Karanlık odanın büyüsü
Fotoğrafçı Tahsin Aydoğmuş, yok olmaya yüz tutmuş karanlık oda geleneğini yıllardır sürdürüyor ve “İçinde öğrenme hevesi olan herkese, özellikle de gençlere kapım sonuna kadar açık” diyor.
Ayça HanFotoğraf çekmeye ortaokul yıllarında eline geçen Kodak marka bir makineyle başlayan Tahsin Aydoğmuş, uzun yıllardır baskı için kendi karanlık odasını kullanıyor. Eğer özel bir merakınız yoksa, benim gibi 20’lerinin sonunda olanlar için pek de aşina olunan bir yöntem değil. Çoğumuz dijital teknolojilerin sağladığı kolaylıkla öğrendik fotoğraf çekmeyi. Ama bir filmin banyodan geçtiği bütün aşamaları görmek; doğru renk tonları yakalanamadığında sabırla, tekrar tekrar denemek; kendi ellerinle bastığın fotoğrafa heyecanla bakabilmek inanılmaz tatmin edici bir deneyim, Tahsin Bey sayesinde öğrendim. Bilenlerin sayısının gittikçe azaldığı, zaman, emek ve elbette maddi olanaklar gerektiren karanlık oda yöntemini kullanmayı ısrarla sürdüren Aydoğmuş’la fotoğrafçılık hikâyesini, karanlık odaya olan bağlılığını konuştuk, üstüne bir de fotoğraf bastık.
HER ŞEY AYASOFYA’DA BAŞLADI
Tahsin Aydoğmuş, fotoğraf çekmeye memleketi Malatya’da, ortaokul yıllarında eline geçen Kodak marka bir fotoğraf makinesiyle başlıyor. Mahalledeki arkadaşlarının kendi aralarında yaptığı futbol müsabakalarını çekiyor önce. Karanlık odada fotoğraf basmayı da ilk defa o yaşlarda bir arkadaşının çalıştığı fotoğraf stüdyosunda öğreniyor. O günleri anlatırken gülümseyerek “Çektiğim o fotoğraflara bakınca kendi kendime ‘Vay be Tahsin Aydoğmuş nereden nereye…’ diyorum. Bir gün fotoğrafçı olacağım, o Kodak makine ile çektiğim ve karanlık odada bastığım fotoğrafların yıllar sonra gündeme geleceği aklımın ucundan geçmezdi…” diyor.
Elinde fotoğraf makinesiyle mahalle arkadaşlarının peşinde dolaşan Aydoğmuş, liseyi bitirdikten sonra İstanbul'a geliyor üniversite sınavlarına girmek için. İzmir’de Fen Fakültesini kazansa da cebinde otobüse binecek parası olmadığı için üniversite okuyamıyor. Kültür Müdürlüğünün açtığı memuriyet sınavına giriyor ve 1979 yılında Ayasofya Müzesi Müdürlüğünde göreve başlıyor, Ayasofya’yla ilk karşılaşmasını da şöyle anlatıyor:
“İçeriye girince nevrim döndü, ‘Ben nereye gelmişim’ dedim, Ayasofya beni aldı götürdü. Şunu söyleyebilirim, 25 yıl orada memur olarak çalıştım ama, bugün Türk fotoğraf dünyasında belli bir yere sahipsem bunu Ayasofya’ya borçluyum. Orası bana göre dünyanın en muhteşem anıtı. Çalışırken canım sıkıldığı zaman ara sıra kendimi dinlemeye gidip bir köşede otururdum, hem ziyaretçileri izlerdim hem de Ayasofya’ya bakardım. Kubbeye doğru kafamı kaldırdığımda, o sütunları gördüğümde çok etkilenirdim. Ayasofya’nın her mevsim, her saat ışığı inanılmaz değişkendir. Fotoğraf ışıkla yazı yazmak, fotoğrafçılık da ışıkla kendini anlatmaktır. O mekân bir fotoğrafçı için büyüleyicidir.”
Aydoğmuş’un fotoğrafçılığa olan merakı, Ayasofya’da çalışmaya başladıktan birkaç yıl sonra tekrar canlanıyor. O birkaç yıllık sürede kendini geliştirmek için uğraşıyor, “Işığın ve teknik donanımın ne olduğunu öğrendim, o ışıkla teknik donanımı buluşturmanın yollarını bana Ayasofya açtı. 85 yılında Praktica marka bir fotoğraf makinesi aldım ve ilk fotoğraflarımı da Ayasofya’da çektim” diyor.
