‘Kaybedenin öyküsünü yazmak istedim’

Pınar Kür, yeni romanı “Sadık Bey” ile aşina olduğumuz insanlık hallerini, toplumsal yozlaşmayı ve değişimi anlatırken, ülkede yaşananlara karşı şaşkınlığını, moral çöküntüsünü de okura aktarıyor. Kür ile kendi deyimiyle uzun bir aradan sonra hayata tutunmak için yazmaya başlamasıyla ortaya çıkan “Sadık Bey” üzerinden romancılığı ve sınıfsal tabakalaşmadan, cinsiyetçiliğe Türkiye gerçekleri üzerine konuştuk.

Eray Ak

- Uzun bir sessizlik döneminden sonra geldi Sadık Bey. Nasıl geçti verdiğiniz ara sizin adınıza? İyi geldi mi? Olaylara kenardan bakmak nasıl hissettirdi?

- Kenardan bakmak edebiyatçının kaderi değil mi? Evet, kendi yaşadıklarınızı da katıyorsunuz yazınıza tabii ama bir yerde kendi kendinize de dışarıdan bakmak, analiz etmek gerekiyor. Uzun suskunluğumun birkaç sebebi var. Kenardan bakarken gördüklerim hiç hoşuma gitmedi, âdeta yıldırdı diyebilirim. Yazma hevesimi kırdı. Ayrıca çok ciddi sağlık sorunlarım oldu; maddi ve manevi çok derin acılar çektim. Hayata tutunmak için yeniden yazmaya başlayayım dedim.

- Verdiğiniz ara, aynı zamanda Türkiye'nin de kökten değiştiği bir zaman dilimine denk geliyor. Bu kenardan bakma mevzuundan ilerlemek istiyorum; yaşananları daha net görme fırsatı sunuyor mu söylendiği gibi? Ve Sadık Bey'in bu bakışla nasıl bir ilgisi var? Ya da var mı?

- Evet, kendimi bildiğimden beri aklıma hayalime gelmeyecek değişiklikler oldu ülkede. Gördüklerime, duyduklarıma, yaşananlara inanamadım; hâlâ da inanamıyorum ve her geçen gün daha kötüye gittiğine dehşetle tanık oluyorum. Tek umudum bu değişikliklerin dediğiniz gibi

kökten” olmaması ve Cumhuriyetin köklerinin çok derinlere gömülmüş olsa bile sapasağlam durması. Yaşadığım şaşkınlığın, uyumsuzluğun, moral çöküntüsünün elbette Sadık Bey’de yansımaları var.

- Sadık Bey'i zihninizde doğuran ve yaşatan neydi? Hangi dertlerin peşinde düşme dürtüleriyle hareket ettiniz romanı yazarken?

- Vahşi kapitalizmin ülkemizi işgal etmesi, insanımızı esir alması karşısında duyduğum ürküntü… Gücün tek kriter, paranın tek değer olduğu bir ortamda yaşamanın tedirginliği.... Tedirginlikten öte, ne yapacağını bilememe çaresizliği… Bir tür panik atakla birlikte doğdu kafamda Sadık Bey. Bu curcunada kazananın değil, kaybedenin öyküsünü yazmak istedim.

- Diğer merak ettiğim de şu: Az önce de bahsettiğim gibi uzun bir aranın ardından geldi roman. Yazım süreci nasıldı? Bu zaman diliminin tamamına yayıldı mı?

- Hayır. Daha önce yazdığım romanlardan daha uzun bir süre aldı ama on yıla yayılmadı. Aklımda epey bir süre dolandırdıktan sonra 2012’de yazmaya başladım. Ancak araya demin de sözünü ettiğim sağlık sorunları girdi. İki çok ciddi ameliyat geçirdim. İyileşme dönemi çok sancılı oldu; belim hâlâ kırık ve hâlâ fizik tedavi görüyorum. Son bir buçuk yılda romana yoğunlaşabildim.

- Bir karakter romanı Sadık Bey fakat "karaktersizlik" ile de yakından ilgili. İki arkadaşın; Sadık ve Ertuğrul'un ilişkileri, aynı şekilde etraflarında dönen dünya günümüzün çıkar eksenli ilişkilerini anlamlandırma adına nasıl bir yerde duruyor sizce?

- Onlarınki de bir çıkar ilişkisi aslanda. Ta okul yıllarında başlayan, birbirlerini karşılıklı kollamalarıyle gelişen arkadaşlıkları, zaman ilerledikçe iş yaşamında bir ast-üst ilişkisine dönüşüyor ve bu kez dostluğu pek çağrıştırmayan, kuşku bazlı bir kollama olayına doğru gidiyor.

