Kim, Hangi Demokrasi ile Nereye Açılacak?
İnsanlarını fişleyen, yasadışı dinleyen, “usulü bırak, esasa bak” diyerek hukuku, hukuk devletini ayaklar altına alan, yandaş olmayanı susturan, içeri atan demokrasi ile mi “kan”dan beslenen, anayasası “töre”, teb’ası “köle” olan feodaliteye açılım yapılacaktır? Denklemin bu yanında “gerçek demokrasi” sağlanmadıkça, diğer yanında feodalitenin beli kırılmadıkça açılım, bir “kirli kavram” olmaktan, havanda su dövmekten öte gidemez.
cumhuriyet.com.trAnkara Büyükşehir Belediyesi’nin “içkili mekân”ları halkoyuna götürme girişimi ile son günlerde ülkede üst üste yaşanan felaketler, ülkemizde asıl felaketin, kavramların kirlenmesinden kaynaklandığını çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Kavramlara kimin nasıl baktığına bağlı olarak değişik anlamlar yükleyen bir “siyasal rölativizm” (görecilik), sadece demokrasimizi yozlaştırmakla kalmamakta, temel yasaların, özellikle “orman” ve “imar” yasalarının içine bir güve gibi girerek çevreyi, doğayı ve insanı lime lime edip elemektedir. “Demokrasi” kavramının nasıl kirletildiğinin ve bunun toplumda nasıl bir gerilime yol açtığının en canlı örneği, daha yeni yaşanmıştır.
Demokrasi denilerek temel hak ve özgürlükleri sınırlayıcı nitelikte bir Belediye Meclisi kararının halkoyuna sunulması gündeme getirilebilmiş, çoğunluğun oyunu “çoğunluk fetişizmi”ne dönüştüren bir faşizme “demokrasi” denilebilmiştir.
Oysa demokrasilerde çoğunluk istese bile “insan” ve “yurttaş” haklarını yadsıyan düzenlemeler uygulamaya konulamaz, kamusal düzenin “laik” olma niteliği oyçokluğu ile ortadan kaldırılamaz.
Ancak kavramları kirletmede inatçı ve ısrarcı olmalarının amacı başkadır: Kavram karmaşası ile suları bulandırarak meydanı, kafalarındaki “daha Müslüman” bir devletin geri dönüşü için hazırlamak!Kirletilen kavramlar yalnız demokrasiyi değil, çevreyi ve doğayı da kirletmektedir.
Kavram kirliliği
Siyaset yöntemi, seçmene “müşterimsin, velinimetimsin” sırnaşıklığı ile bezeli siyaset adamı, kavram kirliliğinin baş sorumlusu olduğu anlaşılmasın diye bin dereden su getirse de, ülkemizde 1950’li yıllardan bu yana “orman” ve “imar”la ilgili olararak çıkarılmış bütün yasalar, orman alanlarını daraltan, Hazine arazilerini yağmaya açan bir “kavram kirliliği” ile maluldür.
Yasalara dinamit lokumu gibi yerleştirilen kirli fakat “rantı yüksek” kavramlar ormanı “talan”la, kenti “rant”la özdeşleştirmiş, Hazine arazisi “yağma alanı”na çevrilmiştir.
Af yasaları
Başbakan “Dere intikamını alır” derken, Başbakanlık’a bağlı TOKİ, “dereye nâzır ölüme hazır” 10 katlı binalar yapmaya devam etmiştir. 6831 sayılı Orman Yasası’nın 2. maddesinde bir yandan “orman alanlarında daraltma yapılamaz” denilirken diğer yandan daraltmayı teşvik eden “nitelik kaybetme” kavramı, bir tahrip kalıbı gibi yasaya yerleştirilmiş, ancak nitelik kaybetmeyi “kaybettirme”ye çevirip durumdan vazife çıkaranlara orman, kâh erozyon olup kâh sel olarak, bedelini pahalıya ödetmiştir. Başbakanından bakanına, belediye başkanından parti başkanına hiçbir yetkili, yaşananların “doğal afet” değil, “af yasaları ile gelen bir felaket” olduğu gerçeğini dillendirememiştir.
