Karşımızda Tolkien...
‘Hobbit’ ve ‘Yüzüklerin Efendisi’ gibi kült romanların yazarı Tolkien’in hayatı film oldu
Sungu Çapan
Filmde ona ve küçük kardeşine, ağzından alev fışkırtan, uçan ejderler, korkunç canavarlar, büyücüler, yiğit şövalyeler, krallar, kraliçeler ve prenseslerle dolu, kılıç şakırtılı destanlar, inanılmaz sihirli masallar anlatan, hayalgücü zengin ama ölümcül hasta annesini (Laura Donnelly) çocukken kaybediyor Tolkien. Annesinin tanıdığı bir papazın (Colm Meaney) vasiliğini üstlenmesiyle yurtlarda, öksüz evlerinde büyüyüp Oxford’a giren genç Tolkien, gençlik yıllarında şiirle, edebiyatla, sanatla, yaratıcılıkla ilgilenen bir dostlar-yoldaşlar grubuna dahil olur.
Filmdeki gaf!
Okul dışı zamanlarını birlikte geçirdiği arkadaşı şair Geoffrey Smith, okul müdürünün oğlu Robert Gilson, Chris Wiseman ve Mackintosh’dan oluşan bu yakın dostlar grubunda kazanacağı edebi esinlemeleriyle, kişisel deneyimleriyle ileride yazacağı romanlar için bol bol malzeme edinir, yazarlığının yanı sıra çizerliğini de geliştirir. Katıldığı Birinci Dünya Savaşı’nda da resmen cehennemi yaşar, asker ölülerinin siperlerde üst üste yığıldığı Fransa cephesinde. Bu arada piyano çalan, ev arkadaşı Edith’e (Lilly Collins) âşık olduğunu da çok sonradan itiraf edip Edith’le mutlu bir evlilik yapan ve 4 çocuğuna romanlarının kahramanlarının isimlerini veren, eski çağ dilleri uzmanı ve edebiyat profesörü John Ronald Ruel Tolkien’in (Nicholas Hoult), “sanat uzun hayat kısa” yaşamından, çocukluk ve yetişme dönemine ilişkin, uzunlu-kısalı geriye dönüş sahneleriyle kesitler sunan “Tolkien”i adına ilk kez rastladığım Dome Karukoski yönetmiş, senaryoysa David Gleeson-Stephen Beresford imzalı. Filmdeki dikkatimi çeken bir gaf da, gençliğini Harry Gilby’nin canlandırdığı, Tolkien’in gözleri kahverengiyken, başroldeki yakışıklı ve gayretli Nicholas Hoult’un esas Tolkien’i oynadığı, yetişkin halinde mavi gözlü oluşu!
‘Kül En Saf Beyazdır’
Geçen yıl Cannes’da adeta gövde gösterisi yapan Uzakdoğu Asya sinemasının festival festival dolaşan, en beğenilen filmlerinden biri olan “Jiang Hu Er Nv-Ash is Purest White” yani “Kül En Saf Beyazdır”, yerel bir mafya reisine tutkun Qiao (Tao Zhao) adındaki bir kadının uzun yıllara yayılan, tutkulu aşkını konu edinen, ilk bakışta romantik olarak nitelense de, dramayla suç filmi arası bir kategoriye konabilecek bir Çin-Fransa ortakyapımı. Günümüz Çin sinemasının (benim pek tanımadığım ama) uzmanlarca önemli addedilen yazar-yönetmenlerinden Jia Zhangke’nin yazıp yönettiği “Kül En Saf Beyazdır”, John Woo, Johnnie To gibi Hong Kong’lu yönetmenlerin, şiddet öğesini, “vur-kır”ı öne çıkaran ve “Jianghu” denen, Çin usulü mafya filmlerinin izini sürüyor. Mafyacı Bin’in (Fan Liao) sevgilisi Qiao, silah edinmenin yasak olduğu Çin’de bir meydan kavgasına karışan Bin’i korumak için onun silahını kullanarak Bin’i kurtarıyor, böylece kendini feda ederek Bin uğruna 5 yıl hapse giriyor. Ama çıktığında kaypak ve adi Bin onu biraz görmezden geliyor. Aşk, sadakat, ihanet ve bencilliğin öne çıktığı, hüzünlü bir kırık aşk hikâyesi olarak özetlenebilecek film, uzun, çok konuşmalı sahnelerinden çok görselliği ve başroldeki, yönetmenin 20 yıldır gözde oyuncusu olagelen Tao Zhao’nun performansıyla göz dolduruyor. Çin’in kapitalist dönüşümü fonunda geçen ve yarattığı (yer yer arabeskleştiği de söylenebilecek) duygusal atmosferle giderek kara filmden aşk filmine dümen kıran “Kül En Saf Beyazdır”, yönetmen Jia Zhangke’nin sinemasında bir zirve-film sayılıyor eleştirmenlerce.