Kaos devletten başlar

Halkın devletle ilişkileri yasalar, yönetmelikler ve kurallarla düzenlenir. Yasalar yaşamın her alanını kontrol eden kurumları ve onların halkla ilişkilerini tanımlar. Devlet ve halk, iki taraflı bir sorumluluk bağlamında, yasa ve yönetmeliklerle tanımlanmış kurallara uyarlar.

Doğan Kuban

Bu karşılıklı ilişkide emir alan ve veren yoktur. Devlet memuru üst, halk alt değildir. Halk bir hak satın almaz. Yasanın kendine verdiği hakkın gereğinin yerine getirilmesi için gerekli işlemi sorumlu memurla birlikte yapar.

Demokratik olmayan, halkın ve memurun görgüsüz ve eğitimsiz olmalarına bağlı olarak, birbirlerini veren ve alan olarak gördükleri az gelişmiş ülkelerde, yani henüz uygar olmamış toplumlarda, vatandaşlar kendilerinin yasal haklarını, işi bu hakkı vermek olan sorumlulardan, muhtardan, polisten, gümrükçüden, belediye ya da bakanlıktan alırken, bunu bir lütuf olarak görüyorlarsa, o ülkede bazı mekanizmalar çalışmıyor demektir. Bu da despotizmin, nepotizmin ve sonunda diktatörlüğün işaretidir. Gelişmemiş toplumlarda buna paralel sayısız kuralsızlık, sorumsuzluk ve hepsinden kötüsü, rüşvet yerleşir.

O zaman hiyerarşinin başından başlayarak, jandarma çavuşuna kadar herkes zorba olabilir. Kuşkusuz her insan zorba değildir. Bu olasılık toplumsal gerilimi azaltır. Fakat dejenere olmuş bir sistem bu eğilimi her an gösterebilir. Kavram olarak zorbalık devlet kontrolünün bir güç (eski deyimi ile tahakküm) aracına dönüşmesidir.

ZORBALIK TEPEDEN BAŞLAR

Bugün Türkiye’de pek çok bürokratik işlem, halk için ürkütücü ve panik uyandırıcıdır. Zorbalık küçük memurdan başlamaz. Çok daha yukarılarda başlar. Aşağıya iner. Halkın yasal hakkının gasp edilmesi anlamı taşır. Bu dejenerasyon akımına kapıldığı zaman her sistem rüşvet, yeğencilik, torpil, iltimas vb. gibi kötülüklerle dolar. Yani sağlıklı çalışmaz.

Toplumun kültür ve uygarlık düzeyi yükselmedikçe, özellikle halkı yüzyıllar sürmüş dayatıcı sistemler içinde yaşamış ülkelerde, devlet zorbalığı, hepimizin bildiği bir korku ortamı yaratır. Bu korku ortamı zorbalığın besleyici aşısıdır. Korku, düşüncenin özgür ifadesini, kendiliğinden kısıtlar. Köyde muhtarı eleştirirsen o da sana gerekli bir yazılı belgeyi vermez. Özgür düşüncenin kısıtlanması zorba idarenin başta gelen özelliklerinden biridir.

Bürokrasinin bu özelliği kendiliğinden kaos doğurmaz. Bazı hallerde bir düzenin devamına yardım eden otoritenin sağlanması için yararlı olduğu da düşünülür. Fakat bu sadece otorite kurallara saygılı olmak anlamına gelirse doğrudur.

Bürokrasinin, zaman içinde, devletin halka zorbalık etme aracına dönüştürülmesi zorba devleti oluşturur. Bu toplumun yavaş yavaş kendine güvenini yitirmesine neden olur. Çünkü her işiniz önünüze çıkan devleşmiş bir zorbanın iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı olacaktır. Bu ezilmiş halk ürkek bir sürü gibi davranır. Türkün kentlere yeni göçmüş ezik halkı ile 18. 19. yüzyılların devrimler yapmış eğitimli Avrupa toplumları arasındaki temel fark budur. 20. yüzyılda uygar Alman toplumunun zorbalığa nasıl boyun eğdiğini düşünürseniz, Türk halkının bugünkü ezik boyun eğişi şaşırılacak bir durum değildir. Kul toplumunun torunları az eğitimli ve fakir oldukları zaman zorba bir yönetime karşı çıkamazlar.

AVRUPADA HİÇ BİR DEVRİM OSMANLIDA OLMADI

Türk toplumu tepeden gelen çoğu şeye boyun eğmiş, iyi ya da kötü diye genellikle direnmemiştir. Avrupa’daki hiçbir devrim Osmanlı tarihinde olmadı. Savaşlarda ölen halk, Kurtuluş Savaşı’nı yapan halk, Cumhuriyet Devrimlerine katılan halk, bunlarla beslenen halk, bunlar sahip çıktığına ilişkin hiçbir işaret vermeden 1950’de iktidarı Bayar-Menderes ikilisine vermiştir. Kulluktan daha yeni kurtulmuş olan halkın kendi tarihinin bilincinde olmadığının bundan daha açık kanıtı olamaz. Kore’ye asker olarak gönderilmesi de doğru yorumlanması gereken garip bir olgudur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu gelişmelerin sadece bir iç karar sonucu olduğunu kabul etmek olanaksızdır.

