Küreselleşme yok, kürede selleşme var

Küreselleşme dalgasının yükseldiği 1980’li yıllardan itibaren işlenen ana konu şuydu: Dünya küçülecek, bir köy haline gelecek!

Mustafa Balbay

Küreselleşme dalgasının yükseldiği 1980’li yıllardan itibaren işlenen ana konu şuydu:

Dünya küçülecek, bir köy haline gelecek!

Bu “öngörü” şöyle gerçekleşti:

Dünyada emeğin değeri küçüldü, sermayeye bütün sınırlar kalktı. Bu sınırsızlık, eşitsizliği de adeta sınırsız hale getirdi. Gelir uçurumu derinleşti. İnsanlar bu uçurumu aşıp, neredeyse köle koşullarında yaşamak için ülkelerini terk etmeye başladı. 

Başlangıçta sunulan bu değildi. 

Küreselleşme tartışmalarının yükseldiği 1980’lerde zengin kuzey ülkeleri dünyadaki toplam refahın yüzde 65’ine sahipti. Bu oran her 10 yılda fakir ülkeler aleyhine değişti. Bugün 90’a 10 oranına kadar geldi. Zengin ülkelerin kendi içinde de uçurum var. Örneğin ABD’de en zengin yüzde bir, öteki yüzde 99’dan daha zengin. Dünyada da böyle. En zengin ilk 20 ülke ile en fakir son 20 ülke arasındaki fark 50 katı buluyor!

Sosyal bilimci, sosyolog, kent ve bölge plancısı Prof. Dr. İlhan Tekeli uzun yıllardır sözünü ettiğimiz konularda çalışma yapıyor. Kendisiyle Ankara Oran’daki evinde, kitapların ortasında dört saat kadar konuştuk. Genel bakıştan daha farklı düşünceleri var. Prof. Tekeli, bu eşitsizliklere oyunun dışında kalarak çözüm bulmanın zorluğuna dikkat çekiyor. Prof. Tekeli’ye göre en büyük sorun “gerçeğin değersizleştirilmesi”. Küreselleşmeciler sorunları görüyor, kabul ediyor, ama sadece kendi çözüm önerilerinin konuşulmasını istiyor, bunun dışında her şeye kapıları kapatıyorlar. 

Uluslararası ilişkiler uzmanı, kitapları Türkçe dışında en çok dile çevrilen bilim insanlarımızdan Prof. Dr. Türkkaya Ataöv ise gerçeklerin konuşulmaması sorununu küresel dalganın aydınları yutmasına, değişik yöntemlerle kendine çekmesine bağlıyor. Kitapları için ayrı bir kat satın alan Prof. Ataöv’le hem evinde hem kitap katında söyleştik. Prof. Ataöv, Amerikan emperyalizminin her kıtanın özelliğine göre yöntemler uygulayarak ülkelerdeki yurtsever çıkışları etkisizleştirdiğini örneklerle anlattı. 

12 Eylül’e giden yol: 24 Ocak

Türkiye’de sermaye küreselleşmesine en büyük adım 24 Ocak 1980’de atıldı. Tarihe 24 Ocak kararları diye geçen bu adımla, ilk aşamada Türk Lirasının değeri yüzde 30 küçüldü. Tarıma destek azaltıldı. KİT’ler değersizleştirildi. Devamında satışlar geldi. Bütçeden sosyal devletin gereği olan kalemler kaldırıldı. 

Bu kararların seçimle gelen bir hükümetle uygulanması çok zordu. 24 Ocak kararlarından sekiz ay sonra 12 Eylül 1980 darbesi geldi. 

12 Eylül’e giden yolla ilgili pek çok değerlendirme yapılabilir ama, dikkatten uzak tutulmaması gereken bir ayak da buydu. 

12 Eylül öncesi ve sonrasında çalışanlar açısından ne değişti?

1980 başında 8 dolar olan saat başı ücret, 1983 sonunda 4 dolara inmişti.

Bu sürecin siyasal liderliği nasıl özetlenebilir?

