Keşke düşmanını da seçebilsen

Kısık sesle konuşuyor toplum. Fısıltı halinde. Kendi sesinden ürküyor. Kanunlardan güç aldığını sanan bir iktidar, kalemin meşruiyeti üstüne ahkâm kesiyor.

Enver Aysever/Kurşunkalem

Geçen gün sosyal medyada “insanlardan da memleketten de umudumu kestim” diye yazdım; nasıl sitem dolu iletiler geldi, şaşırdım. Şaşkınlığım şuna: Birçok konuda kalem oynatmak görevi olan biriyim, dilerdim ki o meselelere de toplum bunca duyarlı olsun, tepki versin. İnsanlar görünen, mücadeleci kimseleri seviyorlar, varlıkları güven, güç veriyor. İtirazım yok da, neden görev almaya gelince asla kendi konforlarından vazgeçmiyorlar? Brecht’in “kahraman” arayan toplumlar konusundaki uyarısı haklı. Kahraman gereksinimi aynı zamanda kolaycılık, tembellik demek!  Çalıştığı şirkette tüm dengeleri gözeterek, yıllarca sabır ve elbette kahır çekerek müdür olan biri, neden toplumsal konularda özel bir duyarlılık göstererek kendini riske etsin ki? Ya da ticarette al gülüm ver gülüm işini yürüten birinden neden itiraz, isyan bekleyelim ki? Peki, ya öğretmen, hekim gibi toplumsal sorumluluk içeren görevlerde olan kişilere ne diyeceğiz? Herkes haklı mazeret üretebilir. O halde neden umudunu yitiren kişi bunu dile getirmesin ki?

2

Milyonlarca insana seslenen işler yapıyoruz, sözümüzün değerini bilmeliyiz. Hani derler ya “ağzından çıkanı kulağın duysun” diye. İlk bakışta haklı durur bu tavsiye. Hangi koşulda ama? Ağızlar mühürlü, kulaklar sağır, gözler körken, hangi terazide tartacağız sözümüzü? Hakikati söylememek için gerekçe çoktur. “Halk dalkavukluğu” tehlikelidir. Yalnız kalmayı göze almayan birinden aydın olması beklenemez. Bu görev nasıl edinilir peki? Sartre’nin aydın tarifi güzeldir. “Kendisine görev verilmediği halde, dünyadaki tüm sorunlardan sorumluluk duyan kişidir aydın” Ekler: “Üstelik kendi sınıfı tarafından dışlanır, işçi sınıfı tarafından da sevilmez” diye. Bunun bizdeki en güzel örneği Aziz Nesin olsa gerek. Hiç yılmadı, inatla bildiğini söyledi. Onun da memleketten ve ahaliden pek umudu yoktu bence. Sadece başka türlü davranmayı bilmiyordu.

Yıllar sonra “Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar” ı yeniden okudum. Yetmiş yedi 1 Mayıs’ı ardından Tezer’in Leyla’ya söylediği: “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” cümlesi tüm yalınlığıyla duruyor ortada. Özlü mutsuzdu. Bir yanıyla savunmasızdı. Erbil’e sığındı belki kim bilir! Onca duyarlı, incelikli birinin mutlu olması elbette söz konusu değil, ama kendi yurdunda yabancı olması bambaşka. Kimi aşırıya kaçtığını düşünebilir Özlü’nün; doğrusu ben haklı isyanları, itirazları, öfkesi, yalnızlığı olduğunu düşüyorum. Dar aydın çevresinin tuhaf kibrini anlamış değilim. Geniş anlamıyla söylersek, bir de ağır cehaletten, megalomanlıktan da söz edebiliriz. Şark kurnazı düşün dünyası olur mu? Oluyor işte!

4

Kalem kâğıttan başka silahı olmayan kişi, toplum içinde sıkça yalnız bulur kendini. Dışarıda akan renkli yaşama gözlerini kapar, hani meşhur sözdür: “İnsan ya yazar ya da yaşar” diye, büyük ölçüde doğrudur. Yaşamak denilen her neyse, onun kitaplarla girişilen uçsuz bucaksız serüvenden daha çekici olduğunu kim söyleyebilir? Elbette insanlar hayal ürünü olanı merak ederler, peki bunun gücünün nereden geldiğini düşünen kaç kişi vardır? Öyle bir dünya ki “hayal market”lerden alışveriş kuyruğu var. Bu kalabalıkla aynı filme bakmak utandırır insanı! Ha bir de “zaman öldürmek”le meşgul olanlar var. Eline geçen biricik olanağın ayırdında olmayanlar. Zaten aynı havayı solumak da bir zaman sonra eziyet haline gelir. Umutlu olmak için sebep mi dedi biri?

5

Söylenmek iyi bir yol değildir yaşama tutunmak için. Hatta biraz kibirli bir yöntemdir. Leyla Erbil, Tezer’i tanımlarken; merhametli, özellikle yoksul, güçsüz insanlara karşı şefkatli olduğunu vurguluyor. Tezer mektuplarında: “Sen dünya çapında bir yazarsın” diyor Erbil’e, haklı. Soru şu: Kaç kişi bunun ayırdında... Gün geliyor, artık ne kadar zamanı kaldığını da bilmiyor kişi; perdesini sıkı sıkıya kapıyor, kapısına kilidi vuruyor, müziğin sesini sonuna dek açıyor. Artık başka gözle, farklı kulakla yaşamaya başlıyor. Dünyanın gürültüsü dayanılmaz geliyor ona. “Dünyanın ucuna yolculuk” herkesin harcı değil, hele de ölümü bilgelikle, belki sevinçle kucaklamak hiç değil...

6

Yine geç bir saatte “uyku tutmuyor” dedim sosyal medyada. Bir tür deney olarak! Meğer ne çok gece yaşayan kimse varmış. Kiminin alışkanlığı, memnun bu durumdan... “Okuyor, yazıyorum” diyor ama, pek inandırıcı değil. Sosyal medya ne türden yalnızlığa çare acaba? Yoksa yalnızlığı çoğaltıyor mu? “Yeni medya” diye bir kavram gelişti, okullara da girdi. Ben eskisinde kaldım doğrusu. Yalan yanlış içine düştüğüm zamanda da başarılı değilim. Geçen gün Sezer Duru, “Beni en çok teknolojik süreç korkutuyor” dedi. Haklı. Robotlarla ne halt edeceğiz? İnsan yaşamayacağı zaman için neden kaygı duyar? İşte aydın tanımına bir de bunu eklemeli: Yaşamayacağımız çağlarında sancısını taşmaktır aydın olmak!

7

Kısık sesle konuşuyor toplum. Fısıltı halinde. Kendi sesinden ürküyor. Kanunlardan güç aldığını sanan bir iktidar, kalemin meşruiyeti üstüne ahkâm kesiyor. Biri geçici iktidar sağlar, öteki insanlığın birikimiyle biçimlenmiştir. Bu tartışmayı kimle yürüteceksin! İnsan karşısında birikimli rakip, haysiyetli düşman istiyor. Bir yalnızlık nedeni buysa, diğeri yanında olduğunu sandığın kimselerin yitik halidir. Gülüp geçmek istersin, olmaz. Herkesten kaçıp, bir kanepede, sana özel ışıkta çevirmek istersin sayfalarını. Elbet sorumluluktan kaçacak değiliz, tamam da, insan çölde bir yudum su istiyor.