Mario Levi’den “Bir Cuma Rüzgârı, Kadıköy”

Mario Levi’nin, anlatı tadında bağıntılı hikâyelerden oluşan romanı “Gördüklerimiz Göremediklerimiz-Kadıköy 1”, tüm kahramanlarıyla “evim” dediği semti Kadıköy’den evriliyor.

Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

 

gamze.akdemir@cumhuriyet.com.tr

Mario Levi’nin “Gördüklerimiz Göremediklerimiz” serisinin bu ilk romanındaki hikâyelerinin hepsi teğet geçen hayatlar, geleceğe dair kaygılar, kalmakla gitmek arasında bocalayışlar ve söylenemeyen gerçeklerle iç içe geçen bugüne ait hikâyeler.

Şefik Bey, Nimet Hanım, Süreyya, Kelebek Taci, Maria, Kaya, Nihat, Nihal, İhsan, Didem, Funda, Taner, Canan, Yorgun Sezai, Ludmila, Nadia, Natalia, Roger, Reha, Zehra, Hayri de bugünümüzün içinden esinlendiği bu kertedeki kahramanları.

Mario Levi’nin bu yeni İstanbul yolculuğu yedi kitap olarak planlanan bir seri. İlk durağı Kadıköy’de bir cuma günü. Sonraki kitaplardaysa okuru haftanın farklı günlerinde farklı semtler bekliyor. Ayrıca bu kitapta Levi’nin zamanın tanıklığı olarak gördüğü ve kendi tarafından çekilmiş, semte ait siyah beyaz fotoğraflar da yer alıyor.

Yazın keşiflerinde geleneğini bozmayarak yine herkesin göremediği gizli haritaların, o göremediklerimizin peşinde Levi. Freudyen tahlillerle bezeli bir okuma sunuyor.

İnteraktif romanın bir kahramanı da Levi’nin “öteki ben”î. Okurla sürekli temasta kalıyor, doğrudan konuşarak hiç yalnız bırakmıyor. Böylece aktif bir hikâye anlatıcısı, bir mihmandar ve yoldaş olarak yaklaştığı okurun tahmin ve düş gücünü hareket geçirmeyi amaçlıyor. Yepyeni bir oyuna, ortaklaşa bir okuma, yazma ve yaratım serüvenine, bir imeceye davet ediyor.

Serinin diğer kitaplarına yoğunlaşmaya devam eden Mario Levi, Yeditepe Üniversitesi’nde 22 yıldır, haftanın üç günü verdiği Yazı Yaratımı derslerine; ayrıca Moda’daki Mim Sanat Merkezi’nde, Teşvikiye’deki Atölye Maçka’da ve yılda iki kez, sekizer haftalık periyotlar halinde İstanbul Modern’de verdiği derslerine de devam ediyor.

Mario Levi ile “Gördüklerimiz Göremediklerimiz-Kadıköy 1”i konuştuk.

'TÜRLER ARASINDA ESKİSİ GİBİ KESKİN ÇİZGİLER YOK'

- Gazete Kadıköy’deki “Gördüklerimiz Göremediklerimiz” adlı köşenizde geçmişten ve bugünden anılar, izlenimler ve vargılarla buluşturuyorsunuz okurları. Hayal gücü, umut ve gerçeklik arasında bağlantılar kurarak… Romanlaşması nasıl oldu?

- Gazete Kadıköy’de yazmaya geçen yıl başladım. Önceleri haftada bir yazdım, şimdi on beş günde bir yazıyorum. Başlangıçta sadece Kadıköy’den hayali insan portreleri üzerine yazıyordum. İşin bu kadar gelişebileceğini de tahmin etmemiştim doğrusu. Yazdıkça buradan bir hikâye kitabı çıkarabilirim fikri doğdu.

- Bir roman fakat bileşik hikâyeler kimi anlatılar şeklinde bir yapısı var.

- Aslında ben de bir hikâye kitabı yapmak amacıyla yazdım. Hatta kitap bittiğinde ve yayınevine teslim ettiğimde bile bunun bir hikâye kitabı olduğu düşüncesindeydim.

