Keşke babamızı tanısaydık
Alaz Erdost bir gün evde Tempo dergisi buluyor. Henüz okumayı yeni sökmüş. Açıyor. Harfleri birbirine birleştiriyor önce, sonra kelime çıkıyor ortaya: İlhan Erdost. Babam! Öldürülmüş! Ağlayarak, yavaş yavaş ama yüksek sesle okumaya başlıyor. Türkiye ile yüzleşiyor.
cumhuriyet.com.trİlhan Erdost, yayıncı. 12 Eylül’ün ardından 7 Kasım günü Mamak’ta, gözaltında dövülerek öldürüldü. O, yaşamı elinden alınan binlerce hayattan yalnızca biriydi. Erdost öldürüldüğünde iki kızı henüz çok küçüktü. Ölümü, hele de cinayeti anlayacak yaşta değildiler. Türküler, iki buçuk yaşındaydı, Alaz altı aylıktı. Şimdi büyüdüler. Acıyla, nefretle, mücadeleyle ve az da olsa umutla. Bu babalar gününde hiç doyamadıkları, ellerindeki izmarit kokusuna kanamadıkları ama göğüslerinin sol yanından hiç ayırmadıkları babalarını düşünüyorlar yine. Biz de onlara, sonradan tanıdıkları ve çok sevdikleri babalarını sorduk. Acıları tazelemek için değil, umudu yaşatmak adına...
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okuyor İlhan Erdost, bir yandan da ağabeyi Muzaffer Erdost’un kurduğu Sol Yayınları'nda çalışıyor. Solcu. Devrimci.
Ağabeyi, 12 Mart 1971’de hapse girince yayınevinin sorumluluğunu üstleniyor. Kitabın bir suç aleti olduğu yıllara ilerliyor Türkiye. Sokaklar çatışma, kan, kavga... Hemen her gün bir devrimcinin ölüm haberi geliyor. Yine de yayınevi kitap basmaya devam ediyor. 12 Eylül 1980’e kadar... 7 Kasım günü askerler yine geliyor. Bu kez kelepçeler hem Muzaffer’in, hem İlhan’ın bileklerine takılıyor. Suçları büyük, yasak yayın basmak ve bulundurmak! Yasak yayın ne mi? Mesela, Engels’in doğa bilimlerini konu alan “Doğanın Diyalektiği”! Cemseye biner binmez başlıyor dayak. İstikamet Mamak Cezaevi. Kan revan içindeler. Bir süre sonra hareket etmiyor İlhan, nefes de almıyor. Ağabeyinin gözleri önünde öldürülüyor. Muzaffer şimdi kardeşinin de adını taşıyor. Bunların hiçbirini bilmiyor daha kızları. Ne darbenin anlamını, ne de işkence vahşetini anlayamayacak kadar küçükler.
Dedik ya Türküler ve Alaz’ın babalarına dair bildikleri hep anılardan ibaret. Türküler bunu “babamla ilişkimiz, ‘mişli, mış’lıydı yani bir masal gibiydi” diye özetliyor, “Onu bizden aldıklarında belki hissedemedik, küçüktük ama yarattığı boşluk o kadar büyüktü ki onu öfkeyle doldurduk.” Konuştukça yaşananların kırbacı yüzümüze vuracak biliyoruz ama belki de bu kırbacı hepimiz hak ediyoruz, o yüzden dinlemeli, konuşmalıyız. Biz susuyoruz, Türküler anlatmaya devam ediyor:
“Ben babamı en son uyurken gördüğümü hatırlıyorum. İlk zamanlar uzaklara gitti diyorlardı. Böyle olunca elbette bir umut vardı içimizde. Bekliyorduk, arıyorduk. Zaten ölüm ne demek anlayamıyorduk. Daha sonra ölümle tanıştık. Çocukken 'babamın ölümü' diye söz ediyordum. Bize trafik kazasında öldüğü söylenmişti. Ancak, yaşımız ilerledikçe ‘babamın öldürülüşü’ vurgusunu yapmaya başladım. Bu daha sonraları canımızı çok yaktı.”
Alaz’sa babasının öldürülüşünü ilkokulda öğreniyor. Hiç unutmuyor o anı, daha dün gibi aklında. Hayat bilgisi dersinde... Trafik kurallarını anlatıyor öğretmenleri, kazalara dair uyarıyor. Parmaklar kalkıyor bir bir, çocuklar da kendi tanık oldukları, bildikleri kazaları anlatıyor. Alaz'ın parmağı da havada; “Benim babam kazada öldü” diyor çocuk sesine ölümün hüznü çökerek. Öğretmen gelip başını, saçlarını okşarken çok da anlam veremiyor buna Alaz. Şimdi bu anı düşününce “Orada yaşanan çok daha yıkıcı geliyor aslında” diyor yetişkin sesine düşen üzüntüyle.
İki kız kardeş okuma yazmayı öğrendiğinde, babalarının vahşice öldürüldüğü gerçeğiyle de yüzleşmeleri gerekiyor. Okumayı seviyorlar. Ellerine ne gelirse okuyorlar. Bir gün evde Tempo dergisini buluyor Alaz. Açıyor. Harfleri birbirine birleştiriyor önce, sonra kelime çıkıyor ortaya: İlhan Erdost. Babam! Öldürülmüş!
