Kaz Dağları gerçeği: Bu vatana nasıl kıydınız?
Son günlerde en çok konuşulan konulardan biri Kaz Dağları’nda siyanürle altın arayacak Kanadalı Alamos Gold Şirketi’ne karşı eylemler. AKP sözcülerinin, milletvekillerinin eylemlere şirketten çok tepki göstermesi ilginç. Önce madenin Kaz Dağları dışında olduğunu öne sürdüler, ardından kesilen ağaç miktarına takıldılar. Maden şirketleri bir ülkeye girmeden önce ülkedeki madencilik yasalarının kendilerine güçlük çıkarmayacak şekilde değiştirilmesi için lobi faaliyetlerine başlarlar. Sonra basını yanlarına çekerler. Türkiye’de de öyle oldu. Maden Yasası, AKP döneminde 14 kez değişti, 118 yabancı firmaya 593 ruhsat verildi.
Miyase İlknur
Fotoğraflar: Vedat Arık
Keşfedilmiş en değerli on element içerisinde son sırada yer alasa da altın, ademoğlunun en değer verdiği maden olmuştur. Uğruna savaşlar çıkmış, nice cinayetler işlenmiş ve nice göçler yaşanmıştır. Aslına bakarsanız petrol, demir, bakır, alüminyum, kömür gibi gündelik yaşamımızın olmazsa olmazlarından da değildir. Ama gerek ışıltılı görünüşü, gerek nadir bulunuşu ve gerekse paslanmayışı, deforme olmayışı ve kolay işlenmesiyle asırlar boyu insanların en çok sahip olmak istediği meta olmuştur.
Kaliforniya’da altın arayanların öykülerini siyah beyaz filmlerde izlemeyen yoktur. O günlerden bu günlere 150 yılı aşkın zaman geçti. Topraktan altın çıkaran insanların yerini günümüzde çok uluslu şirketler aldı. “Altına hücum” döneminin başladığı 1849-1854 yılları arasında Kaliforniya bölgesinde altın için 4 bin 200 cinayet işlendiği söyleniyor. Tabii bu sadece kayıtlara geçen cinayetler.
Bir de altın madenlerinde yaşanan ve adına da iş kazası denen cinayetler var. Güney Afrika’ya önce çiftçilik amacıyla giden sömürge ülkeler, bu bölgede zengin altın ve platin rezervlerini öğrenince çiftçiliği yerel halka bırakarak madenlerine hücum etti. ABD, Fransa, İngiltere, Kanada, Brezilya, Almanya, Hindistan’dan sonra Çin de bölgede maden ocaklarına yatırım yaptı. Madenlerde çalışan işçilerin sık sık direniş yapmaları iş koşulları ve ücretlerinin iyileştirmelerini istemeleri yüzünden Çin’den ucuz kaçak işçi getirdiler. Maden şirketleri bölgede bozulan imajlarını düzeltmek için de “Sosyal Sorumluluk Projeleri” adını verdikleri okul, sağlık ocağı ve içme suyu gibi düşük maliyetli projelerle de göz boyama yolunu seçiyorlar.
Altın için işlenen cinayetler bunlarla sınırlı değil. Toprağa karışık altını diğer madenlerden ayrıştırmak için siyanür kullanımı hem doğa hem de o doğanın nimetlerinden yararlanan insanlar için etkisi yıllar sonra ortaya çıkacak yeni bir cinayet. Hem de toplu cinayet. AB, ABD ve Kanada, siyanür kullanarak altın ayrıştırma yöntemlerini kendi ülkelerinde çoktan terk etmiş. Siyanürle altın ayrıştırma işlemi üçüncü dünya ülkelerine kaymış. Özellikle de Güney Afrika, Meksika, Çin ve Türkiye’deki altın rezervlerine Kanada, ABD ve Avusturalyalı şirketler adeta akın etmiş.
Altın madenleri, özellikle de siyanürle altın ayrıştırma işlemi Türkiye’nin gündemine 1990’larda Bergama’daki altın madeni ile geldi. Almanya ve Avustralya menşeli şirketlerin ortaklığında kurulan Eurogold firması 16 Ağustos 1989’da maden arama ruhsatı aldı, 1991’de tesis inşaatına ve maden için ön hazırlıklara başladı. 2005’ten beri Koza Altın İşletmeleri tarafından işletilen maden ocağı 90’lar ve 2000’lerde birçok kez el değiştirdi, hisseleri Amerika, Almanya, Avusturya, Fransa ve Kanada menşeli şirketler arasında gidip geldi. Önce ağaçların kesilmesi ile başlayan eylemler, daha sonra altının ayrıştırma işleminde kullanılan siyanürün çevre ve halk sağlığını tehdit edeceği konusu öne çıkarıldı. Dünyanın birçok bölgesinde altın madeni işleten şirketlerin çevreci direnişçilere karşı kullandığı savunma tek tepti: “Altının topraktan çıkarılmasında kullanılan siyanür çok düşük miktarda ve siyanürün kullanılacağı havuzlar özel membranlı sızdırmaz malzemelerden yapılıyor.”