Fikirlerine çok güvendiğim Everest Yayınevi’nde Cem İleri ve editörleri, kitabın ilk okumasını yapan edebiyat ajansım Nermin Mollaoğlu ve kitabın editörlüğü ile son okumasını yapan eşim Ece Levi, bunun aslında bir roman olduğunu söyleyince itiraz etmedim.

Dediğiniz gibi bileşiyor, hepsi birbiriyle bağıntılı hikâyeler çünkü. Türler arasında artık geçişlerin son derece belirsizleştiğine, türler arasında eskisi gibi keskin çizgiler olmadığına inanıyorum.

 

KAHRAMANLARIM BUGÜNÜN YARALI İNSANLARI”

- Romanınızın alt başlığı “evim” dediğiniz “Kadıköy”. Semtinizin insanlarını yazıyorsunuz. Hikâyelerinizin ve kahramanlarınızın tek ortak özelliği bunlar değil kuşkusuz.

- Kahramanlarım bugünün yaralı insanlarıdır. Hepsi zaafları, umutları, çelişkileri, yenilgileri ve zaferleriyle bir bütündür. Tek yönlü, tek boyutlu, sivri köşeli değiller, kendi ihtimallerine açıklar.

Kahramanlarım teğet geçtikleri ihtimallerle, keşkeleriyle, tüm sorunlara rağmen hayatla mücadele etmeyi bilir, hiç vazgeçmez ve gerekirse bunun bedelini de öderler. Romanda da dediğim gibi “Zaten bunun için buradayız”.

Kahramanlarım hayatta bir renk keşfedebilen insanlardır. Yaşlarına ve hayattaki deneyimlerine göre yargıları ve kaygılarıyla bugün her yerde karşılaşabileceğiniz insanlardır.

Şu anda bile bu hikâyelerin bin bir benzeri yaşanıyordur. Kadıköy çarşısına çıkın, bu insanları orada görürsünüz. Toplu taşıma araçlarına biniyorum, çarşı pazar dolaşıyorum, esnafla konuşuyorum. Kesinlikle idealize edilmiş insanların değil benim gibi hayatın içinde olan insanların peşindeyim. Edebiyatın da bu olduğuna inanıyorum.

 

İÇ DÜNYALARI ÇOK ÖNEMSİYORUM”

- “Bir Cuma Rüzgârı, Kadıköy-Gördüklerimiz Göremediklerimiz 1”, bu açıdan Freudyen tahlillerle de iç içe. Kahramanların imgesini ve hikâyesini kendince yorumlama ve geliştirme yolunda okura el veren bu yaklaşımınız yeni değil.

- Tabii, insan ruhunun derinliklerine inmeyi kendi becerim ölçüsünde hep deniyorum, bunu çok önemsiyorum. Psikoloji ve psikiyatri ile ilgili birçok okuma yaptım.

Hatta komik bir anımdır, bir psikiyatrist arkadaşım metinlerimden yola çıkarak bir gün bana aynen şöyle dedi: “Artık terapi yapabilecek donanıma sahipsin ama sakın ha yapayım deme!”

Kahramanlarımın iç dünyalarını yoğun işlemeye çalışıyorum. Bir kahramanın böyle derinleşebileceğine inanıyorum.

Bu konuda şanslıyım da çünkü bana yol göstermiş olan, ustam diyebileceğim bir Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Selim İleri, Oğuz Atay gibi pek çok yazar var. Fakat edebiyatımızda bu konuda hâlâ yol almamız gerektiği kanaatindeyim.

 

BAŞKA YAZARLARDAN ETKİLENMEYİ ZUL SAYMAM”

- Bu noktada diğer yazarlarınız kimler diye sormak isterim. Kimlerden, neler esinlendiniz?

- Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Selim İleri, Oğuz Atay’ın yanı sıra Orhan Kemal, Sait Faik ve Rıfat Ilgaz gibi yazarların yapıtları önce bir okur sonra da bir yazar olarak gelişmemde çok etkili, yol gösterici olmuştur. Başka yazarlardan etkilenmeyi zül saymadığım gibi bu etkileşimin gerekli olduğuna da inanıyorum.

Yabancı yazarlardan uzun yıllar Virginia Woolf, Kafka, Dosteyevski ve Marcel Proust’un etkisinde kaldım. Woolf ve Dostoyevski’nin az önce söz ettiğimiz o insan ruhunun derinliklerine inmesinden; Kafka’nın kara mizahından ve Proust’un o uzun cümlelerinden çok etkilendim.