24 Ocak 1980 kararlarının mimarı Turgut Özal, o dönem Başbakanlık Müsteşarı idi.

12 Eylül 1980 askeri döneminin ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Turgut Özal’dı.

6 Kasım 1983’te yapılan seçimlerle iktidara gelen ANAP’ın Genel Başkanı ve Başbakan Turgut Özal’dı.

DİSK’e yönelik saldırılar

12 Eylül’e yolun başı olarak genellikle 1 Mayıs 1977’de ana düzenleyiciliğini DİSK’in üstlendiği Taksim mitingine yönelik saldırı kabul edilir. O kıyamet gününde 36 kişi ölmüş, yüzlerce katılımcı yaralanmıştı. 

12 Eylül 1980 öncesi son büyük saldırı yine DİSK’e oldu. 13 Şubat 1967’de kurulan DİSK’in ilk Genel Başkanı Kemal Türker 22 Temmuz 1980’de öldürüldü. DİSK’e yönelik saldırı 12 Eylül sonrasında da sürdü. 25 Temmuz 1981’de DİSK’e başlı Deri-İş Genel Başkanı Kenan Budak öldürüldü.

Tarihi biraz daha geri almak gerekirse 12 Mart 1971 cuntasına giden yol için de DİSK’in düzenlediği 15-16 Haziran 1970’de binlerce işçinin İstanbul’dan yola çıkıp Ankara’ya yönelmesi önemli kilometre taşıdır.

DİSK’in Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun gelinen noktadaki görüşlerini sütunlarımızda okuyabilirsiniz.

Sonuç olarak son küreselleşme dalgası çevreden insan yaşamına hemen her alanda kürede selleşme yarattı. Diyalektiğin kuralı şudur: Bir konu sorun olarak masaya yatırılmışsa, çözüm başlamış demektir.

SERMAYENİN DEĞİL, HALKIN EGEMENLİĞİ!

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu Cumhuriyet’in sorularını yanıtlarken, 40 yıl süren küreselleşme masalının bittiğini vurguladı. Çözümün, DİSK’in 16. Genel Kurulu’nda vurgulanan “sermayenin değil, halkın egemenliği” olduğunu söyledi. Neo-liberal politikaların otoriter yönetimlere gereksinim duyduğuna dikkat çeken Çerkezoğlu, “Artık geri çekilecek yer, korkulacak bir şey kalmadı. Sol Türkiye’nin geleceğidir” dedi.

- Küreselleşmenin yarattığı eşitsizlik, bu süreci en güçlü savunanların da kabul ettiği bir sorun haline geldi. Sizin gözünüzle küreselleşmede gelinen nokta nedir?

En başta söylemem gereken şey, tüm dünyada üretilen değerin küresel toplumsal ve sınıfsal dağılımında ciddi bir çarpıklık yaşanıyor olduğu. Bir yandan ücretli çalışma yaygınlaşırken, öte yandan ücretlilerin, yoksul halkların toplumsal zenginlikten aldığı pay gittikçe azalıyor. Kapitalist küreselleşmenin ve neo-liberalizmin 40 yıllık masalı artık bitti. Hatta kâbusa döndü. Sorun on yıllardır bir masala inandırılmaya çalışılan yoksulların ve ezilenlerin bu kâbustan çıkışının yollarını bulmakta. Görünen o ki kapitalist küreselleşmenin, neoliberalizmin “içinden” bir çözüm üretilemiyor. Üretilemeyecek!

Robotlar ve otomasyon işçi sınıfını azaltmadı

- Solun, sermayenin küreselleşmesine koyduğu tavır başlangıçta toplumsal kabul görmemişti. Bugün solun alternatif üretme gücünü nasıl görüyorsunuz?

40 yılı aşkın süredir dünyada uygulanan neo-liberal politikalar, işçi sınıfının iki yüzyıllık mücadelesiyle elde ettiği sosyal, ekonomik ve sendikal hakları tahrip etti. Kamu ekonomisinin ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi sonucunda emekçilerin sosyoekonomik kazanımlarında ciddi kayıplar yaşanırken kamu kaynakları sermayeye peşkeş çekildi. Sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik giderek kamusal haklar olmaktan çıkarıldı ve ticarileştirildi. Sosyal haklar budandı, çalışma hayatı güvencesiz, esnek ve eğreti hale geldi. Bu konuda sol ve işçi sınıfı direndi ancak bu direniş yeterli olmadı. Burada toplumsal kabulden çok güçler dengesinden bahsetmek daha doğru olur. Bu konuda her düzeyde özeleştirel bir değerlendirmeye ihtiyaç var. Ancak şurası kesindir ki, liberal tezlerin iddia ettiği gibi dizginsiz bir piyasa düzeni ile gezegenimize demokrasi gelmedi. Tersine neo-liberalizm, baskıcı ve otoriter rejimlere ihtiyaç duydu. Eşitlik, barış, demokrasi, dayanışma gibi değerleri işçi sınıfından ve soldan başka savunacak özne kalmadı. Neo-liberal kapitalizmin çöküşüne bir yanıt yaratılması mümkün ve zorunludur. Aksi halde düzen içinden gelen yanıtların daha da baskıcı, otoriter rejimler olduğu artık tüm dünyada görülmektedir.  

