Karin Karakaşlı'nın yeni öykü toplamı: "Yetersiz Bakiye"
Karin Karakaşlı'nın on iki yıl aradan sonra okurlara sunduğu on iki öyküden oluşan yeni toplamı "Yetersiz Bakiye"; başkası olmanın, başka dillerden şarkı söyleyebilmenin, başkasının sesine ses olabilmenin hikâyelerini anlatıyor. Karakaşlı, yazdıklarıyla öykünün sınırları dahilinde insanlığın sınırlarını tekrar tarıyor.
Eray Ak/Cumhuriyet Kitap EkiKarin Karakaşlı adını, bir öykü toplamının üzerinde görmeyeli uzun zaman oldu: Yaklaşık on iki yıl. Ancak bu on iki yıl Karakaşlı'nın edebiyattan, yazıdan uzak kaldığı bir on iki yıl olmadı. Kelminden çok iş çıkan kalemlerden Karakaşlı ve bu on iki yıla roman, şiir, çocuk-gençlik kitapları ve gazete yazılarından oluşan kitaplar sığdırdı. Bazı yayın ve seçkilerde onun kaleminden çıkmış öykülere de rastladık elbet ama on iki yıllık öykü veriminin bir çatı altında, yani bir kitapta toplanması önemliydi.
Önemliydi çünkü Karakaşlı, her ne kadar edebiyatın tüm nehirlerinde akmayı sürdürse de daha çok "öykücü" kimliğiyle öne çıkıp tanındı. Bunda, daha ilk öykü dosyası Başka Dillerin Şarkısı'yla 98'de Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü almasının, birkaç yıl aradan sonra da vurucu bir toplam olan Can Kırıkları'yla okuyucu karşısına çıkarak belleklerde genç kuşağın kalemi ve yüreği sağlam öykü yazarları arasına yazdırmasının payı elbette büyük.
Çevresinde öykü adına böyle güzel sıfatlar toplayıp on iki yıl bir öykü kitabı çıkarmamayı, öykücülüğümüz adına bir kayıp olarak nitelemek mümkün. Ancak Karin Karakaşlı, bu on iki yıllık mesafeyi yeni öykü toplamı Yetersiz Bakiye'de biraraya getirdiği on iki öyküyle kapatıyor.
DERTLERE DOKUNMAK
Aradan geçen bu on iki yıl bizde de, kendisinde de, Türkiye'de çok şey değiştirdi. Bir de bu on iki yıla rağmen değişmeyen, değişmemekle birlikte, geçmişten gelen ve çözülmedikçe de katmerlenerek büyüyen acılar var.
Karakaşlı'nın yeni öykü toplamı Yetersiz Bakiye'de, işte bu her adımda çoğalan geçmişin ve bugünkü değişimin izlerini adım adım takip edebiliyoruz. "Kalanlara; Sağ kalanlara, artakalnlara, kalakalanlara" diye açıyor kapılarını kitap bize ve öykülerde de varlıklarıyla yok olan ve yokluklarıyla var olanların seslerini duyuyoruz. Sesini duyurduklarının bir "kişi" olması da gerekmiyor ayrıca. Varlığın, dışlanmışın ve ötekinin her sesiyle duygusal düzlemde iletişim kurabiliyor Karin Karakaşlı. Öyküleri de bu paralelde yüksek bir duyuşun verimleri olarak karşımıza çıkıyor.
Dertlere dokunmaktan hoşlanan bir yazarın öyküleriyle karşı karşıyayız Yetersiz Bakiye'de. Bunlar toplum ya da birey odaklı dertler olabilir; fark etmez. Bilmemiz gereken, bu dokunuşun "hassas" bir dokunuş olduğu ve acıları, "dağlamadan paylaşmayı" amaçladığı. Böylesi hassas dokunuşları "yaralı" bir insan olarak yapmak da ayrı bir duyuş gerektirir ve Karakaşlı, bu duyuşa sahip olduğunu Yetersiz Bakiye ile bir kez daha gösteriyor.
