Klarnete ruhunu üfleyen adam

Dünyanın en büyük klarnet ustalarından Giora Feidman 7 Kasım'da İstanbul'da müzik tutkunlarıyla buluştu. Konserde, Feidman'a bandoneonda Raul Jaurena, gitarda Aquiles Baes, kontrbasta da Ken Filiano eşlik etti. Bizler müziğin enerjisiyle coşarken, 72 yaşındaki Feidman gece boyunca, iki gün sonra Almanya'da torunuyla ilk defa vereceği konserin heyecanını klarnetinde yaşadı ve yaşattı.

cumhuriyet.com.tr

“Klarnetin büyücüsü” olarak ifade edilen Feidman, geleneği bozmayarak salona seyircilerin alındığı yan kapıdan girdi. Önce usul usul üflediği klarnetiyle seyircileri selamladı. Sonra başladı ruhunu klarnetine üflemeye… Konserini doğaçlama gerçekleştiren Feidman, “Broşürde ne yazdığını bilmiyorum. Sırada hangi şarkıyı çalacağımızı bile planlamadım. Bunların bir önemi yok. Bu salonda, bizim aramızda bir enerji var ve biz bu enerjiye göre sizinle müziği paylaşıyoruz” dedi. Klarnetin dünyaca ünlü ustası konser boyunca, söylettiği melodilerle müzik yapmanın keyfini seyircileriyle paylaşmayı ihmal etmedi.

Giora Feidman; klezmer, klasik müzik ve tangoyla kültürleri birleştiriyor. Klarnetini konuşturuyor, ağlatıyor ve hatta güldürüyor. Feidman’ın klarneti konuştuğu kadar, susmasını da biliyor... Ya sessizliğiyle notaları demlendiriyor, ya da tüm çığırtkanlığıyla insanları coşturuyor. Feidman’ın klarneti, sadece mutluluğun değil, acı çekmenin bile ne kadar güzel olduğunu kanıtlıyor.

Feidman, sadece bir klarnet virtüözü değil, aynı zamanda müzikle dünyaya barış mesajı veren bir elçi. İşte, tam da bu yüzden “Ben klarnet çalmıyorum, klarnet benim ruhumun mikrofonu. O bir aracı” diyor.

İçimizi acıyla yakan ve mutlulukla coşturan ezgileriyle gecenin sonunda dudaklarımızda ince bir tebessüm bırakan Feidman ile, konser öncesi müzik, politika ve yaşam üzerine söyleştik...


İstanbul hakkında ne düşünüyorsunuz?

Burada olmaktan mutluluk duyuyorum. İstanbul eşsiz bir şehir. Siz bu ülkede yaşamaya alışkın olduğunuz için bunun farkında değilsiniz. Bir toplumun ruhunu o ülkenin folklorundan anlarsınız. Örneğin, buradaki klarnetçiler eşsiz. Buradaki Romanlar… İstanbul güzel bir şehir, evet, ama ruhundan dolayı güzel… Buradaki ortamda, insanlarda özel bir şeyler var bence.

Burada Romanlarla da tanıştınız o zaman?

Evet, tanıştım. Çok da memnun oldum açıkcası.

Onlarla birlikte müzik yapma şansınız oldu mu?

Evet, tabi ki.

Peki, bana birkaç isim verebilir misiniz?

Hayır üzgünüm. Nazikçe değil belki ama isimlerini unuttum. İstanbul’a son gelişimde, beni küçük bir caddeye götürdüler. Bir restorana girdik. Masada müzisyenler vardı. Darbukacı, kemancı ve bir klarnetçi. Restorantta çalmayı bitirdikleri zaman sokağa çıktık. Klarnetçi klarnetini üflemeye başladı. Ona ‘Polis gelecek’ dedim. O da ‘Bir şey olmaz, devam edelim’ dedi. Buradaki anlayış bu. Ve sabah 3’e kadar o bana çaldı, ben ona…

Arjantin de böyle değil mi? Arjantin'i düşündüğümde aklıma sokakta dans eden insanlar geliyor…

Hayır, pek değil. Buenos Aires çok güzel bir şehir, fakat farklı. Sokakta insanlar dans ediyorsa bu sarhoş oldukları içindir.