Ancak kazın ayağı öyle değil. Dünyada son 25 yıl içerisinde siyanürle altının ayrıştırılması yapılan işletmelerde toplam 30 kaza yaşanmış. En büyük kaza bundan on yıl önce Orta Avrupa’da meydana geldi. Bu kazada, Tuna Nehri’ne 100 bin metreküp siyanürlü atık su karışmış. Kazalardaki en büyük nedenlerin başında da deprem, iklim değişikliği ile ortaya çıkan aşırı yağış sonrası ortaya çıkan havuz taşmaları. Bu kaza sonrası, ortaya çıkabilecek kazalarda sınır ötesi hasarların, olası çevre kirlilikleri nedeni ile çevre ülkelerin de müdahil olabilecekleri yönünde Avrupa Birliği’nde bir fikir birliği oluşmuş.
Altın madeni işleten şirketlerin bir ülkeye girmeden önce birtakım ön çalışmalar yaparlar. Önce o ülkenin madencilik yasalarının kendilerine güçlük çıkarmayacak şekilde değiştirilmesi içen lobi faaliyetlerine başlarlar. Bu lobi faaliyetlerine iktidar muhalefet farketmez parlamentodan yandaşlar devşirilir. Kamuoyunda tepki çekmemesi için ikinci yapılacak iş basını yanlarına çekmektir. Madencilik Yasası değişmeden önce basında o ülkenin ne kadar zengin madenlere sahip olduğu, onların çıkarılması halinde ülkenin ekonomik sorunlarının çözüleceği, bölge halkına da geniş istihdam olanakları sağlanacağı yazdırılır. Maden Yasası parlamentoya getirildiğinde artık lobileri sayesinde itiraz eden kalmaz, kalsa da sesi duyurulmaz. Ardından da yerli maden şirketleriyle ortaklıklar kurulur. İlk arama ve sondaj ruhsatları ile ÇED raporlarının hazırlanması işleminde bu şirketler taşeron olarak kullanılır. Sonra asıl şirket, yani yabancılar gelip her türlü bürokratik işlemi tamamlanmış madeni devralırlar. Madeni çıkartıp sona geldiklerinde de madenin kapatılması, kesilen ağaçların yerine yenilerinin dikilmesi gibi kendileri için angarya olarak görülen işlemleri yapması için de madeni yine yerli bir şirkete satarlar.
Nitekim Türkiye’de de öyle oldu. Madencilik Yasası tam 15 kez değişti. Tabi bu değişiklik devletin ve kamunun yararına değil, maden şirketlerinin, özellikle de yabancı şirketlerin lehine oldu. Önce ANAP döneminde 1985 yılında değişikliğe uğrayan yasa, AKP iktidarı döneminde 14 kez değişikliğe uğradı. Bu dönemde 118 yabancı firmaya ait 593 maden ruhsatı verildi. Hükümetler de yabancılar lehine değiştirilen maden yasalarını savunmak için ülkenin yeraltı zenginliklerinin günyüzüne çıkarılması, toprak altında yatan bu zenginliğin ekenomiye kazandırılması ve istihdama katkı sağlanması argümanını sıklıkla kullanırlar. Oysa siyanürle altın ayrıştırma sürecinin istihrama katkısı oldukça sınırlı. Bir altın madeninin işletilmesi 8 ila 16 yıl arasında değişiyor. Hiçbir sigorta şirketinin bu madenlere uzun süreli sigorta anlaşması yapmaması ve üretimi durdurulan işletmeleri ise sigorta etmemesi de ayrı bir sorun.
Türkiye’de madencilik ruhsatı verilmesi konusunda AKP iktidarı oldukça gayretkeş. Özelleştirmeler sonucunda ülkenin yerüstünde satacak bir şeyi kalmayınca gözler yeraltına çevrildi. Üstelik bu çokuluslu şirketlerle yapılan anlaşmalarda da devlete verilecek pay oldukça düşük. Arada başka paylar pazarlık konusu değilse bu anlaşmalara imza atmak ya işbilmemezlikten ya da vatan hainliğinden öte bir şey değil.