"Sabiha" ile Dersim günlerine üç farklı pencereden bir çerçeve çizerken de, "An-Bul-İst" ile Hrant Dink'in katledilişine ağıt yakarken de, "Sevaçya İstanbul" ile Varlık Vergisi acılarına dokunurken de hissediyoruz Karakaşlı'nın bu duyuş ve duruşunu.
Bir makam farkından söz edebiliriz Karakaşlı'nın bu duruşuna bakarak. Başkası olmanın, başka dillerden şarkı söyleyebilmenin, başkasının sesine ses olabilmenin öykülerini yazıyor Karin Karakaşlı. Öykünün sınırlarıyla insan olabilmenin sınırlarını belirliyor. Sınırda dolaşmak tehlikeli de sınırları kaldırmaya çalışmak ne peki? Kitaptaki "Daha Doğu" adlı öykü, bir sınır tanımayan doktor ve ismi alay konusu olan bir kadınla işte tam da bunun yanıtı veriyor. Sınırları kaldırmanın, bazen karşıdakine atılan bir anlayış ipinden ibaret olabileceğini söylüyor bize.
ÖTEKİ İLİŞKİSİ
Bu bağlamda Karakaşlı öykülerindeki "öteki" kavramına da değinebiliriz.
Öteki, her türlü sınırın, anlama çabasıyla yıkılabilecek duvarlar olduğunu vurgulamak için kullanılmış daha çok yazar tarafından. Bu yıkılacak öteki duvarıyla odağa alınan bir insan olabildiği gibi, bir nesne de olabiliyor. Varlığı; insan, hayvan ya da nesne olarak değil, tüm renkleriyle kavramaya çalışıyor Karin Karakaşlı. Konuşturduğu, dile getirdiği "Zeugma'da Tufan Günleri" adını verdiği öyküsündeki gibi bir mozaik ya da kitabın son öyküsü "İçimdeki Şarkı"da olduğu gibi bir masa olabiliyor. İnsan-nesne ilişkisine de öteki penceresinden bakıp kavramın çatısını genişletiyor ve her adımında duyarlılığın sınırlarını bir adım daha ileri taşıyor.
Öykülerin kurgusunda dahi görmek mümkün "öteki" tarafın sesini bir şekilde duyurma isteğini yazarın. "Baharda", "Bir Fincan Kapuçino" ve yine "Zeugma'da Tufan Günleri" yazarın, bu hevesini görüp hissedebileceğimiz öyküleri arasında öne çıkanlar. Karşıtlıklarıyla ya da bir başka akışla karşı tarafın gözünden de anlatıyor bu öykülerde yazar hikâyelerini. Bu bağlamda başka, diğer ve öteki kavramları "farklı" duyumsanıyor Karakaşlı'nın kaleminde.
Ancak bu ötekilerden öte, iki farklı "öteki" var Karakaşlı'nın yaşamını dolduran: Hrant Dink ve İstanbul.
FARKLILIKLARLA ERİYEN SINIRLAR
Hrant Dink, vicdan sahibi pek çok kişi için farklı bir değer. Ancak Karakaşlı için çok daha fazlası demek. "An-Bul-İst" adını verdiği öyküde daha iyi anlıyoruz bunu. "An-Bul-İst", Karakaşlı'nın, Hrant Dink'le kurduğu ilişkiyi, dostluklarının ilerleyişini ve Dink'in katledilişiyle ortaya çıkanları anlattığı öyküsü olarak yer almış kitapta. Bu süreci, öncesi ve sonrasıyla ona çok yakın bir gözden izliyoruz öyküde. Karakaşlı, yaşam ve yazı arasındaki bağın sınırlarını kendi yaşamıyla tekrar tartmış adeta burada ve koca cüsseli adamın, bir öyküye ancak böyle sığabilecek bir portresini çıkarmış.
