Kızgınlık Düşünmeye Dönüşmeli...
Toplum yaşamının dinamikleri kabaca bilinse bile, tepkileri öngörülemeyen, karmaşık olgulardır.
cumhuriyet.com.trAlman asıllı Fransız Yahudi yazarı Stéphane Hessel ölümünden önce ‘Indignez -Vous’ adlı küçük kitapçıkta, dünyanın halinin, bir bakıma, insanların vurdumduymazlığından kaynaklandığını vurgulayarak ‘Kızın, hoş görmeyin!’ diyordu. Ne var ki, cahiller hatta okumuşlar katında kızgınlık kolayca kine dönüşüyor. Suriye’de 50.000 kişiyi öldürten kızgınlık ve kindir. Kin şiddete dönüşür. Şiddet aklın yarattığı insanlık dışı denilen uygulamaların kaynağıdır. Ne var ki hayvanlara değil sadece insanlara özgüdür.
Kızmaktan daha önemli olan umutsuzluk nedeni olan gelişmelerin nedenlerini anlamağa çalışmaktır. Gerçi susmak, korkmak, sinmek, karamsar olmak, menfaatleri korumak için tepkisiz kalmak uygar insana yakışmıyor. Onun için Hessel’in ‘Hoş görmeyin, tepki gösterin!’ sözü çağdaş ve uygar bir öğüt olarak 4.5 milyon baskı yapmış. 35-40 dile çevrilmiştir. Fakat geri kalmış toplumlarda kızgınlığı kinden ayırmak çok önemli, belki de en temel sorundur.
Sayın Okuyucular,
Geçmişe bakınca halimiz ‘o denli kötü’ sayılmaz. Şikâyet ve kızgınlığı düşünmeye dönüştürmek daha yararlı olur. Yıldırım Beyazıt, Timur’a yenilip esir düştü. Lepanto (İnebahtı) da Osmanlı donanması yok oldu. Rus-Osmanlı savaşında Ruslar İstanbul’a geldiler. Balkan Savaşı’nda yenildik. Sarıkamış’ta Türk ordusu yok oldu. Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbul işgal edildi. Yunanlılar Batı Anadolu’yu işgal ettiler. Osmanlı İmparatorluğu ortadan kalktı.
Daha yakın felaketleri düşünmek insanın içini karartır. İkinci Dünya Savaşı’nda Polonya’nın başına gelenleri, Varşova getto’sunu, Vietnam’ı, Irak’ı, Kaddafi’nin Libya’sını, dünyanın yakın tarihini anımsayın. Tarih, tükenmeden birbirini izleyen insanlık suçları ile doludur. Tümü, insanoğlunun doğasında var olan, önyargıların yönlendirdiği kin ve acımasızlık gösterileridir.
ACIMASIZLAR DÜŞÜNMEYENLERDEN ÇIKAR
Biz savaştık, Cumhuriyeti kurduk. Bugün 75 milyonluk bir Türkiye var. Ve bir buçuk milyar Müslümanın içinde en az yakınması gereken bizim ülkemizdir. Evet, güllük gülistanlık değil. Acılı insanlarla dolu. Fakat toplumların yaralarını sarabileceklerini kendi yakın tarihimizden biliyoruz. Kızalım, ama kin tutmayalım! Kızalım ve düşünelim. Sormaya başlayalım. Düşünen, aynı zamanda insana acıyandır. Bu insana yakışan en güzel bir yaşam kuralıdır. Acımasızlar düşünmeyenlerden çıkar. Çünkü insanın toplu yaşayan, birbirine gereksinimi olan bir yaratık olduğunu öğrenmeden, bitki gibi bir ömür sürerler.
Düşünme umutlu olmaya olanak verir. Umudu olmayan olaylara esir olmuş, akıntıya kapılmış, düşünmenin bir yaşam yöntemi olduğunu unutmuştur. Tarihi de anımsamadığını ya da bilmediğini düşünebiliriz.
Kuşkusuz insanın doğuştan iyi olduğu hayaline inanmak gerekmez. Çünkü akıl kötülük icat etmeye devam ediyor. Fakat insanların ortalama yaşı eski çağlarda 30 iken bugün 60-70’e çıktı. Dünya nüfusu o kadar arttığı halde bu artış tıp, biyoloji, kimya, fizik, sağlık teknolojisi gibi bilimlerin gelişmesiyle, eğitimle ve toplumsal örgütlenme ilgili olduğu kadar, insan kavramının tarih içinde kazandığı özel statü ile de ilişkilidir. İslam dünyasının bilimsel geriliği ile insan kimliğine yeteri kadar önem vermemesi birbirlerinden kaynaklanır.
İnsanlar öldürmeye ve eziyet etmeye değişik ideolojilerin yarattığı kin ve nefretten ve açık bir ekonomik kavgadan beslenerek devam ediyorlar.
UYGAR ÜLKELERDEKİ KATİLLER
Dünyanın büyük devletleri ve uluslararası iş dünyasının önde gelen kuruluşları parasal menfaatlerini ideolojik paravanalar arkasında saklayarak dünyayı sömürmeye devam etmek istiyorlar. Faşistler, komünistler, milliyetçiler, ırkçılar, din fanatikleri, önyargılar, kişisel tutkular insanları cani yapabiliyor. Bu bağlamda tarih hiçbir ülkeyi, dönemi, etnik grubu ya da ideolojiyi aklamıyor. Hepimiz adam öldürenlerin çocukları ya da torunlarıyız. Bunu sınırlandıran tek şey uygarlık denen düşünsel ve sanatsal gelişmedir. Ne var ki bu sanıldığı kadar yaygın değil. Şu anda öldürmeye devam eden eli silahlı insanların çoğu en uygar bilinen ülkelerden geliyor. NATO Afganistan’da, Fransızlar Mali’de, Müslümanlar birbirlerinin boğazında. En çok silahı da sözde en uygar ülkeler üretiyor ve satıyorlar. Dünyayı korkuya salan gelişmiş ve zengin ülkeler. Zorba yöneticiler ise tarih boyunca hep korkutucu oldular.