Bir yandan kentin orta refüjlerine, yol kenarlarına çiçek ve ağaç dikmekle övünen AKP iktidarı, yeşil alanları imara açmak, HES’lerle dere yataklarını ve akarsuları yok etmek, orman alanlarına ve kamuya açık sahillere imar izinleri vermek konusunda sınır tanımıyor.
Kaz Dağları’nda değilse ağaç kesilebilir Son günlerde kamuoyunun en çok tartışılan konularından biri Kaz Dağları’nın Çanakkale tarafındaki Kirazlı bölgesinde siyanürle altın ayrıştırma işi yapacak olan Kanadalı Alamos Gold Şirketi’ne yönelik eylemler. Maden sahasında 150 bine yakın ağaç kesilmesine ve siyanürle altın ayrıştırma işlemine karşı Türkiye’nin her tarafından çevreciler Kirazlı bölgesine günlerdir akıyor. Eylem bölgesi Çanakkale merkezine kaydırılmasına rağmen Kaz Dağları’na ve bölgede yaşayan halkın sağlığına yönelik tehlikelere dikkat çekmekamacıyla başta Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan olmak üzere bölge milletvekilleri, meslek odaları ve çevreci sivil toplum örgütleri seslerini dünyaya duyurmak için her yolu deniyorlar. Üstelik Kaz Dağları’nda 29 arama ruhsatı var. Bunlardan sadece iki tanesi için işletme ruhsatı verilmiş. Bu 29 tane ruhsat verilen alanda maden çıkması halinde Kirazlı bölgesinin başına gelen Kaz Dağları’nın diğer bölgelerinde de yaşanacak demektir. Ormanın katledilmesi bir yana bir diğer konu da bölgenin Çanakkale ilinin içme suyunu sağlayan Atikhisar Barajı’nın 8 km. yakınında bulunması. Çanakkale Belediye Başkanı Ülgür Gökhan, barajın su toplama havzasının korunması için DSİ’nin belediye ile sözleşme imzaladığına dikkat çekerek “Biz bu su toplama havzasını her türlü kirlilikten korumak için sözleşmenin gereğini yerine getirirken bizzat devletin kendisi hem de deprem bölgesi olan bir alanda siyanürle altın ayrıştırma işlemi yapacak maden şirketine ruhsat veriyor” diyor. |
Dört ayda bu hale getirdiler
En başından bugüne, süreç nasıl gelişti?
2007 yılından beri bu mücadelenin içindeyiz. ÇED raporu öncesinde biz Kaz Dağları Belediyeler Birliği olarak Kirazlı bölgesine eylem için geldik. Bizi alana sokmamaya çalıştılar, zorla girdik. Bu arada ruhsat verilmemesi için belediye meclis üyeleriyle o zaman 2009 senesinde valiye gittik. Aralarında AKP’li, MHP’li meclis üyeleri de var. O arada yasal süreçler sürerken davalar açmamızın yanında mitingler yapmışız ama daha henüz arama, sondajlar yapılıyor o süreçte. Henüz ağaç katliamı başlamamış. Biz tepkiyi gösterince bazen duruyorlar, sonra yeniden başlıyorlar. Sonunda ÇED raporunu iptal ettirdik. En son bundan iki yıl önce burda ağaç kesmeye başladılar. O zaman buraya bütün meclis üyelerini getirdik, yürüyerek tepeye kadar çıktık. Bir daha itiraz ettik. ÇED bozuldu. Bu arada yerel seçim süreci başladı. Ağaç kesimlerine süratle devam ediyorlardı. Sonuçta seçim sürecinde bir anda yeni bir ÇED raporu hazırlandı ve Çanakkale Valisi de imzaladı.
Vali imzalayınca...
