeklere tanık oluyorsunuz ve onları unutturmamak istiyorsunuz. Yani unutturmamak da var bu işin içinde. Tabii ki bu kitabı açıklayabilecek tespitlerden biri de bu. Bu insanlar böyle yaşıyor bu çünkü. Birbirleriyle dertlerini paylaşarak veya birbirlerinin acılarından güç alarak. İnsanların acılarını ve hikâyelerini anlatıyorum. Yeni anlatım arayışlarının peşine düştüysem de bir anlamda klasik romana da yakın bir yerde duruyorum ve ondan vazgeçemiyorum. Çünkü hikâye önemli benim için, o önemli olduğu sürece de yazmak hep var olacak.
“KAHRAMANLARIM YETİŞTİĞİM ORTAMLARIN BİR SONUCU”
- Kitapta da tanıklığın yüklediği sorumluluğu taşıyabilmekten ve susmamaktan da söz ediyorsunuz. Bu edebiyat anlayışınıza nasıl yansıdı?
- Bazı yaşananlara, ilişkilere, insanlara, gerçeklere ve olaylara tanık oluyorsunuz. Sonra onu bir edebiyat metnine dönüştürmek gibi bir hayal taşıyıp izini sürüyorsunuz. İşte o zaman birtakım değişikliklere uğruyor gerçek. Sizin baktığınız gerçek, artık sadece sizin gerçeğiniz oluyor. Ben bulunduğum yerden yaşananlara böyle bakıyorum, diyorsunuz okura. Hâliyle hiçbir zaman bir edebî metinde gerçek, olduğu gibi yer almaz. Yazarın süzgecinden geçer ve dönüşür. O dönüşüm esnasında önemli olan, okuru gerçeklik duygusundan uzaklaştırmamak. Aslolan yazarın samimiyeti ve kendisini ortaya koyma cesareti. Bu biraz da bir cesaret işi. Ama bunu hangi üslupla ve yöntemle yaparsınız, bu size kalmış.
- Bakış açısına değinmişken birçok röportajınızda kitapların aslında bir yanıyla otobiyografik nitelik taşıdığını dile getiriyorsunuz. Bu kitapta otobiyografinin sınırları nerede başlayıp nerede bitiyor?
- Her yazılan otobiyografiktir fikrini savunurken ben aslında mutlaka başımdan geçenleri anlattığımı söylemek istemiyorum. Tanık olduğum, beni ben yapan hatta; sadece seyircisi kalmakla yetinmediğim, beni inşa eden birtakım gerçekler var geçmişimden gelen. Onlarla büyüdüm, bir yere geldim, yazar olma ihtiyacı duydum. Çoğaltabilirsiniz bu ihtimalleri. Örneğin, kitapta yer alan birçok kahraman var: Emel, Saadet, Meral, Nedret... Bir sürü kadın. Hiçbiri geçmedi hayatımdan. Fakat ben aslında onları tanıyorum. Çünkü onlar, hayatımda iz bırakan kadınlardan izler taşıyor. Ama hangisi hangisidir, sormaya bile gerek yok. Belki de bir kahramanımda birkaç kadın var. Onlar birleşiyor ve benim bu metindeki kadınım oluyor. Hiçbir yazar, kahramanını yoktan var edemez. Mutlaka geçmişinden veya hayat tecrübesinden izler vardır. Bu mutlaka yazarın hayatına cismiyle ve ruhuyla girmiş biri olmak zorunda da değil. Örneğin, bir film ya da roman karakteri sizi etkiler. Birtakım öğeler bilinçaltında birleşiyor ve bir kahraman inşa ediyorsunuz. Hâliyle bu kitap ne kadar otobiyografik, bilemem.
- Yazarın doğup büyüdüğü, içinde yetiştiği ortamdan söz açılmışken coğrafyayı da alabilir miyiz bu paranteze?