- Teknolojik gelişimle birlikte, alın terinin beyin teri karşısında yeri, ağırlığı, siyasal karşılığı nedir?

Son 30 yıl bize gösterdi ki, robotlar ve otomasyonun gelişimi emek gücünü satarak yaşamını sürdürenlerin, ya§ni işçi sınıfının sayısını azaltmadı. Aksine dünya tarihindeki en büyük işçileşme süreçlerinden biri yaşandı/yaşanıyor. Güvencesiz çalıştırma-taşeronlaştırma neredeyse tüm iş kollarında, tüm statülerde, kamudan özel sektöre, mavi yakalısından beyaz yakalısına, sanayiden hizmetlere, kol işçisinden fikir işçisine tüm ücretlilerin çalışma koşullarının ortak bir niteliği haline geldi. Bugün dünya işçi hareketi örneğin, duygusal emeği tartışıyor. Bu noktada, emek gücünü korumak isteyenlerin çalışma koşullarındaki yakınsama, aslında iş kollarını, statüleri, yaka rengini aşan bir örgütlenmenin, yani eskisinden farklı bir örgütlenmenin nesnel koşullarını da olanaklı kılıyor. 

Mücadeleleri örgütleyen esas olarak soldur

- Kilometre taşları olarak 1960-70-80-90 ve 2000 yıllar içindeki değişimi ve bugünkü durumu dikkate alırsak Türkiye’de solun siyasi yelpaze içindeki yeri nedir?

Türkiye solu bu ülkenin güvencesidir, geleceğidir. 1960’larda emperyalizme karşı mücadelenin, 1970’lerde faşizme karşı mücadelenin, 1980’lerde cuntaya karşı demokrasi mücadelesinin yürütücüsü sol olmuştur. 1990’larda ve 2000’lerde neo-liberal dönüşümün özelleştirme, taşeronlaştırma, güvencesizleştirme gibi toplumun büyük bir bölümünü tehdit eden saldırılarına karşı ve emperyalizmin Ortadoğu’daki savaş planlarına karşı mücadeleleri örgütleyen esas olarak soldur. Çok küçük bir çıkar grubu dışında herkesin giderek yoksullaştığı ve güvencesizleştiği bir ülkede, bu neo-liberal yıkımın karşısında politikasını doğru bir yerde inşa etmiş bir hareketin ihtiyacı ortadadır. Gezi’de ipuçları görülen daha yaratıcı, daha genç, daha kadın, daha cüretkâr ve gündelik hayata değen gerçek bir harekettir bu ülkenin geleceğini kuracak olan.   

Türkiye’yi var edenler inisiyatif almalı 

- Araştırmacılara göre, CHP’nin solundaki partiler ve siyasi akımlar iktidar tarafından “sistem dışı” muamelesi görüp hedef haline getiriliyor. Bu görüşe katılır mısınız? 

Kuşkusuz doğru bir saptama. Ancak bir yönüyle de eksik. Çünkü bu iktidarın, bu rejimin sadece CHP’nin soluna değil, artık kendi dışındaki hiçbir siyasal oluşuma tahammülü kalmadı. Bu tahammülsüzlük elbette ki zayıflıktan kaynaklanıyor. Her türlü hakkı hukuku yok sayılan milyonlar, işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler, gazeteciler, aydınlar, akademisyenler, yani Türkiye’yi var edenler, tüm değerleri ve güzellikleri üretenler örgütlenerek memlekete sahip çıkacak bir inisiyatif almalı. 

- Türkiye’de solun iktidar seçeneği olması için bir zeminin oluştuğu düşüncesi büyüyor. Bu düşünce yaşama geçer mi?