 

YOLSUZLUK İÇİN FIRSAT KOLLANIYOR”

- Bu yönde bir değişimde "şirket mantığı" ile yönetilmemizin de payı olduğunu düşünüyor musunuz? Bir de nedir bu "şirket mantığı", bahseder misiniz biraz?

- Evet, düşünüyorum. Yani demin sözünü ettiğim, beni dehşete düşüren etkenlerden biri de bu. İnsanı yok sayan, daha doğrusu çarkların dönmesini sağlayan herhangi bir öğeden farksız gören, hiçbir insani ilişkiye değer vermeyen bir mantıktır bu. Tek amaç güce erişmek ve hep güçlü kalmak. Bu arada da cebini doldurmak… İnsanları birer birer ya da toplu halde harcamak işten bile değildir. Bir bölüm yeterince kâr etmiyorsa hemen kapatmak, orada çalışanları işten çıkarmak normal sayılır. Zarar etmekten söz etmiyorum, kârın azalması yeterlidir. Siz de bilirsiniz, şirketleri dışarıdan denetleyip kârı azamiye çıkarmak için neler yapılacağını analiz eden başka şirketler bile var. Bunlar çalışanları evine ekmek götüren insanlar olarak değil sayı olarak görürler. Bu mantık bir şirket aşamasında bile korkunçken ülkenin yönetim kadrosu tarafından benimsendiğinde ölümcül boyutlara varabilir.

- Samimi olmayan ama öyle davranan insanların halleri romanı bir yandan da Sadık Bey. Yaşadığımız dünyada da herkes yalandan, kötülükten şikâyetçi ama kimse yalancı, kötü ya da ikiyüzlü değil. Bu toplumsal çürümeyi neye bağlıyorsunuz?

- Çok yakın zamanda yaşadığım bir olayı anlatmam yeterli olacaktır sanırım. Bu Ağustosu Muğla’nın Datça ilçesinde, orada yaşayan kardeşimin evinde geçirdim. Bir gün su saatlerini değiştirmeye geldiler. Saatlerin hiçbirinde bozukluk falan yok. Belediyenin aklına esmiş, gerekçesiz değiştiriyor. Ondan bir süre önce de internette imza kampanyası görmüştüm: Muğla Belediyesi’nin su ücretlerine yaptığı yüzde dört yüz küsurluk zamma karşı bir kampanya...

Saati değiştirmeye gelen adama bu kampanyayı imzaladığımı söyledim. “Tabii zam yapacak, o kadar masrafı var, o kadar işçiye nasıl para verecek” gibisinden bir karşılık aldım. Yapılan zammın işçinin değil, bu saatleri satanın ve satın alanın cebine gireceğini söylediğimde ise “Olsun, gün gelir biz de satın alanlardan oluruz belki” dedi.

Yani, “çalışan kazanır” ilkesi çoktan unutulmuş durumda, “bal tutan parmak yalar” en geçerli değil, tek geçerli ilke olmuş. Kimsenin utanması sıkılması yok, herkes her türlü yolsuzluğu içselleştirmiş, fırsat kolluyor, sıra bekliyor.

 

"YENİ ALT TABAKA: OKUMUŞLAR..."

- Sınıf farklılığına vurgu yapıyorsunuz romanda. Bu da yine Sadık ve Ertuğrul üzerinden yürüyen bir durum. İki çocukluk arkadaşı, okulda aynı “sınıf”ta yer alsalar da birinin babası öğretmen ve annesi hemşireyken diğeri bir esnaf çocuğu ve annesi ilkokul mezunu. Aradaki sınıf farkı zaman içinde belirginleşse de kör topal ilerliyor arkadaşlıkları. Romandan biraz olsun çıkarsak, gelir uçurumunun giderek arttığı günümüz Türkiyesi’nde toplumsal tabakalaşmanın derinleşmesine nasıl bir yorum getirirsiniz?

- Ülkemizdeki sınıfsal durum Marx’ın teorilerine uymuyor. Üreten kesim elbette eziliyor, sömürülüyor ama “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi” olmadığının farkında değil, daha doğrusu farkında olmamakta direniyor. Çünkü bu gerçek kendilerine ne zaman söylense, kabul etmiyor. Söyleyene diş biliyor, kendisini sömürenlere değil… Burada bir sınıf bilincinin oluşması mümkün değil. Sizin tabakalaşma dediğiniz şey garip bir şekilde işliyor. Haksızlığa karşı çıkacağına, o haksızlıkları yapanın mertebesine ulaşmaya çabalıyor. Demin örnek verdiğim belediye işçisi gibi… Yolsuzluklara, hırsızlıklara kimse aldırmıyor, aldırsa bile cezasız kaldığını gördükçe kendini aptal yerine konmuş hissediyor.

