Kazanan endüstri kaybeden futbol...

Cristiano Ronaldo, Kaka, Mehmet Topuz, Nihat Kahveci; bu yaz transfer piyasasında ismi geçen futbolculardan bazılarıydı. Aldıkları paralar çok eleştirildi. Ancak onlar futbolun gerçek aktörleri, sahaya çıktıklarında tüm güzellikler onların ayağından yansıyor. Bir de saha dışındaki yıldızlar var. Onların yaptığı ise güzel oyunu iflasa sürüklemek...

cumhuriyet.com.tr

AC Milan’dan Real Madrid’e 67 Milyon Avro bedelle transfer olan ve geçen hafta kendisi için görkemli bir tören düzenlenen Brezilyalı Kaka’nın hikâyesi ilk bakışta bilindik futbol efsanelerini hatırlatıyor. Oysa işin gerçeği hiç de öyle değil. Futbolu yakından takip edenlerin bildiği gibi Kaka ne Rio’nun gecekondularında dünyaya gelen siyahi bir çocuktu ne de sefalet içinde büyümüştü. Elbette bu, sadece futbolun artık bildiğimiz oyun olmadığını gösteren sembolik bir detaydan ibaret. Yoksa kimsenin, ne Kaka’nın iyi futbolcu ne de yeni takım arkadaşı Cristiano Ronaldo’dan sempatik olduğunu inkâr edeceğini sanmıyorum. Futbol henüz bir endüstri olmadan çok önce etrafında büyük paraların döndüğü bir alandı. Bu yüzden Diego Maradona’nın 1982’de 7.2 Milyon Avro karşılığında Barcelona’ya transferi kimseyi şaşırtmamıştı. Bu para günümüzde sadece orta halli bir futbolcunun transferi için yeterli olsa da zaman içinde yeşil sahada ve çevresinde çok daha önemli değişimler yaşandı.

Değişimin iki miladı vardı; 29 Mayıs 1985’te Heysel’de ve 15 Nisan’da 1989’da Hillsborough’da yaşanan facialar. Her ikisine de Liverpool taraftarlarının karıştığı ve onlarca kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylar bazılarına bir şeyleri fark ettirecekti. Futbol o zamana kadar her kesimi bir araya getiren bir spordu ama bundan sonra öyle olmamalıydı.

Statlar daha çok konfor ve güvenlik arayan, bunun için yüksek paralar harcayabilecek kitleye hitap etmeli, kulüpler de bu değişimleri talep edecekleri ekonomik şartlara zorlanmalıydı. Çünkü bu iki facia göstermişti ki toplumun farklı kesimleri “ortak noktası ne olursa olsun” bir amaç için bir araya geldiğinde zıvanadan çıkabilir ve “kelimenin her anlamıyla” tehlikeli olabilirdi. “Futbol halkların afyonudur” söylemi 20. yüzyılın sonunda çatlaklar vermeye başlamıştı. Değişime en çabuk ayak uyduran, doğal olarak faciaları en yakından yaşayan İngilizlerdi. Tamamen koltuklu, ayakta maç izlemenin yasak olduğu statlar, taraftar mağazaları, pahalı sezonluk biletler; doksanlı yıllarda futbol kültürüne iyice yerleşmişti. Sonrasında sahneyi sponsorlar alacaktı. Artık saha içinde de yeni bir döneme girilmişti. Maç saatleri kulüplere büyük paralar akıtan televizyon kanallarının isteğine göre ayarlanıyor, sponsor reklamlarının önü kapanmasın diye saha kenarına pankart asılması engelleniyordu. Futbolun yeni yıldızları da doğal olarak sırf topun peşinde koşturanlar değildi. Silvio Berlusconi, Muhammed El Fayed, Roman Abramovich; hepsi, servetlerinin bir kısmını futbol için harcamaya gönüllüydü. Artık kulüp bünyelerinde pazarlama stratejisi uzmanları ve CEO’lar vardı. Mesela Real Madrid, Beckham transferinin parasını Uzakdoğu’da satacağı formalarla çıkarmanın hesaplarını yapıyordu. Türk spor medyası da futbol emperyalizmine ayak uydurmakta geç kalan kulüplerimizi “çağ dışı” olmakla eleştiriyordu.

