‘Kitaplar çoğaldı, yazarlar azaldı!’

Enver Aysever

Enver Aysever / Kurşun Kalem

1-Vefa Zat öldü. Neredeyse yirmi yıl oldu kitaplarını edineli hep okurum diye göz önünde tuttum, lakin ancak geçen ay okudum. Zamanı özel seçmiş gibi, hakkında yazı yazdım. Tuhaf işte rastlantı diyerek açıklayabilir miyiz bunu? Zat’ın “Eski İstanbul Meyhaneleri” kitabında, İstanbul’da seyyar meyhaneciler olduğunu öğrendim. Sokağın kuytu köşesinde iki tek atmak mümkünmüş meğer. Meze olarak da mevsim meyvesinden bir ısırık alma olanağı veriyormuş seyyar meyhaneciler. Güzel iş. “Dükkânı, tezgâhı, fıçısı, ustası hepsi tek bir kişide toplanan “ayaklı meyhane”ler, seyyar içki satıcılarıydı. Sırtlarında cüppe, cüppenin iç cebinde bir kadeh (tas-ı arak) bulunurdu. Kendilerini tanıtmak için omuzlarına peşkir atarlardı. Bunların, nargile marpucunun üç-dört kat uzunluğunda ve yine o genişlikte bir bağırsak, içi rakı dolu olarak bellerine kuşakvari bir şekilde sarılı dururdu. Bağırsağın bir ucunda da musluk bulunurdu. Bunlar manav dükkânları önünde dolaşırlar, uzaktan müşterilerini gördükleri zaman hemen uygun bir yere, bu manav ya da bakkal da olabilir, girerlerdi. Müşterileri de onları takip ederlerdi. Ayaklı meyhane bağırsağın musluğu açarak kadehe – ısınmış ve rengi sapsarı kesilmiş – rakıyı doldurup müşterisine sunardı. Kadehi bir yudumda yuvarlayan müşteri ya bir üzüm tanesi ya da mevsimine göre bir meyveyi meze yapardı. Çoğu da, elinin tersiyle ağzını silerdi. Bu hareket de “yumruk mezesi” olarak anılırdı. Çoğu Ermeni olan ayaklı meyhaneler daha çok Bahçekapı, Yemiş İskelesi, Galata ve civarında dolaşırlardı. Ayaklı meyhanelerin müşterileri genellikle kayıkçı, tellak takımı ve İstanbul’un baldırı çıplak pır pır külhanileri, berduş ve hırpani kopuklarıydı.”

2-Siyaset yapmak ile siyaset düşünmek arasında fark var. Dahası, düzen siyasetinin içinden konuşmakla, tamamen reddederek bunu, “başka bir dünya mümkün” diyerek yola çıkmak da farklı. Birinde düzen içinden güç devşirmeye çabalarsın, diğerinde hayli zorlu, engebeli süreci yönetmek zorunda kalırsın. Biri tutsaklıktır, diğeri özgürlük.

4-Günlük televizyon programı yaparken güncel siyaset bataklığında boğulur kişi, ilk bakışta kötü görünmesine karşın, tam da içinde bulunduğu çamuru kavrar. Böylece başka bir göz edinir. Elbette nesnel olmak ilk koşul ama daha önemlisi ideolojik zeminin sağlamlığı elbette.

3-“Beyaz Cam” uçucudur, bugün belleğimize kazınan eski TRT’nin yüzleri, o günün doğasından kaynaklıydı; şöyle söz vardı: “Bir dakika televizyonda göründün mü ertesi gün sokakta yürüyemezsin.” Şimdi her yer ekran, fark edilmek için nitelikli olmak gerekmiyor. Bu yüzden ölçüyü edebiyat üstünden kurarak korurum kendimi. Öyle cahil büyük haberciler(!) tanıdım ki, söylesem belki inandırmak güç olur! Sabah kalkıp “Saçlarımı boyamalıyım, gerdanım gerilmeli, pörsümüş yerlerime acil çözüm bulmalıyım” diye düşünmekten öte kaygısı olmayan birinden hayatın hangi hakikatini öğrenebiliriz?