Ya İsrail? Siz 51 yıldır İsrail’de yaşıyorsunuz…

İsrail daha farklı. Oradaki folklor da çok özel çünkü orada yaşayan Yahudiler 2000 yıl sonra dünyanın farklı bölgelerinden İsrail’e gelmişler. Çok emin değilim ama yanlış hatırlamıyorsam, biri bana yaklaşık 130 farklı yerden geldiklerini söylemişti. Ve her biri gelirken kendi kültürünü getirdi. Bunun yanında, İsrail’de bir de Araplar var. Araplar, Irak’tan, Mısır’dan, Lübnan’dan müziklerini getirdiler. Benim için, bizim için… İsrail çok ilginç bir yer çünkü tek bir toplum, tek bir kültür yok.

Eğer başlangıç noktama dönecek olursam, folklor bir toplumun aynasıdır. Örneğin Almanya’da Schubert dinlenir. Schubert bizim için klasik müziktir, ama onlar için annelerin söylediği, okullarda öğretilen halk müziğidir. Schubert’te Alman toplumunun ruhunu hissedebiliriz. Aynı şey Arjantin için de geçerli. Herkes tango çalabilir, çünkü notalar bellidir. Ama tangoyu daha derin anlamaya çalışırsan, Arjantin toplumunun tangoyu, kendilerini bir ifade aracı olarak nasıl kullandıklarını görebilirsin. Ve bu hissiyatı yakalamadan tango çalmanın bir anlamı yoktur. Eğer İstanbul’a bakacak olursak, buradaki klarnetistler müzik yapmıyor, müziği konuşturuyorlar. Ben de onlardan buranın ruhunu enstrümanıma yansıtmayı öğrenmeye çalıştım, Almanlar’dan Schubert çalmayı öğrendiğim gibi… Bu açıdan kendimi İstanbul’da evimde gibi hissediyorum diyebilirim, çünkü folklorunu biliyorum.

O zaman, müziğin algılanış biçimi toplumların kültürlerine göre farklılık gösterir diyebilir miyiz?

Sizinle ortak bir enerjimiz olduğunu düşünüyorum. Şimdi size bir şey anlatacağım. İsrail’de yaşıyorum. Filistinlilerle aramızda bir anlaşmazlık var. Bu gerçek dışı, politika! 3,5 milyon Filistinli barış içinde yaşamak istiyor, 6,5 milyon İsrailli de… Barış içinde yaşamayı istemek doğal bir güdüdür. Biz barışçıl yaşamak için doğduk. Savaşmayı değil, barış içinde yaşamayı öğrenmeliyiz.

O halde 'Savaşları politikacılar yaratır, toplumlar değil' denebilir mi Bay Feidman?

Bravo! Evet, savaşları politikacılar yaratır, toplumlar değil; hatta savaş ticari bir iştir! Tabi savaştan kaçınmak isteyen politikacılar da yok değil. Hindistan’da, Tibet’te… Örneğin Dalai Lama…

Peki ya Barack Obama?

Ben üç ülkede oy kullanabiliyorum, ama hiçbir zaman oy kullanmadım. Geçmişte ayrımcılığa uğramış insanların bugün ABD başkanlığına gelebilmeleri çok güzel. Bu olan bitenin siyah ve beyazlar arasına barışı getireceğini söylüyorlar. Bu çok gülünç, çünkü ayrımcılığı yaratan, bizim siyah ve beyazların farklı olduğuna dair bilgi ile yetiştirilmemiz. Hep siyah insanlarda özel bir şeyler olduğunu düşünmüşümdür. Ne zaman önümden siyah biri geçse, özel bir ruh yürüyor diye geçiririm içimden…

Öyleyse barışın siyaset ile değil müzikle sağlanabileceğine inanıyorsunuz…

Hayır, sanatla. Tartışmasız! İki kere iki dört! Politikalar başarısızlığa uğrayıp krizler yaratabilir. Ama sanat başarısızlığa uğramaz.

Siz Yahudi bir aileden geliyorsunuz ve aileniz Besarabya’dan Arjantin’e göç etmiş. Siz ise Alman müzisyenlerle çalışıyor, şarkılarınıza Almanca isimler veriyorsunuz. Öte yandan 2. Dünya Savaşı’nı ve Yahudilere yapılanları hepimiz biliyoruz. Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde, böyle davranmanızın nedeni nedir?

Bana Türkiye’den birinin bu soruyu soracağını tahmin etmezdim, teşekkür ederim. Eğer sırayla gidecek olursak… Bugün Almanya’da bebekler doğuyor. Yeni doğan bir bebeğe ne diyeceksin? Hoş geldin, sen bir Almansın, bir suçlusun. Bu bir cinayettir! Bu Almanların Yahudilere yaptığından daha az bir kabahat değildir. Filistinliler İsraillileri öldürüyor, İsrailliler Filistinlileri… Bugün dünyaya gelen bir bebek, İsrailli ya da Filistinli fark etmez, bu bilgiye sahip olmadan doğuyor. Biz, yetişkinler olarak, bebeklerin bu saf zihnini korumakla yükümlüyüz, nefret aşılamakla değil.