 

HEP BİR ARAYIŞ İÇİNDEYİM”

- Kendi çektiğiniz fotoğraflar eşliğinde yayımlanıyor, insan manzaraları sunuyor romanınız. Semtinizin insanlarını sadece yazmakla kalmıyor hikâyelerini fotoğraflarla da tamamlıyorsunuz. Neden tercih ettiniz bunu?

- “Bu Oyunda Gitmek Vardı” (2015) romanımın ardından “Yanlış Tercihler Mahallesi”, “Bir Cümlelik Aşklar” ve ardından gelen bu kitabım ile bir sürecin içinde olduğumu hissediyorum. Sürekli bir arayış duygusu bu. Başka türlü ne yapabilirim, yazarlığımı daha ileriye nasıl götürebilirim düşüncesiyle hep bir anlatım arayışı içindeyim.

Bu arayışın neticesinde bu metinlerin, hikâyelerin bende çağrıştırdığı fotoğrafları da çekebilir miyim sorusu doğdu. “Gördüklerimiz ve Göremediklerimiz”in bir anlamda karşılığı gibiydi. Gördüklerimizin yanında göremediklerimiz de var ya da gördüklerimiz aslında göremediklerimizdir.

 

SÖZLERLE KENDİ FOTOĞRAFLARIMI ÇEKTİM”

- Baktığınız, gözlemlediniz, insanları görüp, fotoğraflarını çekip mi yazdınız yoksa önce yazıp sonra yazdıklarınıza mı insanları yakıştırdınız?

- Daha çok ikincisi, daha çok yazdıklarımın etkisi vardı. Yazar sözlerle kendi fotoğraflarını çeker ve yansıtır. Bu fotoğrafları insanların bende yarattığı çağrışımların izini sürerek çektim. İçinde mutlaka bir insan, bir kompozisyon olsun istedim.

Fotoğraflarla bir tespit yapmak istedim ve bunun yazdığım metinlere yeni bir soluk katabileceğini düşündüm. Özellikle siyah beyaz çekmeyi tercih ettim. Özellikle bir iki fotoğraf sanatçısının yorumları da yüreklendirici oldu.

Bir fotoğraf sanatçısı olma iddiasında değilim, amacım yazarın bakış açısını yansıtmak. Bir yazar 2020’li yıllarda İstanbul’u nasıl gördü? Bunu yansıtmak.

- Tramvayda tanıştığınız kişilerden de yola çıkıyorsunuz hikâyelerde. Hangi kahramanlarınızı esinlendiniz orada?

- Bir yaz akşam vakti, romanın ilk bölümlerinde resmi geçit yapan bir Şefik Bey, Kemancı Süreyya, Kelebek Taci ile karşılaştım. Çok basit bir karşılaşmaydı. Ben duraktaydım, önümde bir adam vardı aşağı yukarı ben yaşlarda. Onun dışında benden büyük gösteren iki adam daha vardı.

Benden büyük gösteren adamlardan biri arkada sigara içiyordu, bunun üzerine birdenbire sigara üzerine bir muhabbet başladı. Eski sigaralardan bahsetmeye başladık ve herkes adeta bir gösteri yapmaya başladı. İşte Gelincik vardı, efendim Bafra vardı, Birinci vardı gibi. En büyüğümüz de ben daha iyi bilirim havasında.

Saçma sapan diyebileceğim bir muhabbet döndü durdu! Ondan sonra tramvaya bindik ve herkes yoluna gitti. Fakat bu esnada karakterler zihnimde kıpırdanmaya başlamıştı bile.

EDEBİYAT BİR KEŞİF YOLCULUĞU”

- Harita böylece oluşmaya başladı yani.

- Evet ve devamı geldi çünkü çağrışımları durduramazsınız. Edebiyat bir keşif yolculuğu. Hakikaten haklarında sigara muhabbeti dışında hiçbir bilgim yoktu. Önümdeki adama Kumkapı’da bir meyhanede garsonluğu yakıştırdım. Arkamda duran ve bizden büyük gösteren adamı da subaylıktan kovulmuş eski bir Deniz Subayı yaptım. Bunu yapmak çok hoşuma gidiyor yani basit bir görüntüden yola çıkıp bir hikâyeye başlamak.

