Linçlerden ezilerek değil, güçlenerek çıktım

Gazeteci-yazar Mine Kırıkkanat’ın bazıları salt kurgu gibi görünse de, Rapunzel hariç hepsinde gerçek olaylardan esinlenen yeni kitabı Kaf Dağının Ardı Belki kitabı çıktı. Birkaçının esin kaynağı kendi yaşamı. Öykülerinin onu sevenleri, gizli dünyasını keşfetmek isteyenleri gülümsetmesini, duygulandırmasını dileyen Kırıkkanat’la buluştuk, yeni kitabını, biraz da herkesi kızdıran hallerini konuştuk.

İpek Özbey

- Mine, dostluğuna sığınarak şu soruyla başlamak istiyorum: Ne kadar sevenin olduğunu biliyorum, ne kadar sevmeyenin olduğunu da... Yakın arkadaşın olarak, seninle ilgili sürekli, “Tanısanız çok seversiniz” cümlesini kullandığımı da itiraf etmeliyim. Seni kimler seviyor, kimler sevmiyor?

Atatürk’ü sevmeyen beni niye sevsin? Dünya tarihinde hayranlık ötesinde önder kabul edip örnek aldığım tek kişi, Atatürk’tür. Dehasına, birikimine elbette erişemem. Ama gösterdiği yolda giderim. O nasıl her olasılığı değerlendirdikten, herkesi dinledikten sonra verdiği kararı artık kimseyi dinlemeden, bedelini ödemeyi göze aldığı eşsiz bir cesaret, özgüven ve az rastlanır bir özveriyle verip kazandıysa; ben de küçük dünyamda, tabii ki onunkiyle ölçülemeyecek önemsizlikteki yolumda aynı kararlılığı gösteririm. Başarırım, başarmam, doğru yaparım, yanlış yaparım, bedelini öderim; ama kellemi verir, taviz vermem. Şimdi böyle sivri bir kişilik olup Atatürk kadar başarılı ve büyük olmamanın elbette dezavantajları oluyor (burada okurlardan gülümseme bekliyorum). Aslında Türkiye’de mesleğinde sivrilen pek çok gazeteci yazarın kaderini paylaşıyorum. Yılmaz Özdil, Uğur Dündar, Soner Yalçın ve vb. gibi benim de çok sevmeyenim, çok düşmanım var. Birinci grup çok kalabalık. Aynı kalabalık Atatürk düşmanı. Dolayısıyla ne mutlu, bana! 

- İkinci grup kim?

İkinci grup, hedef aldıklarım  ve hedef aldıklarımın çevresi. Eh onlar da ya «yetmez ama evet»çi ya da onların hazımsız, çünkü yarı aydın çevresi. Ortak özellikleri, küresel politikanın herkesi aynı potada eritmeyi, dolayısıyla başarılıyı başarısızla, zekiyi aptalla, cahili bilgiliyle aynı tutup kaliteyi aşağı çekmeyi hedefleyen «politically correct» bekçileri olmaları. Cahile cahil, çirkine çirkin dediğim için hop oturup hop kalkıyorlar. Aslında kendileri üniformal rendelik görevi üstlenmiş, küresel politikanın yarattığı tek tip kişiler. Özgün olamadıkları için özgüne düşmanlar. Eh bunların da düşmanlığı vız gelip tırıs gidiyor, doğrusu. Sen beni bilirsin. Mütevazı bir gelirle yaşarım. Ama çok zenginim! Dost zenginiyim. Sevenlerim, sevmeyenlerden kat ben kat fazla. Ağabeyim İlhan Selçuk haklı çıktı, kendisini minnetle anıyorum. İlk kitabım Gülün Öteki Adı’nın önsözünü İlhan Selçuk yazdı. Ve önsözü teslim ederken, “Minecim, bir gün bu ülkede çaldığında açılacak, seni bağrına basacak en az 50 bin dost kapısı olacak. Bu büyük bir güçtür gerisine aldırma” dedi. Beni severdi. Ne öngörmüştü, bilmiyorum. Ama bugün, çaldığımda açılan pek çok dost kapısı var. Gerisi umurumda değil.    