İstanbul ise Yetersiz Bakiye'nin kahramanlar üstü kahramanı olarak karşımıza çıkıyor. Sadece İstanbul için yazılan kitabın açılış öyküsü "Veni Vidi Vici İstanbul" bile Karakaşlı'nın çok sevdiği kentiyle kurduğu ilişkiyi anlamak için yeterli. Ancak fazlası da var kitapta. İstanbul'un yıllar içinde yaşadığı değişime de dokunmadan geçmiyor yazar. Ayrıca Karakaşlı'nın "Veni Vidi Vici İstanbul" ile diğer öykülere attığı ilmekler, yazarın yarattığı evreni bütünlüklü bir algıyla sahiplenmemizi sağlıyor.
Yazarın öykü renklerindeki bu çeşitlilik, öykü diline de yansımış aynı zamanda.
Öykü, yapısı göz önüne alındığında -buna dil de dahil olmak üzere- yaratıcılık oyunlarına en müsait tür şüphesiz. Karakaşlı, bu yaratıcılık oyunlarından çok, dili, kendi içinden geçtiği türlerle zenginleştirmiş. Yazarın öykü dilindeki bu çeşitliliği ve zenginliği, edebiyatın tüm türlerine açık bir kaleminin olmasından kaynaklı. Bilindiği gibi onun kaleminden roman da, şiir de, inceleme de, makale de okuduk. Ama daha çok şiiri duyuyoruz akan bu cümleler içinde. İçinden şiirin aktığı öyküler Karakaşlı'nın kaleminden çıkanlar.
Yetersiz Bakiye'dekilerin, genel bir bakışla kentli insanın dünya sıkıntılarıyla vicdan ihtiyacına doğan öyküler olduklarını söyleyebiliriz. Kokusunu ve dokusunu kentin türlü hallerinden alan ama derinlere uzattığı kollarıyla sadece kentin değil, taşranın da yaralarına uzanan bir öykü evreni Karin Karakaşlı'nın bu kitapta kurduğu. Buna paralel -kentli insanın sıkıntılarından doğmuş da olsa- taşra ya da kent makasına sıkıştıramayız bu öyküleri. Tükiye topraklarından çıkmış, "dünyalı öyküler" bunlar. Karakaşlı; Doğu ve Batı'ya, kent ve köye, acı ve umuda uzanıp tutunabilmiş yazdıklarıyla.
Bu bağlamda Karin Karakaşlı'nın bu son öykü toplamı, sınırların farklılıklarla eriyebileceğini bize tekrardan hatırlatıyor.
erayak@cumhuriyet.com.tr
Yetersiz Bakiye/ Karin Karakaşlı/ Can Yayınları/ 120 s.
Karin Karakaşlı'ya göre...
Hrant
Hayat
İstanbul
İstanbul hiçbir öyküye arka plan olamayacak bir başrol oyuncusu. Hayatın sillesini yemiş ama hep ayağa kalkmayı bilmiş, ışıklı var oluşuyla kötülüğe meydan okumuş bir kadın. Misal bir zamanlar assolistken sonrasında Gül Pavyon’a düşse de inadına bir yıldız. Kimsenin vermediği, dolayısıyla da kimsenin ondan alamayacağı şeylerin toplamı. Eksikleriyle bütün. Bütünlüğünde parçalı. Acıya gülümseyen, mutluluğa gözyaşı döken bir deli. Kimsenin görmezden gelemeyeceği.
Kadın ve Türkiye'de Kadın Olmak
Kadın, kadınlığının hakkını verdiği oranda cadı. Zamansız mekânsız içgüdüsel bir güç. Erkin baş düşmanı. Çok uzun zaman sustuğu için anlatacak çok şey biriktirmiş, arada düzenin dili yaşadıklarına denk de gelmediği için kendi dilini yaratmış dünyevi tanrıça.
Türkiye’de kadın, kurulu düzen için daha da tehlikeli. O ki bağımsız hayat kurabilir, tam da ‘erkek’ten ayrılmaya yeltendiği oranda katli vaciptir. Burada kadınlık varoluşunu korumak ve gönlünce yaşamak için hep çok çaba ve özgüven gerekir. Seni içine yerleştirmek istedikleri bütün kalıpları kırmak ve bedeniyle, zihniyle, ruhuyla, kalbiyle kendi olmak bir ömürlük sınav kadın için. Gülüşünü kaybetmediğin, gözyaşından çekinmediğin oranda başarırsın kendin kalmayı. Yok etmeye yeltenenlere inat daha da çoğalmayı.
