Karanlıktan Aydınlığa: Bir Hindistan Hikayesi

Ramin Bahrani imzasıyla beyazperdeye uyarlanan Beyaz Kaplan, karanlıktan aydınlığa geçmeye çalışan anti kahraman Balram’ın öyküsünü, çarpıcı bir sistem eleştirisiyle harmanlayarak seyircisine etkileyici bir Hindistan hikayesi sunuyor.

Başak Bıçak

Tipik bir Hint cinayet filminde ne olur? Fakir adam, zengin adamı öldürür ve sonra kabuslar görerek yaşar. Fakat gerçek hayat böyle değildir… Bu sözler, bize dördüncü duvarı aşarak hikayesini tersten anlatmaya başlayan Balram’a (Adarsh Gourav) ait. Ramin Bahrani imzasıyla beyazperdeye uyarlanan Beyaz Kaplan (The White Tiger), karanlıktan aydınlığa geçmeye çalışan anti kahraman Balram’ın öyküsünü, çarpıcı bir sistem eleştirisiyle harmanlayarak seyircisine etkileyici bir Hindistan hikayesi sunuyor.

Aravind Adiga’nın ödüllü romanı Beyaz Kaplan’a dışarıdan bakıldığında klasik bir suç draması çatısıyla karşılaşılabilir. Bu gayet olağan zira anlatı, Balram’ın dış sesiyle birlikte öncelikle bulunduğu konuma gelmesine yol açan kırılma anıyla açılışını yapıyor. Daha sonra uzun bir girizgahın yardımıyla Hindistan’ın siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını derinlemesine irdelemeye girişiyor. Fakat söz konusu girizgâh, tek başına hikâyenin başlamasına hizmet eden bir aracı değil, aynı zamanda olay örgüsünün ana arterlerini oluşturan metaforik katmanların da seyirciyle tanıştırıldığı sekans olarak büyük önem taşıyor. Öyle ki, genel olarak Hindistan’ın alt kastlarından birine mensup Balram’ın, kendisinden üstte bulunan bir kastın üyelerine hizmetkar olması ve zaman içerisindeki yükselişi olarak tanımlayabileceğimiz Beyaz Kaplan, ilk anda hizmetkar ve efendisi arasındaki bağ ve bu ilişkinin sonuçları bakımından Oscar’lı Parasite’ı (2019), hatta daha da gerilere gidersek Joseph Losey imzalı The Servant’ı (1963) ki bu film Parasite’ın atalarındandır; hatırımıza getirebilir. Üstelik bu iki filmdeki karakterlerin oportünist tavırları ile Balram’ın yaklaşımı arasında bile paralellik kurmak mümkündür. Fakat Beyaz Kaplan’ın ve dolayısıyla Balram’ın, bu iki filmden ayrıldığı nokta ana karakterinin keskin zekasına rağmen başlangıçta özü itibarıyla masum olması ve zaman içerisinde kırılmalarla birlikte dönüşmesidir.

Genç Hint bir girişimci olarak, Çin Başbakanı’na yazdığı mektupla yolculuğuna tanıklık ettiğimiz Balram, ilk eleştirisini Hindistan’daki kast sistemine ve haliyle bu toplumsal yapının devamlılığını sağlayanlara getiriyor. Hindistan’ı “aydınlık ve karanlık” olarak ikiye bölen, kastları ise salt “göbeği olanlar ve göbeği olmayanlar” şeklinde niteleyerek toplumsal eşitsizlikten dem vuran karakter, temel sorgulamasını ise kümes sistemi üzerinden inşa ediyor. Hindistan’ın alt kastlarında korkunç bir eşitsizlik, adaletsizlik ve köhne bir yapı içerisinde yaşamayı kabul eden insanların fatalizmini, kümeslerinde ölmeyi bekleyen horozlar analojisiyle tarif ediyor. Bu düşüncesini de okula gittiği yıllarda kendisine “beyaz kaplan” denilmesinden hareketle, horoz olmayı bırakıp beyaz kaplan olmaya çalışmasıyla destekliyor. Nitekim Balram’ın bayıldığı iki sekans da yine bu beyaz kaplan imgesine hizmet ediyor zira babasını kaybettiği anda hissettiği kadere direniş mefhumunu, gerçekten beyaz bir kaplanla karşılaştığı ve kaderine direnmek zorunda olduğunu anladığı sekansla birleştiriyor. 

Filmin siyasi ayakları ise yine iki doğrultuda ilerliyor. İlki, gerçekte de yaşanan ve Hindistan’ı yolsuzluk skandallarıyla sarsan, ekonomik açıdan çöküşe uğratan sosyalist gelenek temsiliyle gerçekleşiyor. “Büyük Sosyalist” olarak tabir edilen kadın siyasetçi ve kızıl bayrağı çağrıştıran kızıl tondaki çantalarla karıştığı rüşvet hadiseleri, toprak ağalarıyla olan ilişkileri üzerinden tanımlanıyor. Sözgelimi, toprak ağalarının Balram’ın köyüne geldikleri her iki sekansın da hemen öncesinde ekranda Büyük Sosyalist afişini görmemiz pek tabii tesadüf değil. Benzer bir biçimde, Balram’ın hayatını değiştiren kaza sekansı ve Delhi’ye gelip Bakan’a rüşvet verdikleri sahnenin peşi sıra Gandhi heykelinin önünden geçmeleri hem ironik hem de sosyal eşitsizliğin ifade edilişi bakımından dikkat çekici bir hiciv örneği olarak karşımıza çıkıyor.

Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasına rağmen, sömürge yıllarının getirisiyle toplumda ve bireylerde yaşanan kimlik karmaşasının ve “beyaz adama” duyulan öfkenin uzantıları yine Beyaz Kaplan’ın hikayesinin katmanlarına yerleştirdiği ayrıntılardan bazıları… Geleceği sarı ve koyu tenli uluslarda gören film, Hindistan’da bilhassa üst kastlarda varlığını sürdüren Batı algısı, Batı’ya öykünme ve arada kalmışlık halini Balram’ın efendisi Ashok ve karısı Pinky aracılığıyla anlatıyor. Balram’ın, kendisine “yarım akıllı ve gerçek Hindistan sensin” diyen Ashok’u eleştirirken ve sisteme şiddetle saldırırken, zaman içerisinde o sistemin bir neferine ve Ashok’un ta kendisi dönüşmesi, Beyaz Kaplan’ın anlatısının en güçlü yanı haline geliyor. 

Finale doğru hikâyeye eklemlenen ve Balram’ın köyünden gelen çocuk figürü, karakterin masumiyetini kaybettiği andan itibaren onun geldiği yeri, çocukluğunu ve özünü temsilen yanından hiç ayırmadığı bir sembole dönüşüyor. Ayrıca Balram ve Ashok’ta hiç var olmayan anneler ile baskıcı büyük anne ve olayların kırılma anına sebebiyet veren ancak iyiliğine rağmen kocasını yarı yolda bırakan Pinky karakterleri, öykünün anne ve kadın kavramıyla olan ilişkisinin zayıflığı olarak da okunabilir.

Özetle Beyaz Kaplan, başrolündeki Adarsh Gourav’ın göz kamaştırıcı performansıyla taçlanan, bazen hüzünlü ve çoğu zaman eğlenceli anlatımıyla sürükleyici fakat her şeyin ötesinde, Hindistan’ın sosyal ve siyasal dinamiklerini ele alış biçimiyle akılda kalmayı başaran bir film. Şu sıralar Netflix’te gösterimde, bir göz atmakta fayda var…