- “Lince alışkındım” diyorsun, insan lince nasıl alışır?

Suç oluşturmayan bir eleştiri yazmışım, mizahi bir yorum yapmışım. Binlerce kişi küfür, hakaret, emniyete ihbarlar, hatta savcılıkta reddedileceği belli maydanoz davalarla falan üstüme geliyor. Son derece ölçülü, ama elbette komik ya da vurucu lafıma hep belden aşağı, yani aslında verilecek cevabı olmayanların küfürlerle karşılık verdiğini görünce artık etkilenmemeye başladım, linçlerden. Tehditleri tabii ki ciddiye alıyorum, gerekeni de yasal çerçevede yapıyorum. Ölüm tehdidi gönderen birini özel takiple deşifre etmiş, Frankfurt polisine şikayet etmiş ve sonuç almışlığım da var. Boşvermiyorum. Ama Türkiye’de yaşıyor ve yazıyorsan, üstelik sivri dilliysen, lince de alışıyor, aldırmaz oluyorsun, işte. Hatta yararı bile dokunuyor bazen: Twitter hesabım, Melih Gökçek beslemesi olduğu anlaşılan korsan grubu tarafından ele geçirilip geri alındıktan sonra «verified» simgesi kazandı. Başka bir deyişle, linçlerden ezilerek değil güçlenerek çıktığım bile söylenebilir.     

Fotoğraflar: Kaan Sağanak

- Korku eşiğin nerede başlıyor?

Cesaret nedir biliyor musun? Korkuya rağmen savunduğun kalenin, fikrin, ilkenin arkasında durabilmektir cesaret. Asıl sorun korku değil, ürkeklik. Ürkekler çabuk ve kolay korkutulur. İşte bu anlamda, tabii ki ürkek değilim. Gerçekten korkmak gerektiğinde korkarım, ama korktu, döndü dedirtmek, beni daha çok yıkar. Dolayısıyla belli etmem, tehlikeyi göze alır ve yoluma devam ederim. Bu benim hem en güçlü, hem de en zayıf, aslında aptal yanım. Aptalca cesaret gösterdiğim zamanlar da var ve bedelini ağır ödedim. 

- “Kaf Dağının Ardı Belki” kitabında yer alan hikayelerde sen ne kadar varsın? Örneğin sirkteki  bıçakçı kadınla  nasıl bir bağ kurdun?

1986’dan beri yalnızca gazetecilik ve kitap yazarlığıyla hayatımı kazanıyorum. Pek çok iş teklifini, seçtiğim yoldan sapmamak için reddettim. Ücretimin ödenmediği, yazılarımın çöpe atıldığı zamanlar oldu. Çok zor durumlara düştüm ve tabii, niçin böyle bir özveriye devam ettiğimi, illaki yazmakta ısrar ettiğimi sorguladım. İşte böyle bir zamanda kurguladım Bıçakçı öyküsünü. Kendimi her gün artık yazmayayım diye elimi bileğimden kesip, ertesi sabah yeniden çıkan elimle yeniden yazarken hayal ettim. Madem kalem kılıçtan keskindi, medyayı bir sirk olarak düşündüm. Kendimi de hedefi daima on ikiden vuran, artık eli çıkmasın, artık bıçak atamasın diye dua eden, Bıçakçı. Küçüklüğümden beri bıçaklara karşı bir zaafım, hatta bir koleksiyonum vardır, torunum ulaşamasın diye sakladım, şimdi nereye koyduğumu bulamıyorum!   

- Aslında ben en çok “Köpekbalıkları”nı merak ettim, azınlık iken sinsi, çoğaldıkça dişlerini gösteren köpekbalıklarını... Kim onlar?