Öteki
Pergeli batırdığın noktayı merkez sayacaksan, diğer ucuyla çizdiğin çemberin her bir noktası öteki kalacaktır. Kendini bir şeye, birilerine karşı olarak tanımlıyorsan, ötekiyi yaratırsın. Oysa sen olmayanlar sadece senden farklı, o kadar. Kimsenin ekseninde dönmüyor bu dünya. O yüzden ötekisiz hayat büyük bir tevekkül ve terbiye kanıtı. Kimseleri karşına almadan, kimselere sırtını yaslamadan kendi olma cesareti. Ötekiler, içlerine tıkılmaya çalışıldıkları sınırları reddettiği oranda düzen için tehlike oluşturur. Çünkü onların kendi muhalif güçleriyle dayanışması başka türlü bir hayatın kanıtı. Ve bu hayat elbet çok da yaşanılası.
Yaşamak ve Yazmak
Yazmak için nerden baksan, hayatın o anki olağan akışını durdurursun. Bunu yapmaya iten ne seni? Demek ki bir şeyler yetersiz ya da başka türlü olmasını istediklerin var. Bir ses var duyurmaya çalıştığın. Anlatılmasını zorunluluk hissettiğin bir meramın.
Yazmak, hakkını verir yaşamanın. Renkleri daha doygun, sesleri daha berrak, dokunuşları daha güçlü kılar. Bazen neler yaşadığını algılamak için yazman gerekir; yalanlar ancak böyle akar. Ve yazmak için de mutlaka hayattan geçmen gerekir. Öbür türlü eskiz ya da müsveddeler gibi eksik kalırsın. Sonunda bir bakarsın ki, yaşayazmışın ve yazayaşamışın. Neresi hayat neresi edebiyat bulanıklaşır ufukta. Ve orası en varılası nokta.
Kentlilik Bilinci
Binalar bütününden kent olmuyor. Kent, içinden geçilmiş bir tarih ve bütün dönüşümlere direnebilecek bir öz talep eder. Kenti dolaşmaya doyamazsın. Küçük ara sokakları büyük meydanlara açılır. Sonuna kadar yürüdüğünde ya bir deniz ya bir nehir ya da bir dağ karşılar seni. Her köşesinde başka bir hayat yaşanır ve kent bunların hepsinin toplamıdır. Çelişkiler bütünüdür o; besler ve tüketir, kahreder ve hafifletir. Kentlerden geçtiğin oranda yaşam olasılıklarından da geçmiş olursun. Bazı kentlerin hatrı olur sende. Bir şey sunmuştur sana en ihtiyacın olan anda. İçinde yaşatmayı sürdürürsün. Bırakmak zorunda kaldığın kentler de olur. Bir hayat döngüsü kendi üzerine kapanırken, yörüngesinden çıktığın kentleri uzay boşluğuna bırakırsın.
Kendi Ülkesine Ecnebi Olmak
İlle de hasbelkader orada doğulduğu için memleket olmuyor kimseye hiçbir yer. Memleket, emek verilmiş, güven üzerine kurulmuş bir bağ. Memleket bazen bir insan, bazen paylaşılmış büyülü bir an, bazen kucak açmış bambaşka bir mekân.
Kendi ülkeni sevmek bedel ödettirdiğinde, siyaset, zımpara taşı gibi ruhunu sürttüğünde, anılarını hatırlayamaz ve hayal kuramaz hale geldiğinde kendi ülkene ecnebi kalırsın. Bir turistin konar göçer yabancılığına da benzemez bu üstelik. Boğazda yanma, gözün içinde akıtılmayan yaş olur. Ve dudak kenarında öyle bir gülüş ki, ağlıyorsundur aslında.