4-Günlük yazının dalgalı seyrinde kaybolmamak için sığınağım edebiyat. Üslupçu olmak her kilidi açar. Üslup nasıl edinilir? Yazar içindeki sesi duymaya başlayınca kalemi ışıldar. Fark etmeden o tını gelir bulur onu. Çalışkanlık esastır. Ferhan Şensoy anlattı bir yayında. Haldun Taner her sabah altıda kalkar, günde yirmi sayfa yazarmış. Ferhan Ağabey sormuş: “Hocam aklınıza bir şey gelmezse, anlatacak öykünüz yoksa ne yapıyorsunuz?” diye. Usta, “Gördüklerimi yazarım o zaman” diye yanıtlamış. “Kimin çocuğu kaçta okula gidiyor, çarşıda pazarda ne var ne yok, onları yazarım.” Şensoy haklı olarak ilham beklemenin tuhaflığından söz ediyor. Ben daha ilham gelen yazara hiç rastlamadım hayatımda! Yazmak düzenli, soluklu işçilik gerektirir. Yayın dünyasının zenginleşmesi kitap sayısını artırırken, yazarları azalttı.

5-Yayın daveti için Yıldız Kenter’i aramıştım. Heyecanlanmıştı hoca, sevinçle: “Aklınıza geldiğime çok sevindim, beni düşünmeniz mutlu etti” demişti. Yayın sırasında, sonrasında son derece zarif, incelikli davrandı. Kent Oyuncuları’nın tarihini iyi bilmem, neredeyse çocuk yaştan itibaren oyunları izlemiş olmam keyiflendirdi Kenter’i. Bir zaman “Art Forum” adlı edebiyat/sanat dergisi çıkarmaya çabalamıştık. Herkes ünlü, önde olan kimselere söyleşiye giderken, biz Şükran Güngör’ü yeğlemiştik. Yıldız Hanım’a anlattım. Gözleri ışıldadı. Etkilenirdim Güngör’den. Tiyatro dünyasını anlattığım romanın “Bir An Bin Parça”da kahramanlarımdan biri onu hep anar. Dergi için İDSO’nun başkemancısı Yusuf Güler Aksöz’le de söyleşmiştik. Bu koca sanatçılara, üstelik iletişim olanakları bunca kısıtlıyken ne kolay ulaşırdık. Şimdi dizi ünlüleri için menajerleri aşmak gerekiyor. Çocukluk arkadaşım bir ünlüyü arayıp yayın daveti yapmıştım. “Lütfen menajerimi ara, sözleşmem öyle” dediydi. İnsan neden bu esarete katlanır ki?

6-Kitlelerin alkışı yanıltıcıdır, uyuşturur. Ekranın, popüler kültürün böyle yanıltıcı etkisi var. Birlikte çalıştığım bazı isimler, o camda görünemeyince ağır ruhsal çöküntü yaşadı. Kendi suretine âşık olmak ne tehlikeli! Sabırlı olmak, demlenmek, düşünmeye zaman bırakmak gerek. Bunun önemini bilmeyen kimse kayboluyor. En çok izlenen, en çok sevilen, en çok alkış alan olmak nedir? Dün Aysel Öymen aradı ve dedi ki: “Tepeden Tırnağa İsyan Nâzım Hikmet çok güzel kitap olmuş, doyamadım.” Bundan öte yaşam sevinci mi olur?

7-Artık kırklı yaşların sonuna geliyorum. Anladığım şu: İnsan yaşlanmayı öğrenemez, hazırlıklı yakalanamaz. Peki ya yaşamaya doyulur mu? Bu güzel soru, hep tasarıları olur yazarların, bir türlü en iyi kitabını yazamadığını düşünür. Dostoyevski, “Biraz zamanım olsa iyi bir roman yazmak istiyorum” diye hayıflanmaktaydı. Oysa dar zamanda, zorunlulukla yazılan o başyapıt romanlar, belki de tam da bu gerekçeden doğdu. İlham bekleyen şaşkın uyuyadursun, yazar kişi işçiliğe devam edecektir.

Cumhuriyet Pazar