Dünya genelde umutsuz. Türklerin başkalarından daha umutsuz olması gerekmiyor. Irak’ta ya da Pakistan’da, olsaydınız ne yapardınız? 2500 yıl önce Buda böyle bir dünyayı anlatmamış mıydı?
Sevgili Okuyucular,
Bir dikkatli okuyucunun sorusuyla günlük yaşamımızda haksızlıklara direnmenin yollarını düşünürken, büyük orkestra şefi Avusturyalı Herbert von Karajan’ın yönettiği Beethoven’in 7. senfonisini dinledim. Dahi sanatçının yüzünde insanın zor bir durumu kontrol altında tutmak ve en iyi sonuca ulaşmak için verdiği iç mücadeleyi yansıtan ifadeler buluyordum. Bunları akıl ve duygunun ifade etmek istediklerini büyük bir çaba ile sergilemek isteyen sanat iradesinin yansımaları olarak algıladım. Karajan’ın yüzünü uzun süre seyrettim. Sonra bu büyük orkestra şefinin birleştirici ve yönlendirici çabasının toplumsal bir olumsuzluğun yaratabildiği kızgınlıkları olumlu bir etkinliğe dönüştürme iradesinin de metaforu olabileceğini düşündüm. Kuşkusuz bu kişisel bir simgesellik arayışı.
Toplumda sorunların nedenlerinin saptanması ve çağın gerekleriyle ilişkilerinin anlaşılması büyük bir çaba, güçlü bir irade gerektiriyor. Bu iradeyi kendilerinde bulamayanlar umutsuzluğa düşüyorlar. Gazi’nin gençliğe hitabesinde ‘damarlarındaki asil kanda mevcuttur’ dediği, vatanın kurtuluşunun metaforu olan simgesel irade buydu.
KIZGINLIKLAR, DÜŞÜNCELER ÜRETTİRMELİ
Kızgınlıkları, insanları aydınlatacak düşünceler üretmeye yönlendirmeli. Eski dünyanın klişe davranışlarının, politik düşünce kalıplarının işe yaramadığı hiçbir sorunun çözülmemesinden bellidir. Fakat dünyayı anlamaya çalışan sayısız insanın geleceği aydınlatan gözlemleri ve önerileri var. Geri kalmış toplumların bütün iyi niyetlilerinin (Buna ‘Les hommes de bon volonté’derler Fransızlar) Karajan’ın paradigmatik iradesine gereksinmeleri var. Bu Hessel’in öğütlediği sorgulama ve eleştiri iradesidir.
Hiçbir ülke evrensel koşullarının çizdiği konjonktürler dışına çıkamıyor. Bu ‘conjoncture’ün çerçevesini Birleşik Amerika, Avrupa, Çin, Hint, Brezilya ve Japonya, biraz da Rusya çiziyorlar. İslam ülkeleri ya da küçük ülkeler bunlara karşı çıktıkları zaman, bazı ileri geri hareketler olsa da, çerçeveyi terk edecek güçleri yok.
Aydınların sorunu Türk toplumunu uluslararası düzeyin dışına itecek gelişmelerin niteliklerini ve olası sonuçlarını kamuoyuna ulaştırmak, yani dünya ile uyuşmazlığın doğasını kamuoyuna anlatmak olmalıdır. Kaldı ki bu iktidarların da gö-revidir. Bugünkü durum Cumhuriyet tarihinden öğrendiğimiz bağımsız ulusal devlet kavramı ile uzlaşan bir tavır değil. Fakat bugün Avrupa’nın, Japonya’nın, Rusya’nın, Brezilya’nın da dünya konjonktürünü yalnız başına saptama ya da dışlama gibi bir olanakları yok. Küreselleşme böyle bir bağ. ABD de başına buyruk bazı olguları yönlendirmeye çalışsa da sınırlarını saptayamıyor. Evrensel uyanma ve aydınlanmanın konusu dünyayı içine çeken bu girdabın doğasını anlamaktır.
Toplum, sorunlarının çıkmazları karşısında boyuna ‘halimiz ne olacak?’ diye sormamalı. Enerjinizi düşüncenin harekete getireceği toplumsal aydınlanma için sarf edin. Belki politikacılar da giderek aydınlanıp halkı aydınlatma çabasına katılırlar.
Gündemden düşmeyen Kürt tartışmasının içeriği, modası geçmiş klişelerden oluşuyor. Yakındoğu’nun herhangi bir köşesinde kurulacak tam ya da yarı bağımsız bir politik sistemin çağdaşlaşma bağlamında geleceği belirli olabilir mi?
21. yüzyılda politik sağduyunun söylemi, 20. yüzyıldan arta kalanlar değildir. Yeni ilkeler dünya üretim sistemini harekete getiren entelektüel ve teknik birikimlerden, onları besleyen öğretim ve eğitim örgütlenmelerinden kaynaklanıyor. Bu ilkeler ve yöntemlerin doğası, bilimsel içerik ve sayısal olarak değerlendirilmezse, bu bağlamda söylenen sözler sadece cahil ve ilgisiz kalabalıkların kafasını karıştıracaktır.