İnsanca yaşayabilmek ve geleceğe umutla bakabilmek için neoliberalizmin ve otoriter rejimin tahribatlarını ortadan kaldıracak ve harcında eşitlik, özgürlük, demokrasi, sosyal ve ekonomik haklar olan emeğin dünyasını ve Türkiyesi’ni inşa etmek mümkün ve zorunludur. Yakın zamanda gerçekleştirdiğimiz, DİSK’in genel kurulunda bu perspektifin köşe taşlarını ortaya koyduk: Emeğin Türkiye’si, sermayenin değil halkın egemenliğini, sömürüye karşı emeğin haklarını, toplumsal zenginliğe el koyan yüzde 1’in değil toplumun yararını esas alan ekonomi politikalarını içerir, insan onuruna yaraşır bir iş ve ücret, kamusal sosyal güvenlik ve sendikal hakların eksiksiz güvence altına alınması demektir. Emeğin Türkiyesi’nde çıkarcılık ve dışlanmaya karşı dayanışmanın geliştirilmesi hedeflenir. Emeğin Türkiyesi çok sesliliği, çoğulculuğu, Kürt sorunu başta olmak üzere bütün toplumsal sorunların demokratik çözümünü, yurtta, bölgede ve dünyada barış politikasını benimseyen demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinin egemenliğini esas alır. Sosyal hukuk devleti ilkesine dayalı demokratik bir anayasa ile güvence altına alınmalıdır.

- Bugünkü gençliği nasıl görüyorsunuz?

Gençlik umudumuzdur. Ve bu boş bir umut değildir. ÖSYM’deki şifre skandalının ardından ayağa kalkan gençler, Gezi’de doğayı ve demokrasiyi savunan, üniversitelerde aklı ve bilimi savunan gençler, 8 Mart’larda ayrımcılığa ve şiddete karşı sokaklara çıkan genç kadınlar, işçi direnişlerinde hep en önde olan genç işçiler geleceğin umududur. 

Demokrasinin olmadığı yerde emeğin hakkı olmaz

- Solun insan ve düşün kaynaklarının başında sendikalar geliyor. Bu açıdan Türkiye’de durum nedir?

Her 100 işçiden sadece 10’unun sendikalı olabildiği bir ülkede yaşıyoruz. Sendikalı olmak işten çıkarılmak demek, grev hakkımız fiilen ortadan kaldırılmış durumda. Son 17 yılda 200 bin işçinin grevi, erteleme adı altında yasaklandı. Üstelik grev yasaklamayı, yerli ve yabancı sermaye temsilcilerine övüne övüne anlatan “tek adam” tarafından yönetiliyor bu ülke. Böylesi bir ülkede demokrasinin var olması zaten mümkün değildir. Her zaman dediğimiz gibi, demokrasi işçinin ekmeğidir; demokrasinin olmadığı yerde de emeğin hakları olmaz, emeğin haklarının olmadığı yerde de demokrasiden söz edilemez. 

- AKP iktidarı ile birlikte şöyle bir baskı gelişti: İşveren işçileri topluyor. AKP’ye oy vermezseniz, işyeri kapanır. Ona göre, diyor. Bu baskı türüne ne diyorsunuz?

Güvencesizlik sadece ekonomik değil, siyasal çıkarlara da hizmet eder. İş güvencesi olan, örgütlü bir işçinin iradesini hiçbir alanda teslim alamazsınız.

- Dinin sendikal alanda kullanımına ilişkin neler söyleyebilirsiniz?

Sendikal örgütler, din, dil, ırk, inanç gibi ayrımlar gözetmeksizin tüm işçilerin hak ve çıkarlarını savunması gereken örgütlerdir. Bu ülkede iş cinayetleri “kader”, “fıtrat” denilerek aklanıyor,  işçilerin sendikalaşması, çeşitli dini kavramlar “kullanılarak” engellenmek isteniyor. İnsanların inançlarının bu şekilde sermaye birikimini ve iktidarı güçlendirmek için kullanılması, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını tehdit etmektedir. Bu nedenle laiklik işçi sınıfının önemli bir mücadele konusudur.