Kafasına dipçikle vurulmuş! Ağlayarak, yavaş yavaş ama yüksek sesle okumaya başlıyor. Duramıyor, ne eli tutuyor ne ayağı. Sadece ağlayarak okuyor, okuyor. Annesi ve teyzesinin de ağlayışları katılıyor sesine. “Aklımızdan zihnimizden geçenler koca bir bulut gibiydi” diyor, “Çok canım yandı, içime nasıl bir şey saplandıysa hâlâ orada duruyor.”
Çocuk omuzlarına düşen bu acıyla büyümek kolay değil, zor ve yorucu bir hayat geçiyor. Nefretlerini sessiz bir kavgaya dönüştürüyorlar. Bu zihniyete, ideolojiye, mantığa lanet etseler de yaşam devam ediyor. Türküler söylemeden edemiyor
“Benim için babamı öpmek bir mezar taşını öpmek demek, sanırım bu yeterince açık. Bu öfkeyi anlatamıyorum, durduramıyorum. Bir dal kırıldığında filiz veriyor, babam o daldı biz de filizleriz.”
Babamla bir resmim olsun
Konuştukça anılardan küçük alıntılar konuşmaya giriyor. Türküler doğduğu gece İlhan Erdost müjdeyi vermek için kardeşinin, Muzaffer Erdost’un evine gidiyor.
Saat geç olduğu için kapısına Samsun sigara paketinin arkasına yazdığı bir notu bırakıyor: “Ağabeyime bir kız adı bulmak düştü. 21 Mart 1978”
Belki de bundan baba dendikçe Türküler’in aklına, Samsun sigarası ve babasının elindeki yanık izmarit kokusu geliyor. Acıyla empati kurmak zor, acıtıyor ama hatırlamalı, dinlemeli. Alaz da hatırladığı kadarıyla çok uzun bir süre babasının tüm eşyalarını evde koruduklarını anlatıyor. Sanki hiç gitmemiş gibi ya da gelecekmiş gibi. Oysa hiç gelmiyor. “Babamızın yokluğunda ona çok yakındık” diyor Alaz, “Onun kızı olmak özel, onurlu ve paylaşılmaz bir histi. Ama keşke onu tanıyabilseydim, keşke”... Kesiliyor cümle, başka söze de gerek yok zaten.
Babasını tanıyanlardan dinledikçe ablası gibi bir insan canlanıyor gözlerinde, ablasını babasına benzetiyor Alaz hep, huyunu, yüzünü... Bu yüzden biraz ablasını kıskanıyor, en çok da babasıyla fotoğrafları olduğu için. Onun babasıyla hiç fotoğrafı yok. Ona dokunamasa da babasının kucağında görmek istiyor kendini. Belki babasının kokusu, sıcaklığı, güveniyle sarılı olduğunu az da olsa hissedebilecek fotoğrafa bakarken ama olmuyor. 12 Eylül, bir fotoğraf dahi çektiremeden elinden alıyor babasını. Şimdi teknolojinin verdiği imkânla böyle bir fotoğrafa sahip olacak Alaz, photoshop ile bir bebeklik fotoğrafını babasının kucağına yerleştirtecek. Ama hiçbir şey babasının öldürülüşünü öğrendiğinden beri içine saplanan o acıyı yok edemeyecek. Hele de katillerin cezalandırılmadığını bildiği sürece...
Türküler ve Alaz suçluların yargılanırken yargılanmadıklarını düşünüyor. “Babamızın bedenine inen bu darbe, ülkenin geleceğine, adalet inancına, indi. Tüm kurşunlar bu ülkeye sıkıldı. Biz de bunları bedenlerimizde taşıyoruz. Bu yaralar hâlâ kanıyor. Çoğumuz buna seyirci kalıyoruz. Şimdi umudumuz da mutluluğumuz da mücadelemiz.”
Türküler, Türkiye’deki ironik durumu özetleyen trajik bir anısını hatırlıyor. Bir gün Uğur Mumcu’nun kızı Özge arıyor. Babasının İlhan Erdost hakkında yazdığı bir yazıyı anlatıyor. Acının ortaklaştırdığı iki insan olarak konuşuyorlar. “Düşünsenize” diyor Türküler, “nasıl bir ortaklık bu? Babaları katledilmiş iki kız, birinin babası diğeri için bir yazı yazıyor ama onun da yaşamı bir cinayetle son buluyor. Anlatılabilir mi?”
Türküler ve Alaz Toplumsal Bellek Platformu ile mücadelelerini sürdürüyor. Yakınlarını siyasi cinayetlerde kaybetmiş ailelerden oluşan bir hareket bu. Unutmuyor, unutturmuyorlar. Her yıl buluşuyorlar. Siz bu satırları okurken de buluşmuş ve seslerini duyurmuş olacaklar. Aileler kimler mi? Belleklerinizi bir yoklayın; Sabahattin Ali, Orhan Yavuz, Doğan Öz, Necdet Bulut, Abdi İpekçi, Akın Özdemir, Cevat Yurdakul,Cavit Orhan Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Sevinç Özgüner, İlhan Erdost, Çetin Emeç, Turan Dursun, Muammer Aksoy, Musa Anter, Uğur Mumcu, Nesimi Çimen, Metin Altıok, Behçet Aysan, Hasret Gültekin, Onat Kutlar, Yasemin Cebenoyan, Hasan Ocak, Metin Göktepe, Necip Hablemitoğlu ve Hrant Dink ailesi. Sloganları “BENİM BABAM KAHRAMANDI”, “ADALET İSTİYORUZ” ve “SEYİRCİ KALMAYIN”... Bundan daha anlamlı bir babalar günü mesajı olabilir mi?