İlk fotoğraflarında çok başarılı olamadığını söylüyor Aydoğmuş, tanınmış Türk fotoğrafçılar Ayasofya’ya geldiği zaman onlara “Diyafram, Enstantane nedir, nasıl bir ilişkileri vardır, bana anlatır mısınız? Ben beceremiyorum” diye sormaya başlıyor, “Bazıları elinin tersiyle itiyordu ‘Öğrenip ne yapacaksın?’ diye. Ben de öğrenmek için inat ettim” sözleriyle anlatıyor yaşadıklarını ve şöyle devam ediyor:
“Rahmetli üstadımız Aydemir Gökgöz’ün ‘Bütün Yönleriyle Fotoğrafçılık’ isimli bir kitabı var, ki Türkiye’de o dönem fotoğrafçılık üzerine yayınlar şimdiki gibi fazla değil, bir tane kitap vardı. O kitabı okudum ve pratik yaptım. Bir gün bir tane Ayasofya fotoğrafı çektim ve baskısını alıp masamın üzerine koydum. Bir arkadaşım görüp çok beğendi, Ayasofya ile ilgili turistik bir yayının kapağında kullanmak için aldı fotoğrafı benden. Kitap elime geçtiğinde o kadar mutlu oldum ki, herkese gösterdim. Arkadaşlarım inanmadı benim çektiğime (Gülüyor) O günden sonra o kadar mutlu oldum ki, ‘Ben bu işi öğreneceğim’ dedim kendime.”
‘EYVAH BEN KAZANDIM!’
Yıllarca hayran olduğu Ayasofya’nın fotoğraflarını çeken Aydoğmuş, 1990 yılında sadece Ayasofya fotoğraflarından oluşan “Fotoğraflarla Ayasofya” isimli ilk sergisini de, çok sevdiği Ayasofya’da açıyor. Bir müzede memurken ödüllü bir fotoğrafçı olma hikâyesini kendisinden dinleyelim:
“O dönem, İngiltere’deki bir yayınevinin Anthony isimli fotoğrafçısı İstanbul'a gelecek. Yayınevi bir İstanbul kitabı hazırlayacakmış. ‘Sana Ayasofya Müzesi’nde çalışan birinin ismini vereceğiz, o sana yardımcı olacak” diyerek benim ismimi vermişler. Anthony geldi, ona İstanbul’u gezdirdim. Sultanahmet'in minaresine çıkardım, inanılmaz fotoğraflar çekti. Dil bilmiyorsun ama bir şekilde anlaşıyorsun. Anthony gitmeden hemen önce Ayasofya’da büroda oturuyoruz, ‘Ballantine’i biliyor musun’ diye sordum. Bir viski markası, fotoğraf yarışmaları düzenliyordu. Anthony bana şakayla ‘Sakın o yarışmaya katılma, ben bir İngilizim, Ballantine da bir İngiliz markası, o yarışmayı ben kazanacağım’ dedi. Dedim ki ‘Ben de Tahsin Aydoğmuş adında bir Türküm, o yarışmayı ben kazanacağım. Sen katılma.’
1995 yılında Faruk Akbaş’ın kurduğu Fotoğrafevi ile birlikte Nepal’e gittik. Hindistan'n Amritsar kentindeki Altın Tapınak’ı ziyaret ettik. Bu tapınakta akşam saatlerinde inanılmaz bir ışık var, orada fotoğraf çekeceğiz. Tapınak Sihistlerin tapınağı, bir müzik çalıyor ve öyle bir atmosfer var ki inanamadım. Orada Altın Tapınak’a doğru oturup dua eden bir Sih gördüm ve çok etkilendim. Doğal halini bozmamak için binbir zahmete girdim ama fotoğrafını çektiğim an ‘İşte bu’ dedim.
Ballantine yarışmasına tapınakta çektiğim fotoğraf da dahil beş fotoğraf gönderdim, Londra’dan yanıt zarfı geldiğinde kazandığımı gördüm ve Ayasofya’nın ortasında 'Eyvah ben kazandım!' diye bağırdım. Anthony benim kazandığımı bir dergide görmüş, o sayfayı bir mektupla bana yolladı, ‘Şakamız gerçek oldu’ yazmış. 96 yılında, 17 bin fotoğraf arasında, Seyahat ve Macera kategorisinde, Altın Tapınak’ta çektiğim o fotoğrafla büyük ödülü kazandım.”