1950 sonrasındaki 50 yıllık toplumsal gelişme bugünkü durumu yaratmıştır. Bu gelişmeler analizi zor ekonomik, politik ve kentleşmeye bağlı sayısız kültürel komplikasyon içeren olgulardır. Ve bunlarda Ortadoğu politikasını uygulamaya koyan ABD etkisi kesindir.

Irak Savaşı ve AKP iktidarı bu gelişmelerin arkasındaki gücün kim olduğunu kanıtlar. Bu değişim bugüne kadar süren bir iç montajın, bugün paralel denen ve olasılıkla başlangıcında da aynı adla kurulan ikili bir dış kökenli iktidar komplosunun Irak savaşından önce ayrıntılı olarak kurulduğuna işaret ediyor. Ordu içinde ve dışında, gazeteciler ve aydınlar arasında yapılan acımasız müdahale ve buna yandaş olan kalemlerin birdenbire ortalığı sarması bunun kesin gösterisidir. Son günlerde o davaları gören savcıların yurtdışına kaçması ise tarihin bir onayıdır. Hatta bugün çok eleştirilen devlet üyelerinin savunma tedbirleri kişisel paranoyadan çok paralel yapıya, yani dolaylı olarak ABD korkusuna bağlanabilir.

SINIR TANIMAZ KEYFİLİK

Fakat bu su altındaki politik gelişmelere paralel, başka bir iç paralel politika yapısı ortaya çıkmıştır. Bu sınır tanımaz bir keyfilik ve yasa dışılıktır. Bu en tahrip edici etkisini kentleri ve özellikle İstanbul’u yok eden inşaat sektöründe göstermiştir. Bunun ülke için öldürücü sonucu sanayi gelişmesini kösteklemesi, kent planlamasını yok etmesi, meclis otoritesini sıfıra indirmesi, eğitim sistemine getirdiği ağır bir ortaçağ vurgusudur. Kaos bu günkü iki taraflı bir korkuya dayanan, oraya buraya yalpalayan sistemin durumudur.

Bu gelişmelerin yurda getirdiği kargaşanın farkına varanların tepkileri ise ancak Gezi olaylarında ortaya çıkmıştı. Halkın bu değişiklikten haberi olduğunu da 2015 Haziran seçiminde öğrendik. Bir Osmanlı subayı olan babam Türk halkının olaylara tepki hızını hem komik hem acıklı bir hikâye olarak yineleyip dururdu.

Bu bağlamda Türk halkını suçlamak doğru olmaz. Çünkü köyden kente ancak son elli yılda gelen bu halk yeni uyanan bir İslam toplumudur. Aydını, politikacısı, üniversite hocası da dahil, çağdaş uygarlık düzeyinde olmayan bir 20. yüzyıl ürünüdür. Sayıları az olmasa da, bu tablonun dışına çıkabilecek aydınların sayısı ülke nüfusuna göre çok sınırlıdır.

Avrupa’nın 500 yılda gerçekleştirdiği devrimleri 1923-1938 arasında 15 yıla sığdırdık. Kuşkusuz bu ‘toplum devrim yaptı’ anlamına gelmez. İslam dünyasında, sömürge aşamasından geçmeden, devrim yapan tek ülke olan Türkiye, cumhuriyet, halk egemenliği, demokrasi, laiklik, çağdaş eğitim, devrimler yapan, sanat ve müzik eğitimi yapan tek ülkedir. Mustafa Kemal, onun için, sadece İslam dünyasının değil, dünya tarihinin de en büyük devrim lideridir. Buna en hızlısı sıfatı da eklenmelidir. Anadolu halkının buna katılan gencecik insanları da benim Anadolu okullarında öğretmenlerimdi.

‘TÜM İNSANLIK’IN DIŞINDAKİLER

Sevgili okuyucular, Halk satıldığının farkında olmaz. Müslüman halkların o düzeyde çağdaş kültürü sınırlıdır. Kentsel çevrenin görkemi Batı ürünü, beyin yıkama yerli üründür. Bu durum yeni sömürgeciliğe ve despotizmin cehalete yaslanan düzenine uygundur. Milyarlarca insan kimsenin umurunda değil. Tarih boyunca sadece bir sürü olarak bırakılanlar ‘Tüm İnsanlık’ kategorisine üye olamamışlar. İnsanların çoğunun yaşamı, şimdi biraz daha iyileşmiş olsa da, bir sürünme idi. Fakat iletişim uyuyanları uyandırdığında fırtına olacak!

Sevgili okuyucular,

Olasılıkla bu dünya düşünemeyen canlılar için yaratıldı. Akıl, evrimin yanlış attığı adımlardan biri olabilir. Ama düşünenler sorgularlar, eleştirirler, direnirler. Tarih boyunca farkında olmayan milyarlara değil, aydınlanmaya başlayanlara yardım edin. Onlar da yüzlerce milyon.

Asıl insani dayanışma budur.