- Hakikaten coğrafyanın bir kader olduğunu düşünmek için çok sebebim var. Bu sebepleri ortaya çıkaranlardan biri de büyüdüğüm şehir; İstanbul. Bu şehrin yeni göç almış bölgeleri var. Benim onlarla alâkam yok. Çünkü ben eski İstanbul’da büyüdüm, oraya aitim. Kadıköy’den tutun Boğaz’ın Anadolu yakası, Şişli, Feriköy, Osmanbey, öyle yerler... Bunlar, benim kader dediğim o duygumu yaratan ve pekiştiren durumlar. Ama başka kaderler de var. Türkiye’de yaşamak örneğin. 1492’de atalarım İspanya’dan sürülerek Osmanlı’ya gelip İstanbul’a yerleşmeselerdi belki benim başka bir hayatım olacaktı. Böyle kötü bir olay olmasaydı belki bugün İspanya’da yaşayan, İspanyolca konuşan ve o dili seven bir adam olacaktım. Ama burada bu birliktelikten, yaşadığım çatışmalardan edindiklerim neticesinde bir dünya çıktı ortaya. Kendiliğinden, bütün doğallığıyla çıktı. Bu yüzden çok önemserim İbn-i Haldun’un “Coğrafya kaderdir” sözünü. Hatta belki bu kader, benim yazar olmamın yolunu açmıştır, bilemem.
“İKİ YAZARLI ROMANI DENEDİM”
- O hâlde kitaba dönemlim. “Anlatıcı ben değilim” diyorsunuz girişte. Fakat anlatıcı, bazı görüşlerinde sizden epey ilham almış gibi...
- Öyle görünüyor. Olabilir, her yazar bir başka yazardan etkilenebilir. Bir mahsuru yok. Bu yüzden de benim hoşuma gidiyor bu etkilenme. Bugüne kadar bazı kitapları boşuna yazmadığımı söyletiyor bana. Demek ki birileri yetişmiş. Ama şaka bir yana, bütün bunları yapmamın en önemli sebebi: Ben artık, “Daha başka ne yapabilirim? Nasıl kendimi başka yollardan da ifade edebilirim?” sorularının izini sürüyorum anlatım teknikleri bağlamında. Bu arayışlar ve bu söyleyişler, aklımı dört beş yıldır kurcalayan bu soruların neticesi. Devam edeceğim. Her zaman söylediğim gibi edebiyat, bir keşif yolculuğudur. Ben yeni keşiflere çıktım. Çünkü hâlâ keşfedilebilecek, benim sınırımın ötesinde kalmış ve görmek istediğim yerler var.
- Kitapta kurduğunuz üç ayaklı yapı da bu keşif yolculuğunun bir sonucu sanıyorum. Romanın hikâyeci üzerinden ilerlediği bölümler, hikâyecinin kendiyle konuşmaları ve siz olduğundan şüphelendiğimiz anlatıcının araya girişleri. Nasıl bir yapıydı romanda inşa etmek istediğiniz?
- Tabii. Bu kitapta aslında iki yazar var diyebiliriz; bazen aynı hikâyeyi anlatmaya çalışan bazen de birbiriyle çelişkiye düşen... İki yazarlı romanı ciddi bir şekilde denemek istedim. Sadece bir cambazlık yapmak istemedim, o kolay. Ortalık cambazlık yapacağım diye içerikten bütünüyle yoksun, beş para etmez, biçimselliği öne çıkarmış birçok eserle dolu. Ben bunu yapmak istemiyorum. Bir amacım var. Kitapta gerçeğin iki farklı yüzü üzerinde duruyorum. Çok doğru zannettiğiniz bir durumun ne kadar yanlış da olabileceğini göstermek istiyorum. Hayatta hep öyledir; tek bir gerçek olamaz. Zaman içinde, bakış açısıyla birlikte gerçeğe bakış da değişir. Örneğin sizin kadın benim erkek olmam bir gerçek, o değişmez. Söylemek istediğim, benim erkekliğimi nasıl yaşadığım ve bir başkasının beni nasıl görebileceği. Benim bazı gerçekleri gizlemek isteyebileceğim, bir başkasının gizlemek istemeyebileceği durumlar olabilir. Hayatın bu yönüne dikkat çekmek istiyorum. Kitapta Pertev Abi’nin, Anet’in, Emel’in hikâyesi anlatılıyor. Yaşlı hikâyecinin göremedikleri var. Onları da bize öteki yazar anlatıyor. Böylelikle hikâye farklı bir boyut kazanmaya başlıyor. İnsan ilişkileri de böyle; anlatılmayanlar, anlatılmak istenilmeyenler olabilir. Ben bu romanı okuyanların, “Bir de şu varmış” dediğinde kendisine, “Acaba şu da mı vardı yoksa?” diye sormasını istedim. Yani okurun da kendi ihtimallerini gerçekleştirmesini…
- Böyle araya girişlerdeki yaşama dair söylemler de edebiyatın farklı alanlarından besleniyor sanki...