Cumhuriyet gazetesini Atatürk ilkelerinden saptırmak için yapılan ilk darbenin failleri. 1991’de Nadir Nadi’nin ölümünden sonra ‘dinazor’ dedikleri İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Ali Sirmen, Melih Cevdet Anday gibi yazarların istifasıyla gazeteye el koyan ‘İkinci Cumhuriyetçi’ takımı. İşe bakın ki aynı takımın artıkları ve gölgedeki aklın müridleri yakın geçmişte ‘yetmez ama evetçi’ kimliğiyle 2013’ten öteye Cumhuriyet’i ikinci kez ele geçirdiler. Her iki darbe sırasında da gazetedeydim ve onlardan olmamamın, Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine sadık, yani Atatürkçü olmamın bedeli ödetildi. Her iki darbe de hüsranla sonuçlandı, ikincide gazetemizi 2018’de Dr. Alev Coşkun sayesinde geri alabildik. Kendisine saygı ve minnetle. Bir ayrıntıya dikkat çekmek isterim: Osman Kavala, bugün suçsuz olarak hapiste yatıyor olabilir. Ama Cumhuriyet’e 1991’de darbe yapanlar da Osman Kavala’ya yakındılar; Aydın Engin’in yazışma ve konuşmalarına göre 2013’te gazeteyi ele geçiren ekip de Osman Kavala’dan AB fonu almak için yardım istemiş. Yani 22 yıl arayla aynı takım, aynı zihniyet, aynı güvenilen dağlara kar yağdırdık. Ne mutlu bize.     

     

- O bölümde bir cümle var: Kendisinden daha iyi yazmıştı kadın, daha iyi koşmuştu. Onun yıllardır hayalini kurup gerçekleştiremediği kitaplara atmıştı imzasını. Bir zamanlar, küçücük duyumsardı kendisini, onu adı geçtiğinde. Ama bitmişti işte... Bu kadın sen misin, peki diğeri?

O kadın benim. Karşımdaki da Cumhuriyet’e birinci darbe sırasında genel yayın yönetmeni olan ve ikinci darbecilerin ‘Hasan abi’si Hasan Cemal. 1986 yılında ilk yazımı yayımlayan, İspanya muhabirliğimi onaylayan yönetmendi. Sonradan eşi olan Ayşe Sözeri de, kendisi de yakın arkadaşlarımdı. 1991’deki darbede, savaş açtığı İlhan Selçuk öneriyor, Uğur Mumcu ve Ali Sirmen destekliyor diye aylarca Paris’e tayinimi onaylamadı. Onayladıktan iki ay sonra da maaşım kesildi, bir yıla yakın süren Cumhuriyet kavgası sırasında başta kendisi hepsi maaşlarını aldılar, Emine Uşaklıgil ve Hasan Cemal ekibi, en vurucu röportajlarım yayımlanırken beni ve oğlumu süründürdüler Paris’te. Hasan Cemal’de daima yazı gücüme karşı hayranlık ve kişiliğime karşı nefret duyumsadım. Ayşe Sözeri’nin hatırına, buna rağmen nefret etmedim kendisinden, söylenmekle yetindim. Ama yıllar geçtikçe ikisi için de para ve güç dostluğun önüne geçti. Büyük küçük, her tür iktidarın yanında yer aldılar. 2007 yılında karı koca Cemal’leri hedef alan bir yazıyla ilişkimi kestim, zaten yaralı dostluğumuzu bitirdim. Sadece benim için değil, çoğu insan için artık yok hükmündeler.              

SÖZDE DEVRİMCİLİKTEN VAZGEÇTİM

- 68’li devrimcilikten nasıl vazgeçtiğini anlattığın bir bölüm var, okuyanları yine kızdıracaksın...