Bir de eğitimli olanlar artık “üst tabaka” değil, alt tabaka… Eskiden kurtuluşu çocuğunu okutmakta görenler vardı. Şimdiyse tam tersi. Akademisyenler, öğretmenler hor görülüyor. Birileri çıkıp “Sen kim oluyorsun!” diye bağırıyor. Kim olacağım, senden daha bilgili, daha donanımlı biriyim, diyecek olursanız, “Paran kadar konuş” cevabını alırsınız. Ezilen, baskı altında tutulan, işten atılan, hapse tıkılanlar hep yazar, gazeteci, akademisyen. Yani “okumuşlar”, “okuduğu için kendini bir şey

sananlar”, düşünenler, kafa yoranlar... Yeni “alt tabaka”. Güce, hatta kaba güce, paraya sahip olanlara her şey mubah. İstedikleri kadar afra tafra yapabilirler. Çünkü onlar kazanmışlar, üst tabakaya yerleşmişler. Sağduyu sahibi olduğu iddia edilen geniş halk kitleleri onlara hayran çünkü günün birinde onlar gibi olmak umuduyla yaşıyorlar. Durup dururken horlanan, hapislerde sürünen “okumuş”lara özenecek değiller herhalde!

 

AL BİRİNDEN VUR BİRİNE”

- Romanda, erkeklerin kadına cinsel bir obje olarak aşağılayıcı bakışını da gözler önüne seriyorsunuz. Yıllardır yazan biri olarak sizce kadının toplumsal hayat ve edebiyattaki “öteki”liği ne yönde değişti?

- Herhangi bir değişiklik olduysa eğer, olumsuz yönde olmuştur. Yani, benim Asılacak Kadın’ı ilk yazdığım yıllardan çok daha geride kadının durumu. Çalışmaları engelleniyor, mahalle baskısı denilen şey korkunç artmış durumda, maruz kaldıkları şiddet her geçen gün artıyor, şiddeti uygulayan erkekler, katiller müsamaha görüyor… Saymakla bitmez. Erkeklerin bakış açısı kimi kadınlara da bulaşmış bu arada. Bir yanda objeleştiren aşağılayıcı bakışı bir tür iltifat olarak algılayan Perim gibi kadınlar var, öte yanda ise daha da kötüsü, “nesne olma özgürlüğünü” savunan kapalı kadınlar. Al birinden vur birine aslında... Gerçek özgürlük ve eşitlik peşinde olan az sayıda kadın ise Türk erkeklerini fena halde korkutuyor.

- Gelişen teknolojiye ayak uydurmak için sanallığı hayatına entegre etmesine rağmen bunu yadırgayıp “print out” alarak işini kâğıttan halleden kahramanınız Sadık Bey’le benzeşiyor musunuz?

- Ne yalan söyleyeyim, az biraz benzeşiyoruz. Artık ekranı rahat okumayı öğrendim ama bazı teknik durumlar oluyor ki oğlumdan, hatta torunumdan yardım istiyorum.

- Sadık Bey'in kendisine dönmüşken ondan devam edelim; sizin de dediğiniz gibi gerçekten "Sevdiği tek bir kişi bile kalmamış mıydı?" Sadık Bey'i böylesi bir sevgisizliğe ve yalnızlığa sürükleyen yazarının amacı neydi? Sadık Bey'in değişimiyle doğru orantılı da gibi sanki bu; şiirin dünyasından, paranın dünyasına geçişle...

- Çağımızın hastalığı ve korkusu değil mi yalnızlık ve sevgisizlik? Aynı zamanda çok da yaygın... Sadık Bey’in özeline gelince, sevgiliyi geride bırakmış, hatta korkudan kaçmış da diyebiliriz. Büyük aşkından sonra kadınlarla ilişkileri hep yüzeysel olmuş. Dostluklar desen daha da yüzeysel… Gençlik hayallerini satmış, yerine başka bir şey koyamamış. Dediğiniz gibi şiir hayatından tamamen çıkmış. Para kazanıyor ama sevmediği bir işi yapıyor, pek de iyi yapamıyor. Böyle yılmış ve umutsuz bir haldeyken karşısına bir fırsat çıkıyor. Bu fırsatı değerlendirebilecek mi?

- Her romandan okuruna kalanlar vardır ancak bu her okurda değişir. Onları, roman okundukça geri dönüşlerle alacaksınız. Ancak merak ettiğim şu: Sadık Bey'den size ne kaldı?

- Bütün roman ve öykülerimi yazdığım sırada “bitirsem de kurtulsam” diye düşünürüm. Sonra da bitirmenin sevincine hüzün karışır. Şimdi ne yapacağım? Sadık Bey’den kalan ise… Hicran!

 

Sadık Bey / Pınar Kür / Can Yayınları / 168 s.