ÇED raporu vali tarafından imzalanınca şirket ormana hurra daldı. O zaman biz “bir dakika bir durun” dedik. Burda böyle bir hamle olunca nöbet tutmaya başladık. Adına “Su ve Vicdan Nöbeti” dediğimiz bu nöbet mahallini Balaban köyü alanına kurduk. Vicdan nöbeti dedemizin gayesi görenin vicdanı sızlıyor. Gelip de görenin vicdanı sızlamıyorsa, “idare edin” diyen varsa gelsin söylesin. Maden alanına gidiyoruz, kapıları açmıyorlar. Milletvekilleri ile geldik. Adam ormana büyük makinelerle giriyor, koca alanı bir günde talan ediyor. Bu bölge dört ayda bu hale geldi. Dört ay öncesine kadar böyle bir durum yoktu. Yol yapıyorlardı, ağaç seyreltiyorlardı. Şimdi öyle değil ki. Tek tek ağaç kesmiyorlar makineler bir anda yüzlerce dönüm arazideki ormanı bir anda yok ediyor. Ayın 5’inde bir eylem yapmak için halka çağrı yaptık. Büyük bir katılım oldu. Bu arada uluslararası platformda konuyu dile getirdik. Sosyal medya üzerinden çağrılar yaptık. Johnny Depp dahil ummadığımız herkesten destek geldi.
Ağaç katliamı işin bir yönü. Bir de siyanürle ayrıştırmanın getirdiği zararlar var.
Biz diyoruz ki, tamam bu adiliği yaptınız. Bu da kötü de... Bizim başlıca hedefimiz siyanürün toprağa değmemesi. Maden arama ruhsatı verilen yer Çanakkale ilinin içme suyu ihtiyacını karşılayan Atikhisar Barajı’nın tam tepesi. Hatta buradan bir dere geçiyor, tam maden alanının altından dolanır, doğruca bizim baraja gelir. Sadece bu dışarıdaki dere. Yeraltı sularını saymıyoruz. Benim de sorumluluk alanım burası. DSİ ile bir protokol yapmışız, bu protokolün beşinci maddesi diyor ki, “Burası uzun mesafeli koruma alanı ve burayı koruyacaksın.” Çünkü buradaki birçok dere, derecik hepsi o haritanın üzerinde belli zaten ve onların hepsi bizim baraja akıyor. Bu haritayı ben çizdirmedim. Bunu Çevre Bakanlığı çizdirdi. Nitekim bir sene bir kuraklık oldu, susuzluk başladı o zaman bizim baraj kuruma noktasına geldi. Bu arada toprak ortaya çıkınca yakındaki köylüler o toprağı ektiler. Biz hemen müdahale edip o ekili alanları sürdük, yok ettik. Çünkü sebze ektiği o alana ilaç atıyor. O ilaç atacak, gübre atacak, belki hayvan ve insan dışkısı olacak ve onlar da önce toprağa sonra da yeraltı sularına karışacak. Çünkü Çanakkale halkının sağlıklı su kullanmasını sağlamak benim görevim.
Siyanür dışında burada suya ve toprağa karışması muhtemel ne tür zararlı kimyasallar var?
Şu ardınızdaki tepe yok olacak. Bu tepenin altında sadece altın yok. Civa var, mobilen var bunlar açığa çıkacak. Hatta kazılan yerde sülfür açığa çıktı. Sülfür çıktığında yağmurla tepemize asit şeklinde yağacak.Siyanür yağması başlayacak daha sonra. Şirketin savunması, “Efendim biz bunu betonla mebranla toprağa karışmasını önleyeceğiz, sızmayacak. Ne zaman? Bu yıl sızmayacak, beş yıl sızmayacak, on yıl sızmayacak belki. Ama burası 1. derece deprem bölgesi. Yenice fay hattı buradan 7-8 kilometre uzaktan geçiyor. 1950’li yıllarda büyük bir deprem oldu ve Yenice yıkıldı, 240 insanımız öldü. Bu bölgede iki fay hattı var. Bir tanesi Saros Körfezi’nden geçer. Bir de Edremit’e inen bu fay hattı. Buradaki bir deprem siyanürün sızma ve toprağa karışma riskini canlı tutuyor.
Yüzde 2 için değer mi?
Başka bir gerçek var, buradan çıkarılacak altının beyan edilen değerinin yüzde 2’si. Haydi dördü olsun. Yüzde 96’sını götürüyorsun? Al, 96’sını bize ver. Çocuk aldatır gibi. Burada çıkacak altının değeri kaç tonsa bu doğayı yeniden yaratmaya yeter mi? Efendim, biz ağaç dikeceğiz. Ağaç dikmek mümkün de bu hale getirmek binlerce yıl alır. Bir de suyu zehirliyorsun. Erozyon olmayacağını kim garanti edebilir? Bu orman insan tarafından bu hale getirilemez. Ekosistemi yok ediyorsun. Orada börtü böceğin, floranın, faunanın oluşturulmasını ne siz ne torununuzun torunu görür. Elimizde bu değer varken bunun binde bir değerine burayı feda etmek akıl kârı değil.