- Mümkün, bunun için kesinlikle özel bir çabam, belirlenmiş hiçbir stratejim yok. Yazmaya başlıyorum ve bütün birikimlerimi döküyorum; ne dökmem gerekiyorsa, fuzuli olmayanları. O çok tehlikeli çünkü öyle romanlar da var. Ne biliyorsa sokmuş işin içine anlatım teknikleri olarak. Bunların arasında çok ünlü romanlar da var. Mahsende ne varsa almış, koymuş. Hayır, bu değil. Metnin içinde hayat kazanabilecek ne varsa o. Bunun için ne lazım? Çıplak olmayı bilmek ve çıplaklığından utanmamak. Bunu göze almak çok kolay değil. Göze aldığınız an zaten o birikimler kendiliğinden hayat kazanıyor çünkü hepsi zihne kaydedilmiş durumda. Mesela benim ne zaman okuduğumu hatırlamadığım Ferideddin Attar‘ın Simurg’u, Dostoyevski’nin Yeraltından Notları, Bergson’un bir metni... Hepsi cem olmuş. Bu benim dünyam, o hikâyede bu şekilde değer kazanacak. Artık benim hikâyem içinde yer aldıkları için o etkiler bana ait. Ne kadarını da anladığımı bilmiyorum. Hiçbir zaman şu yazarı, şu filozofu veya şu din bilginini çok iyi tanıdım, anladım, yuttum, bitirdim, demem; anladığım kadarıyla anlatıyorum. Yazdıklarım için de aynı şey söz konusu. Herkes anlayabildiği kadarını kendine saklar. Şu çok doğaldır ve bir yazar buna çok hazırlar kendisini: Varsayın ki bir paragraf var burada -ki öyle çok paragraf var- ben çok emek verdim; aldım, yazdım, bozdum, düzelttim. Belki çoğu okur için on saniye, bitti. Ama bir okur bakarsın bu çok iyiymiş, der; gider, döner, anlamaya çalışır. Yani yazar, mümkün olduğu kadar çok insana ulaşmak istese de gerçek okura ulaşmayı daha çok ister. Bir edebiyat metnine samimiyetinizi yansıtırsanız o samimiyet okura er ya da geç, mutlaka geçer.
“YALNIZLIK VE DIŞLANMIŞLIK İTİCİ BİR GÜÇ”
- Peki, hikâyenin gücünü; daha açık bir ifadeyle anlatma ihtiyacını yalnızlığından aldığını savunuyorsunuz kitapta. Sözünü ettiğiniz toplumsal bir yalnızlık mı?
- Mutlaka toplumsal bir yalnızlıktan söz etmiyorum. Bireysel bir yalnızlık da yaşanabilir. Ama şu söylenir ya, seçilmiş ve zorunlu yalnızlık var. İkincisi kötü tabii çünkü istenilmeyen bir şey. Toplum tarafından herhangi bir sebeple dışlanıyorsunuz. Dinî kimliğiniz, etnik kimliğiniz, çirkinliğiniz fakirliğiniz, engeliniz, deliliğiniz… Bu tabii bir yalnızlığı getirir beraberinde. İki seçenek var: Birincisi, güce tapma isteğiyle değişmeyi göze alıp kendini çoğunluğun içinde eritmek ile gerçek kimlik ve kişilikten tavizler vererek hatta bazen tümüyle silmek. Bu, azınlık toplumlarından sık rastlanan bir durum. İkincisi, o çoğunluğun içinde bedellerini ödemeyi göze alarak kendini bir şekilde var etmeye çalışacaksın. Seni sen yapan özelliklere sahip çıkarak kendini duyuracaksın. İşte o zaman yalnızlığın ve dışlanmışlığın senin için anlam kazanıp bir itici güç, ilham kaynağı olmaya başlıyor. Yalnızlık, artık yalnızlık olmuyor. Bir şeye dönüşüyor. O şeyin adını herkes istediği gibi versin, benimki yazarlık. Benim anlatma ihtiyacım bu şekilde açıklanabilir.
