Kargayla tavuskuşu masalı...

Nigar Hanım’ın apartmandaki sıkışmış, mutsuz yaşamının noktalanmasıyla final yapan “Annemin Şarkısı”, yalın, duru, dingin anlatımı sayesinde genelde seyirciyle ruhu ve duygusal atmosferiyle belirgin bir gönül bağı kuruyor baştan sona.

Sungu Çapan

Saraybosna Film Festivali’nde en iyi film ve erkek oyuncu ödüllerini kazanıp Antalya’dan da en iyi ilk film dahil toplam dört Altın Portakal’la dönerek geçen hafta gösterime giren “Klama Dayika Min-Annemin Şarkısı”, ödüllü iki kısa filmiyle (Butimar”la “Berf) tanınan genç yönetmen Erol Mintaş’ın yazıp yönettiği ilk uzun metrajı.

İki dilde çekilmiş Annemin Şarkısı, ilkokul öğretmenliğiyle yazarlık, annesi Nigar Hanım’la (Zübeyde Ronahi) sevgilisi Zeynep (Nesrin Cavadzade) ve Kürtçeyle Türkçe arasında kalakalmış Ali (Feyyaz Duman) ve sürekli köyüne özlem duyan, yaşlı annesinin kahramanı olduğu, sınıfsal bir kimlik sorunuyla cebelleşilen, baştan sona duyguların öne çıktığı bir ana-oğul hikâyesi.

Doğu Beyazıt’taki Kürtçe yapılan bir Türkçe dersinde, tavus kuşuna özenen karga taklidi yapan öğretmenin (Antalya’da en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü kazanmış Aziz Çapkurt) ansızın beliren 3-4 sivil tarafından karga-tulumba götürüldüğü, köylerin yakılıp yıkıldığı Güneydoğu’muzdaki kimi vatandaşların da kaybedildiği o karanlık 1990’lı yıllara gönderme niteliğindeki bir ilkokul basma sahnesiyle açılan film, yerinden yurdundan edilip zorunlu göçle İstanbul-Tarlabaşı’na gelmiş ana-oğulun bu kez kentsel dönüşüm nedeniyle büyük bir betonlaşmaya manuz kalmış Esenyurt’taki taş yığını, gökdelenimsi toplu konutlara taşınmasıyla sürüyor, hem zorunlu göç hem de kentsel dönüşüm mağduru ana-oğulun yaşamı.

İhbar üstüne çalıştığı okulda polisin arama yaptığı Ali’nin kulağı çekiliyor okul müdürünce (Cüneyt Yalaz), hep geç kaldığı ve greve katıldığı için. Karga-tavus kuşu masalını sınıfta çocuklara okutuyor yine de.

Hayatını Türk-Kürt dili-kültürü ve yazarlık üstüne kurmuş Ali köklerine bağlı, geleceğe dönük biri ama kendini duvarlar arasına sıkışmış hisseden, habire tespih çekip temizlik yapan, sigara tüttüren, köydeki gibi taşla ceviz kıran, ipe erişte dizen, duyduğu her selâda kimin öldüğünü ve yan dairedeki yeni komşularını da merak eden, oğluna gazetedeki burcunu okutan, hayalinde Seydoye’nin şarkılarını dinleyen, yaşlı ve yalnız annesi, hep köyüne hasret, geçmişte yaşıyor.

Ali zaman zaman motorunda, kasksız taşıdığı anasına akıllı telefon gibi hediyeler verse de, onu hoş tutmaya baksa da, ikide bir ortadan kaybolup otogara giden, habire çerçeveli fotoğraflarını, öteberisini filan toplayıp yola çıkmaya hazır, inatçı kadının aklı fikri hep köyüne dönmekte.

Yayımlanmış kitabının Fransızcaya çevrildiği Ali yeni hikâyeler yazmak isterken Zeynep’in hamile kaldığını öğrenince baba olmaya pek hazır olmadığından sevgilisinin de kalbini kırıyor, anasından sonra. Seydoye Sılo adlı bir dengbej’in vaktiyle çok dinlediği evdeki kasedini bulup onun belleğine yerleşmiş sesi-şarkıları aracılığıyla geçmişine dönmenin peşindeki anasını mutlu etmek için Seydoye’nin kasedini aramayı iş edinen Ali, dengbej kılığındaki, yılların eski deneyimli ozan-müzisyeni, bilge Agit’e de başvuruyor ama nafile. Ancak TV’de seyrettiği eski, siyah beyaz filmindeki Şarlo’ya gülen, hastalığı gitgide artan Nigar Hanım’ın sıkışmış apartmandaki mutsuz yaşamının noktalanmasıyla final yapan Annemin Şarkısı, yalın, duru, dingin anlatımı sayesinde genelde seyirciyle ruhu ve duygusal atmosferiyle belirgin bir gönül bağı kuruyor baştan sona.

Ancak aynı sahnelerin tekrarlanmasıyla yer yer etkileyiciliğini yitirip tekdüzeleşen filmin imdadına, öncelikle ödüllü Feyyaz Duman’ın başını çektiği, gayretli, içtenlikli oyuncu performansları yetişiyor. İlk kez kamera karşına çıkan Zübeyde Rohani, Nigar Hanım’ı umulmadık bir başarıyla ete kemiğe büründürürkenNesrin Cavadzade de Zeynep rolünde oldukça göz dolduruyor.

Başar Ünder’in en iyi Antalya’da ödüllendirilmiş müzikleri ve kameraman George Chiper-Lillemark’ın başarılı görüntülerinin de katkısıyla kökenlere bağlılığın ve insancılığın öneminin vurgulandığı, ince ince ayrıntılandırılarak belgeselimsi bir gerçekçiliği tutturmuş bu samimi, dokunaklı ana-oğul hikayesi çeşitlemesi, sonuçta kesinlikle seyredilmeyi hak ediyor.

 

Haftanın bir başka ‘ilk film’i: “Kumun Tadı”

Biçimci bir ilk film denemesi

Fotoğraf, kısa film ve belgeselden yetişen Melisa Önel’in, Berlinale’in Forum bölümünde gösterilmiş “Kumun Tadı”, haftanın bir başka yerli ilk filmi. Karadeniz kıyısındaki ıssız bir kasabada yaptığı kömür ticaretinin yanı sıra insan kaçakçılığı da yapan patron Ali (Mustafa Uzunyılmaz) adına çalışan Hamit (Timuçin Esen), yöreye sulak yerlerde yetişen bitkiler üstüne araştırma yapan botanikçi Denise’le (Mira Furlan) herkesten gizli mercimeği fırına verirken hep azarladığı yardımcısı delikanlıya (Ahmet Rıfat Şungar) da emirler yağdırmaktadır.

Kaldanice konuşan, Ortadoğulu bir grup kaçak mültecinin, ağıldan farksız, derme çatma kulübelerde aç bilaç mahsur kalmasıyla ikilinin ilişkisi de kırılmaya başlayacaktır. Karanlık görselliği, ses tasarımı (Umut Şenyol), doğal seslerle içiçe geçmiş müzikleri (Erdem Helvacıoğlu), mekanı, denizi kullanımı ve yer yer belli bir atmosfer yaratmanın üstesinden gelen, biçimci anlatımıyla öne çıkan Kumun Tadı, hikâyesi ve karakterleri bakımından hayli muğlak ve derdini anlatamayan bir film olmaktan öteye geçemiyor ne yazık ki.