Devrimcilikten vazgeçmedim, 68 Mayıs devrimini tam da bu devrimin yıkmak istediği gelenek göreneklerle yozlaştıran ve özde herkese yaranmak peşinde ilkesiz politikacılardan farksız, ’sözde devrimcilik’ten vazgeçtim. Toplumu estetik ve kültürel alanda ileriye taşımak yerine toplumsal geriliğin sembollerini devrimci ilan eden ataerkil ve eril kültürden vazgeçtim. Ne kadar haklı olduğum da görüldü zaten: Dünyaya kadın ve erkeğin eşit olduğunu vurgulayan bireysel özgürlükleri getiren 68 Mayıs’ı, Türkiye’ye kişisel özgürlükleri eril köy kültürüyle kısıtlayan ve köylüye de yaranamayan bir gericilik getirdi. Kadın ve erkek eşitliği de böylece gömüldü.       

AŞKLARIM, SAVAŞLARIM VE YAŞADIKLARIM

- Aslında bu kitap, yazmakta olduğun otobiyografik kitabın da ayak sesleri değil mi?Hayatının ne kadarını anlatacaksın, seni görünce hep aklımda aynı soru, “Kaç hayat yaşadın Mine’cim?”

Evet öyle. İçgüdüsel anlamda yazmaya başladığım romanın ayak sesleri oldu bu kitap. Herkesin hayatı romandır. Ama ‘İsyan daima denizde başlar’da yazdığım gibi, benimki sonunda nehir roman oluşturacak öykülerle dolu. Ana tarafından Fatih Sultan Mehmet ordusuyla İstanbul’a yerleşen bir aileden geliyorum. Baba tarafından Balkan savaşlarıyla Bosna’dan, Bulgaristan’dan göçmen… Çok şehit vermiş ailemin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş öyküsü, zaten roman. Heyecanlı bir film tadında kendi maceralarımı eklersek, sanırım üç hayat yaşadım ki, roman da üç cilt olacak. Herşeyi yazacağım. Aşklarımı, savaşlarımı ve tabii ki sinema, edebiyat, medya dünyasında tanıdığım ünlü kişiler, iyiler ve kötülerle yaşadığım her şeyi.   

 OPERASYON YAPILMASAYDI HAPİSTEYDİM

- Mine, 2 yıl önce çok önemli bir operasyon yapıldı Türkiye’de... Adnan Hoca’ya yönelik... Senin de bu konuda nasıl tek başına mücadele verdiğini biliyorum... hâla gidip mahkemelerde ifade veriyorsun... Bu noktada neler söylemek istersin? Yakalandığında ne hissettin mesela?

Adnancılar kaçmıyordu ki yakalansınlar? FETÖ’nün kumpaslarda teknik destek ekibi olan bu organize suç ve casusluk örgütü devletin içine şantajla, muhbirle sızdığı için bazı politikacılar ve muktedirler tarafından yıllarca kollandı. Peşlerine düşen emniyet mensuplarının hayatları karartıldı, davalar düşürüldü, FETÖ yargıçları tarafından kurtarıldılar. Sonunda cesur, dürüst ve iyi hazırlanmış bir emniyet ekibi, son operasyonu kimseye haber vermeden yaptığı için şimdi içerdeler. Ama hala kurtarılmaya çalışıyorlar, uluslararası casusluk yaptıkları için de hala etkinler. Tutuklandıklarında, çok şanslı olduğumu düşündüm. 2007 yılından beri hem FETÖ, hem Adnan Oktar cemaatine karşı mücadele ediyorum. Onlar da onlarca davayla beni bitirmeye çalıştılar, haliyle. Zaten 2013’te Cumhuriyet’te yayımlanan «Dünya yalan, narkoz şirketten» başlıklı yazıma hem Fethullah Gülen, hem Adnan Oktar şahsen dava açtılar. Eğer karar aşamasından önce FETÖ’ye operasyon yapılmasaydı, Adnan Oktar’a operasyon yapılmasaydı bugün hapisteydim. Halen süren davaya müdahil ve onları kurtarmaya çalışan politikacı ya da hukukçu, tüm işbirlikçilerinin peşindeyim.