Bugün Almanya’da 50-60 yaşındaki yetişkinler orada yaşanan trajedide yer almadılar. Almanlar ve Yahudiler arasındaki iyileşme süreci tamamlandı, çünkü kurbanlar artık yaşamıyor. Ama tabi ki insanlar, toplumlar ve ülkeler arasındaki ilişkilerin normalleşmesi, olan biteni unutacağımız anlamına gelmiyor. Bunları unutamayız, unutmayı beceremeyeceğimiz için unutamayacağız değil. 60 yıl gibi kısa bir zaman diliminde Almanlar ve Yahudiler arasındaki ilişkiler normale döndü. Peki, İsrailli ve Filistinliler ne zaman masaya oturacak? Ya Türkler ve Kürtler? Bütün bunlar İsrailli ve Filistinliler arasında ya da Türkler ve Kürtler arasında problem olmadığı anlamına gelmiyor. Ortada bir problem var, ama gösterin bana lütfen, sizinle bir problemim olsa çözümünün sizi öldürmek olduğu nerede yazıyor? Biz nesillerdir birlikte yaşıyoruz, mutlaka bir çözüm bulabiliriz. Bunu nereden biliyorum; biliyorum çünkü barış içinde yaşamak insanın doğasında vardır. Bu sorunun bana Almanya’nın dışında sorulması çok nadirdir. Harika bir soruydu, teşekkürler.

Dünyada kendimi evimde gibi hissettiğim yerlerden biri Almanya’dır. Alman kültürel yaşamının bir parçası haline geldim; Yahudi olduğum için değil, Alman toplumu beni kabul ettiği için. Bizim barış içinde yaşamayı öğrenmemiz lazım, savaşı hatırlamayı değil! Şimdiki Alman jenerasyonu bir travma yaşıyor. Çünkü toplum onlara büyükbabalarının hangi işe bulaştıklarını açıklayamıyor. Onlara yardım etmemiz lazım. Almanlar değil, Naziler öldürdü!

Bugün Berlin’de, öldürülen Yahudiler için bir anıt yaptılar. Komik! Ölü için bir anıt yapmazsınız; ruhu yaşatmak için bir şeyler yapmalısınız. Çünkü insan öldüğünde, beden gider, ama ruhu kalır. Bunun için müzik, sanat, mimari yapmalısınız. Yaşamı temsil eden bir şeyler yapmalısınız.

Dünya üzerinde yeni Nazilerin ortaya çıkmasını engellemek için ne yapmalıyız sizce?

Eğitim! Hepimiz toplumda olan bitenden sorumluyuz. Naziler bile eğitimde yanlış bir şeyler yaptığımız için ortaya çıktılar. Çözüm, çocukları insanlığın bir bireyi olarak yetiştirmekte, bir Yahudi ya da Alman olarak değil. Sanat da eğitimin bir parçası olmalı. İsrail’de okulda müzik dersleri yok. Küresel mali krizden dolayı neler olacağını yakında göreceksin. Önce tiyatroları, operaları ve sonra da müzeleri kapatacaklar. Krizi, eğitimden pay keserek aşmaya çalışacaklar, ama bu başka krizler doğuracak…

Belki de büyükbabalar torunlarına savaşların nelere yol açtığını yeterince anlatmadığı için her iki nesilde bir, büyük bir savaş yaşanıyor…

Torunlarımdan biri, daha 10 yaşında, benden bir saat istedi. Ben de “Benim bir saatim var. Büyükbabanın saatini ister misin” dedim. O da “Hayır alamam, onu okuyamam, dijital değil” dedi. Bugün 10 yaşındaki çocuklar okula bilgisayarla gidiyor. Bir telefon al ve havaalanını ya da tren istasyonunu aramaya ve biriyle konuşmaya çalış bakalım. “Eğer bunu istiyorsanız bire, şunu istiyorsanız ikiye basın…” Hiç kimseyi bulamazsın, iletişim yok! Krizi yaratan budur. Ben genellikle doğal akustikte, örneğin kilisede kayıt yaparım ama bir keresinde bir müzik stüdyosunu aramıştım. Kaydı telefon yoluyla yapmak istediler, telefonun bu teknolojiye sahip olduğunu söylediler. Sen bir kayıt stüdyosusun, yoksa yanılıyor muyum? İnternet üzerinden sevgili bile bulabilirsin. Olabilir… Bilmiyorum… Ben yaşlıyım, biliyorsunuz. Belki de anlamıyorum!