Futbol dünyasındaki değişime Türkiye’de en çabuk ayak uyduran kulüp Fenerbahçe oldu. Başkan Aziz Yıldırım’ın ağzından “kurumsallık” sözcüğü neredeyse hiç düşmedi. Peki kastettiği neydi? Evet Fenerbahçe’nin bütçesi, tesisleri on yıl öncesine göre ışık hızıyla gelişme göstermişti. Ancak bu gelişimi futbolun evrensel değişiminden ayırmak ne kadar mümkün olabilirdi ki? Yine de çoğu alanda olduğu gibi Türkiye’de futbolun endüstrileşmesi de dünyadan bariz farklar içeriyordu. En basitinden kulüpler basınla ilişkilerine ne kadar profesyonel sınırlar koysalar da yöneticiler koltuklarını futbol yönetimi uzmanları ya da kulübün içinde yıllarca idarecilik yapmış insanlarla paylaşmaya hiç de niyetli değildi.

 

Dudak uçuklatır

Futbol bir endüstriyse transfer de en önemli gol silahı olmalı. Türkiye’de kendini yeni göstermeye başlayan futbolcuların bu yaz aldıkları ücretler herkesin merak konusuydu. Nasıl olmasın ki; Fenerbahçe, üç yıl önce gönderdiği Christoph Daum’a yıllığı 3.7 milyon Avro’ya imza attırırken, sezonun en büyük transferi Mehmet Topuz’u Beşiktaş’ın elinden 14.6 milyon Avro’ya kapmış. Yetinmemiş, Özer Hurmacı’yla yıllık 1.5 milyon Avro’ya anlaşmış, Bilica’yı yine 1.5 milyon Avro karşılığında Sıvasspor’dan renklerine bağlamış. Galatasaray yeni hocası Frank Rijkaard için yıllık 4.5 milyon Avro’yu gözden çıkarmış. Mehmet Topuz’un hayal kırıklığını gidermek isteyen Beşiktaş ise 20 yaşındaki İsmail Köybaşı’nın kulübü Gaziantepspor’a 6.5 milyon Avro bonservis ücreti vermeyi kabul etmiş, eski gözağrısı Nihat Kahveci’ye kavuşmak için 3 milyon Avro’luk bir bedel ödemiş. Rakamlar uçuk görünüyor değil mi? Elbette bu rakamlar Cristiano Ronaldo için Real Madrid tarafından ödenen 94 milyon Avro ile karşılaştırılamaz. Ekonomik krizin iyice su yüzüne çıkacağının öngörüldüğü 2009 yazı için oldukça cüretkâr bir rakam. Transfere dünya çapında gelen ilk tepki Portekizli futbolcuya ödenen ücretle kaç fakirin doyacağının hesaplanması oldu.

Futbol ve ekonomi arasındaki ilişki konu edinildiğinde sponsor ve yayın gelirlerindeki artışlar, uluslararası turnuvalardan elde edilecek gelirler istatistiki verilerle ortaya dökülür. Ancak futbolun diğer sektörlerden bir farkı var. Okuması ilginç olsa da rakamlardaki artış ve azalış futbola duyulan merakla sadece nesnel bir paralellik gösterir. Sonuç mu? Kazanan futbolun endüstrisi, kaybeden ise futbolun kendisi olur. Çünkü futbolsever kitle dahil kimsenin adlandıramadığı gerçek, futbolun Nike’ın ya da Adidas’ın sosyal sorumluluk çerçevesinde gönderdiği toplardan çok önce Afrika’da sefalet içinde yaşanan çöllerde, Asya’nın uçsuz bucaksız platolarında ya da Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı bombalarının açtığı tümseklerle dolu arsalarda bir tutku olduğudur.