KARANLIK ODADA BİR GÜN
Aydoğmuş’un bu başarı hikâyesi dönemin gazete manşetlerinde de yer buluyor kendine. 2003 yılında emekli olduğunda ise yıllardır hayallerini süsleyen karanlık odasını kuruyor. Büyük bir talihsizlik sonucu karanlık odayı su basınca 20 yılda çektiği binlerce fotoğrafı çöpe gidiyor, “Evlat acısı gibiydi” diyor Aydoğmuş. Ama hayalinden vazgeçmiyor, kredi çekip bir karanlık oda daha kuruyor, bu ısrarın sebebini ise şöyle açıklıyor:
“Laboratuvarda bastırdığın fotoğraflarda genelde istediğin tonu, tadı ve duyguyu yakalayamıyorsun. Hiç mutlu olmazdım çıkan sonuçlardan. Şu anda hem renkli fotoğraflarımı, hem de siyah beyaz fotoğraflarımı kendim basıyorum. Karanlık odayı kurduğum zaman sürekli siyah beyaz fotoğraf çekmeye başladım. Atölyemde yıkıyorum filmi, fotoğraflarım muhteşem oluyor. Siyah beyaz fotoğrafta şöyle bir özellik var: siyah tona göre pozlayacaksın, beyaz tona göre yıkayacaksın. İki rengi de griye yaklaştırman gerekiyor ki siyahta da beyazda da detay ve zenginlik olsun. Çünkü siyah beyaz fotoğraftaki ton zenginliği renkli fotoğrafa göre daha fazla.”
Aydoğmuş’un küçücük bir karanlık odası var. Odanın bir tarafında fotoğrafları yıkamak için kullandığı tezgâh, diğer tarafında da agrandizör (Bir çeşit ışık geçirmeyen projeksiyon aleti. Negatif film agrandizörde özel bir yere yerleştirilerek, görüntüsü ışık ve mercekler aracılığıyla fotoğraf kağıdı üzerine yansıtılıyor) yer alıyor. Penceresi içeriye girecek ışığı tamamen engelleyecek şekilde siyah perde ve bantlarla kapatılmış. Ben de ilk fotoğrafımı bu söyleşi esnasında, kırmızı ışıklı o karanlık odada bastım. İnanılmaz bir deneyimdi. Çok dikkat ve sabır gerektiren bir yöntem. İstenilen ton yakalanamadığında bütün işlemlerin tekrarlanması gerekiyor. Sayfada yer alan fotoğrafta doğru tona ulaşmak için 5 ayrı deneme yapmamız gerekti. Değdi elbette.
KAPIM HERKESE AÇIK
“Mentorluk yaptığım insanlar karanlık oda öğrenmeye pek hevesli değiller. Bir mekân lazım çünkü, evinin neresine kuracak insanlar karanlık odayı? Özel bir mekân lazım, onu da almak zor. Benim gibi bir dinozor olman gerekiyor ki bir karanlık oda yapabilesin. Tüm bunların yanında merakının ve içinde bir hevesinin de olması lazım. Henri Cartier-Bresson 'Fotoğraf çekmek, aklı, gözü ve yüreği aynı çizgide buluşturmaktır' der, bunların biri eksik olduğunda fotoğrafta başarılı olma ihtimalimiz yok. Karanlık odada fotoğraf basmayı öğrenmek isteyen herkese kapım açık, benim odamı ve agrandizörümü kullanabilirler A’dan Z’ye her şeyi anlatırım. Kimyasallarda da destek verebiliyorum ama kağıtlar pahalı olduğu için kendilerinin getirmesi gerekiyor. Şu anda kağıt bulmakta zorlanıyorum. Herkese gönülden, yürekten açık kapım. Özellikle de içinde heves olan gençlere.”
BİR SÜRE SONRA NE OLACAK?
“Analog sistem tamamen ortadan kalktı neredeyse, hayat dijitale döndü. Umarım ilgi tekrar artar. Ama bu sadece bizim elimizde değil tabii, dünyaya hükmeden üretici firmaların da elinde. Her şeyi onlar belirliyor. Dijitale karşı değilim, benim de dijital makinem var ve çekim yapıyorum. Paralel gitsin isterdim analog ve dijital. Ama bu olamıyor. Üretici firma artık film üretmiyor, film de artık butik oldu. Çok nadir birkaç firma kaldı. Diyelim ki film bulup fotoğraf çekiyorum, elimde negatif var bunu taramam lazım, ama tarayıcı cihazı üreten firma üretim yapmıyor artık. Yarın film ve gerekli kimyasalları üreten firmalar da durursa ne olacak? Ben şu anda kendi kimyasallarımı kendim üretiyorum aldığım tozlarla, ama bir süre sonra yapamazsam ne olacak?”
HAYALİM BİR FOTOĞRAF MÜZESİ
“Benim bir hayalim var. Ege bölgesinde bir arazide fotoğraf mekânı yapmak. Tabii maddi gücüm el vermiyor artık. Bu arazide bir müze, bir kütüphane, bir söyleşi salonu ve bir karanlık oda kurmak istiyorum. Fotoğrafçılığa dair yıllardır yaptığım tüm birikimlerimi, fotoğraf makinelerimi, kitaplarımı, deneyimlerimi paylaşabileceğim bir mekân olsun, insanları buluştursun istiyorum, umarım bir gün olur…”