‘BEYAZ YAKALILAR’LA ‘MAVİ YAKALILAR’IN BİRLİKTELİĞİ 

Mehmet Şakir Örs

Gazeteci-Yazar

Günümüzde ortaya çıkan ekonomik sömürünün, insan hakları ihlallerinin, ekoloji ve çevre sorunlarının üstesinden; ancak emek ağırlıklı ve insan odaklı, sol ve sosyal demokrat temelli bir siyasal mücadeleyle gelinebileceği gerçeği, bugün her zamankinden daha çok kendini hissettiriyor. Bu bağlamda, uluslararası sol ve sosyal demokrat hareketin, ciddi bir silkinmeye ve yenilenmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Peki ne yapmalı?:

- 21’inci yüzyıl ve içinde bulunduğumuz dönemin siyasal koşulları kapsamlı biçimde irdelenmeli. Uluslararası sol ve sosyal demokrat hareket, kitlelerin güvenini yeniden kazanmalı. Kendi iç düzenini ve örgütsel yapılarını, bu güveni sağlayabilecek gelişmişlik düzeyine getirmeli.

- Küresel kapitalizme ve neo-liberal politikalara karşı sağlam bir ideolojik duruş, tavır ve tutarlılık ortaya konmalı. Ulusal ölçekte de her ülkenin kendi özgün yapısına ve ihtiyaçlarına uygun politikalar geliştirilmeli. Bölgesel, yerel ve yöresel deneyimlerden yararlanılmalı ve olumlu örnekler, yaygınlaştırılmalı.

- Örgütsel alanda zamanın ruhu doğru okunmalı. Bilişim ve iletişim alanındaki yeni teknolojik değişimlerden, gelişmelerden yararlanılmalı. Bu yenilikler ve uygulamalar, siyasal örgütlenme alanına da taşınmalı. Özgür, yaratıcı, demokrat ve dayanışmacı anlayış siyasete egemen kılınmalı. Kitlelere ve özellikle de gençlere güven verilmeli.

- Partilerin örgütsel yapılarındaki klasik hantal anlayışlar değiştirilmeli ve yenilenmeli. Teknolojik ve dijital olanaklardan yararlanılarak yeni örgütsel ağlar oluşturulmalı. Bu konuda partilerin kurumsal yapılarının dışında, esnek ama etkin ve yaygın organizasyonlara gidilmeli. Partilerin, kurumsal örgütlenmelerin çevreleri, dijital ve birbiriyle ilişkilenen siyasal ağlarla örülmeli. Siyaset ve parti dostu yeni çeperler oluşturulmalı. Parti dostu gençlik ve kadın örgütlenmeleri yeniden ele alınmalı ve yapılandırılmalı.

Hayata ‘sol’dan bakmak

- Solun, sosyal demokrasinin; geneldeki emek ve ekonomi temelli sınıfsal hayata bakışı, her ülkenin özgün koşullarına uyarlanmalı ve zenginleştirilmeli. Yaşanan süreçte ortaya çıkan yeni sınıfsal ilişkiler ve toplumsal mevzilenmeler, doğru biçimde analiz edilip değerlendirilmeli ve bunlara uygun yeni siyasal politikalar geliştirilmeli. Bu bağlamda, siyasal programlar gözden geçirilmelidir. İnsana, doğaya, çevreye önem veren insan odaklı sosyal politikalar, eylemler, etkinlikler güçlendirilmeli.

- Artık üretimde etkin ve belirleyici olan “beyaz yakalılar” gerçeği var. Bunların sayısı ve ağırlığı, bilişim ve teknolojideki gelişmelere koşut olarak sürekli artmakta. Öyleyse emeği ve emek güçlerini tanımlarken, bütün bu yeni gelişmeleri göz önüne almak zorundayız. Beyaz yakalılarla mavi yakalıların birlikteliğini savunmak, emek, demokrasi ve aydınlanma cephesini yeniden tanımlayıp daha güçlü biçimde tahkim etmek gerekiyor. Aslında bu gelişmeler, emeğin ve dolayısıyla solun, nicel ve nitel gücünü azaltmamakta, tam aksine artırmakta. Yeter ki emek dünyası ve sol-sosyal demokrat siyaset, bu yeni gelişmeleri doğru kavrayabilsin ve bu gelişmelere uygun yeni örgütlenme ve mücadele biçimleri geliştirebilsin. 

- Ülkemiz solu, elbette yalnızca sistem değişimi ve yeni anayasa talebiyle mücadelesini sınırlayamaz. Aynı zamanda ekonomik ve toplumsal düzeni değiştirecek, emekten ve üretici güçlerden yana bir sol yaklaşımı da savunmalı ve “ileri bir hedef” olarak önüne koymalıdır.