Politika hakkında konuşuyoruz, ama ben müziğinizle ilgili de konuşmak istiyorum. Müziğinizi dinlerken pek çok şey hissediyorum, siz müzik yaparken ne hissediyorsunuz?

Suyu taşıyan bir kanal olduğunu düşün. Eğer kanal temiz tutulursa, su da daha iyi olur. Sen bir kanalsın. Burada anahtar kelime “işleme”. Eğer kendini işlersen; su temiz, daha temiz ve gittikçe daha da temiz olur. Ben bunu hissediyorum, bir kanal olduğumu…

Ben sana yürümesini öğretemem, sen onu öğrenirsin. Bu doğal bir güdü; sen dünyaya zaten bu bilgiyle geldin. Ses de böyle, doğal; melodileri keşfederiz. Ben bu yüzden hemen hemen hiç ders vermem. Ders verdiğimde de öğrencilerime sorarım “Renkleri kim icat etti?” Sen müziği öğretemezsin; müzik öğrenilir. Müzik bir dildir; onu öğreniriz. Sen, ben, biz birer mıknatısız; mesajı alır ve onu paylaşırız.

Notaların arasındaki boşluklar da, yani esler de, müziğinizin önemli bir parçası. Öyleyse sessizlik sizin için ne ifade ediyor?

Notaların arasındaki boşluklar müziğin kendisidir! Kâğıt tamamen siyah olsaydı, bu orada hiçbir şey olmadığı anlamına gelirdi… Bu söylediğim yüzünden deli olduğumu düşünecekler biliyorum.

Müziğinizle bir mesaj vermek istediğinizi söylüyorsunuz. Peki, bu mesaj nedir?

Öncelikle şunu düzeltmek isterim ki, “benim müziğim” değil, “müzik”. Şimdi söyleyeceklerimi yazmalı mısınız emin değilim… Bu beden bana bir zaman dilimi için verildi. Siz aslında şimdiden “ölüm” denilen şey gerçekleştikten sonra nasıl hissedeceğini bilebilirsin ki bence “ölüm” bir illüzyondur, siz ölmezsiniz sadece başka bir düzene geçersiniz. Basitçe söylemek gerekirse, ruhunu şu an hissedebilirsin. Neden onu hissetme ihtiyacı duyuyoruz? Çünkü benim konuştuğum dil, müzik, oradan geliyor vücuttan değil. Ben ruhumla yaşıyorum. Hazır olabilmek için… Ve ruhumu besleyebilmek için… Çünkü ben artık burada olmadığım zaman, yani “ölüm” dedikleri şey gerçekleştiği zaman, ruhumla olacağım. “Sanatçı” dediğimiz insan, “ruh” dediğimiz enerjiyi sanatın diliyle ifade etmekle yükümlüdür. Bu nedenle, ben klarnet çalmıyorum; klarnet benim ruhumun mikrofonu! O bir aracı"

***
 

Fakat bana bir soruyu sormadınız… Türk yemekleri bir harika!

Haklısınız Bay Feidman, Türk mutfağını herkes seviyor…


Biyografi

1936 yılında Arjantin’de Yahudi göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukluğu müzisyen olan ailesinin de etkisiyle Klezmer müziğiyle geçti.

Aldığı klasik müzik eğitiminden sonra Buenos Aires’teki Teatro Ccolon’un opera ve senfoni orkestrasında çalmaya başladı. İki yıl sonra en genç üye olarak İsrail Filarmoni Orkestrası’na katıldı. Burada günümüzün önemli orkestra şefleriyle çalışma olanağı buldu.

70’lerin başında solo kariyerine devam etmek için İsrail Filarmoni Orkestrası’ndan ayrıldı. Dünyaca ünlü orkestralar ve müzisyenlerle çalıştı. Bunların arasında Kronos Quartet, Polonya Filarmoni Oda Orkestrası, Berlin Senfoni Orkestrası, Münih Filarmoni Oda Orkestrası sayılabilir.

Hayatı boyunca bir çok ödüle layık görüldü. Itzhak Perlman ile birlikte yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı Oscar ödüllü 'Schindler’in Listesi ' adlı filmin müziklerini yaptı. Klarnetiyle eşsiz dostluğundan dolayı 'Klarnetin Kralı' ünvanını aldı. 40 kadar albüm yayımladı.