- Yine topluma bakalım. Günümüzde birçok şeyin kolay tüketilebilir olanı ilgi görüyor. Siz de aksine, “hayatımı güzelleştirmek için okuyorum” diyen okura hitap etmediğinizi söylüyorsunuz. Bir anlamda kafa tutma denebilir mi buna?
- Ben, derinlikleri arama ihtiyacı duymayan, sadece gösterilenlerle, çok yalın olanlarla yetinen okura kafa tutuyorum ve o benim okurum olmaz diyorum. Çünkü ben bir metni okurken kendimi ona adıyorum. Yazarlık kolay kazanılacak bir unvan değil. Yıllar ve emek gerekir bunun için. Ben ancak şimdi galiba yazar oldum diyorum. Ama otuz beş yıl geçti. Sözünü ettiğiniz sıradanlık ve vasatlık, edebiyata da bulaşmış durumda ya da edebiyat olduğu zannedilen, edebiyat kisvesi altında kendini gösteren kitaplara. Bu yüzeyselleşme beni rahatsız ediyor. Edebiyat bir mirastır, bir mirası devralmayı ve taşımayı bilmektir. Hem Abdülhak Şinasi Hisar’ın, hem Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, hem Sait Faik’in hem Oğuz Atay’ın hem Bilge Karasu’nun izini taşıyorum. Edebiyat olarak çıkıyorsam benim bir sorumluluğum var. Hulki Aktunç bir gün bana Kemal Tahir’le ilgili bir anekdot anlatmıştı, nurlar içinde yatsın: Genç bir yazar adayı ona okuması için bir dosyasını götürdüğünde Tahir şunu söylermiş: “Türk edebiyatında neyi eksik buldunuz da yazmaya talip oldunuz?” Aşağılayıcı gibi görünüyor ama değil. Bir yazarın, kendisine bunu sorması gerektiğine inanıyorum. Yazarlığın meşhur olmakla hiçbir alakası yok, daha doğrusu meşhur olmayı istemekle... Ama bugün ortalık, biraz da böyle yazarlarla dolu. Buna da kızıyorum. Ne yapalım ki hayat böyle. Dijital insandan ve ilişkilerden nasıl bir edebiyat çıkacak ileride, yaşarsak göreceğiz.
“HAYIR DEME CESARETİ GÖSTERDİM”
- Kitapta da altını çizdiğiniz üzere, edebiyatın esas varoluş meselesi ne size göre?
- Konuştuklarımızın ışığında bir yere varıyoruz. Bugün, edebiyata da bulaşmış bir vasatlık, bir sıradanlık var demiştik. Bu her alanda karşımıza çıkıyor, insan ilişkilerinde de var. Yüzeysellik, tüketme... İşte edebiyat bütün bunlara “Hayır!” demek için var. Edebiyat, hayır demektir; hayır deme cesaretini göstermektir. Edebiyat bununla varolur. Tarih süresince de bununla varoldu. Don Quijote de büyük bir “hayır”dı, tüm Ortaçağ’a. Balzac bir başka “hayır”dı. Marcel Proust, Balzac’a “hayır”dı. Bu hep böyle gitti. Baudelaire, haykırarak Paris’in o herkesin bildiği ışıltılarının arkasında ne kadar büyük bir karanlığı olduğunu söylemeye çalıştı bize. Onunki de “hayır”dı. Ben, mirası bilmeyi, mirasa sahip çıkmayı, mirası sürdürmeyi bunu yaparak ve taşıyarak da tüm sıradanlıklara “hayır” demeyi göze alıyorum. Sesimi ne kadar duyurabildiğimiyse ancak zaman gösterecek. Bugün bunu yapıyorum, elli yıl sonra ben burada artık olmadığım zaman, birileri hâlâ benim metinlerime dönme ihtiyacı duyarsa ne mutlu bana, dönmezse eyvallah. Dolayısıyla bunu yapmak için yaşıyorum ve beni yaşatan da biraz bu hayır diyebilme isteği, bundan vazgeçememem.
Yanlış Tercihler Mahallesi / Mario Levi / Everest Yayınları / 390 s.