Kentli göçmen
Ancak olan, göçebe kültürü ile kente gelen insanımıza olmuştur. O, kentte yasak olanın “yasal”, kaçak olanın “normal”, işgalin “hak”tan sayıldığını görünce, göçebelikten kalma alışkanlıkla “dere yatağı”, “Hazine toprağı” demeden ilk boş bulduğu yere kapağı atmış, atmakla kalmamış, yayıldıkça yayılmış, kat üstüne kat çıkmıştır.
Ancak, yasa ile gelen felaketin gadrine uğradıktan sonra onun oyları ile o kente başkan olandan hesap soracağı yerde, ikinci bir selle sürüklenene kadar durumu idare ettiğinden memnun, oy yağdırmaya devam etmiştir.
Rahatlıkla söylenebilir ki, tarihin diyalektiği diyalektik olalı böyle zulüm görmemiştir. Bu ülkede yokluğa, yoksulluğa karşı direnme haklarını kullanması gereken insanlar, kendi kaderlerine bir türlü egemen olamamış, tanrıların hep yeniden aşağıya yuvarlanacak taşı tepeye çıkarmakla cezalandırdığı, efsanedeki “Sisyphos” örneği, sürekli boşa çıkacak umutların peşinde yuvarlanmıştır.
Geriye kalan söz
Şimdi sel gitmiş, geriye “söz” kalmıştır. Tükenen umutlara, çökmüş evlere, bozulmuş bağlara çare olamayan devlet, önce “Kürt” , sonra “demokrasi” ve şimdi de “milli birlik” açılımı dediği bir “kavram kirliliği”ni “demokrasi” etiketi ile tüketime sunmuştur. Ancak yakılan “çıngı” “yangın”a dönüşmüş, bugünkünden daha azına razı edileceği bir Türkiye kaygısı ile toplum, ne idüğü belirsiz bir kavramla gerilmiştir.
Oysa açılım, iki taraflı bir denklemdir. Başarılı olması, sonuç vermesi, denklemin iki yanının aynı anda ilerlemesine bağlıdır. Denklemin yanlarına bakıldığında görülen nedir? Bu yanında “aydınlanma” geleneğinden kopmuş, Gülbeddin Hikmetyar’ın dizi dibinde çekilmiş fotoğrafla bütünleşen İslami geleneğin “ara istasyon” saydığı bir demokrasi!..
Havanda su dövmek
Diğer yanında kız kardeşin iffeti ile ağabeyin namus ve şeref duyguları arasına sıkışmış bir “töre”ye cinayet işleten, olağan insanları “ağa”, “şeyh”, “şıh” olarak Tanrı katına yükselten, temel hak ve özgürlükleri “kasrı kanco”ya ciro eden bir feodalite! Şimdi sorulması gereken soru şudur: Kim, hangi demokrasi ile nereye açılacaktır? İnsanlarını fişleyen, yasadışı dinleyen, “usulü bırak, esasa bak” diyerek hukuku, hukuk devletini ayaklar altına alan, yandaş olmayanı susturan, içeri atan demokrasi ile mi “kan”dan beslenen, anayasası “töre”, teb’ası “köle” olan feodaliteye açılım yapılacaktır? Denklemin bu yanında “gerçek demokrasi” sağlanmadıkça, diğer yanında feodalitenin beli kırılmadıkça açılım, bir “kirli kavram” olmaktan, havanda su dövmekten öte gidemez. Bu koşullar sağlanmadan yaşanacak bir açılım sürecinin her iki yanını birleştirecek “ortak payda” olsa olsa, “aynı kıble, aynı dua, aynı Yasin aynı Fatiha” gibi son günlerde sıkça dile getirilen “dinsel” söylemler olabilir ki, “İslami demokrasi” ile “feodalite”nin buluşabileceği tek ortak payda da budur.
Nitekim çok uzak olmayan bir geçmişte bunun işaretleri verilmiş, “ne mutlu Türk’üm diyene lafının Türkiye’nin geçmişte bütün insanları İslam kardeşliği etrafında toplayan bütünlüğünü tehdit ettiği”, bugünkü iktidarın önde gelenlerince ileri sürülmüştür. İmralı’daki terörist başının da Amerika’da mukim(!) “hocafendi” ile aynı frekansta olduklarını bütün dünyaya ilan ettiği dikkate alınırsa, durum dikkatle takip edilmeye değerdir. Ancak, böylesine bir açılımın laik Cumhuriyet’in “idam” fermanı olacağı kuşkusuzdur.
İbrahim TÜRKEŞ Hukukçu, Felsefeci