- Okuru da davet ediyorsunuz buna. Bir imeceye, okuma, yazma ve hayal etme faaliyetine. Bu kez nasıl bir oyunla karşı karşıyayız? Biliriz yapıtlarınızda bunu yapmayı seversiniz.

- Hem de nasıl severim. Okuru oyunun bir parçası yapmak isterken onlar da kendilerine göre bir kılığa girsin istiyorum. Nasıl eşlik etmek istiyorsa kendine o kılığı seçsin istiyorum. Bu arada şunu da söyleyeyim ki; bu romanı yazarken zaman zaman çok eğlendim. Kahramanlarımı güç durumlara düşürdüğüm anlarda mesela.

Kemancı Süreyya bazen kaçamaklar yapıyor, tereddütler yaşıyor. Orada bir kafede garson olarak çalışan Funda birdenbire kahve içen Zehra ile karşılaşıyor. Onların bilmeden birbirlerine yaşattıkları, birbirlerini yanlış anlamaları var; onları seviyorum.

Sonra yine Funda ile bir başka kahraman bir kitapçıda bir araya geliyorlar. Aslında onları birleştiren çok yakın bir bağ var ama onlar bunun, birbirlerinin varlığının farkına varmıyorlar bile. Bu gibi anları seviyorum.

 

YAZAR, OKURUYLA YOLDAŞ!”

- Yazar, okurla sıklıkla iletişime geçiyor romanda. İnteraktif bir iletişim kuruyor. Okurun hep yanında yöresinde, temasta! Tezini dayatmadan yol göstermekle, rehberlik yapmakla yetiniyor.

- Evet ve okurla yoldaşlık kuruyor. Okura şunu diyor aslında; “Hadi gel, gel bakalım”. “Hadi gel atlayıp gidelim” veya “Dur bakalım nereye gidiyorsun? Gitmek yok, daha işlerimiz var”.

- Şaşırtmacayı da seviyorsunuz. Okura sürekli olasılıklardan bahsediyorsunuz. Olasılıklar sonsuz, olabilir de olmayabilir de diyorsunuz pek çok avazda. Sıklıkla ters köşe oluyor okur.

- Öyle olmasa tadı çıkmaz. Okurun bu yolculuktan maksimum faydayı çıkarabilmesini isterim. Onun için birlikte ve ayrı ayrı nasıl olursa olsun hayal etmeli ve harekete geçebilmeliyiz. Daha önceleri bu yaklaşımı denedim ama bu kadar belirgin değildi. Burada ise romanın omurgasını teşkil ediyor.

- Her bir hikâyenin sonunda iki kişi olan biteni değerlendiriyor, tartışıyor. Birisi yazar ama diğeri belli değil.

- Burada da yorumu okura bıraktım. O kişi belki okur olabilir belki yazarın öteki beni olabilir. Açıkçası ben de bilmiyorum.

 

SERİNİN ÜÇ KİTABI DAHA HAZIR”

- Romanın devamı nasıl gelecek?

- Yedi ciltlik bir seri olacak. Sonraki ciltler bir devam romanı olarak hem görülebilir hem de görülmeyebilir. Yedi kitabın her biri İstanbul’un farklı bir semtinde ve haftanın farklı bir gününde geçecek. Her kitap için bir günün seçilmesinin hiçbir özel sebebi yok. Bu kitap Kadıköy’de bir cuma günü geçiyor.

İkinci kitap Şişli, Osmanbey, Feriköy, Kurtuluş civarında bir Salı günü geçecek meselâ. Sonraki kitaplar sırasıyla Eminönü, Beyoğlu, Adalar, Sur içi yani Balat, Hasköy, Samatya ve biraz Anadolu biraz da Rumeli olmak üzere Boğaz şeridinde geçecek.

Şu an sonraki üç kitabı yazmış bulunuyorum. Tercihim senede iki kitap çıkması, ikinci kitap da muhtemelen eylül veya ekim ayında yayımlanabilir.

Bir Cuma Rüzgârı, Kadıköy-Gördüklerimiz Göremediklerimiz 1 / Mario Levi / Everest Yayınları / 247 s.