Kanunsuzluk "kanun" olunca

Gökçer Tahincioğlu “Beyaz Toros”ta bir sözlü tarih anlatısına imza atıyor. Kitapta yer verilen cinayetlerin tamamı birer cezasızlık öyküsü. Önü ve arkasıyla kitaba alt başlık olan "Faili Belli Devlet Cinayetleri". Tahincioğlu, sözü katledilenlerin yakınlarına verip kimin neden ve nasıl yok edildiğini, "meşru şiddetin" nerelere uzandığını anlatıyor.

Ali Bulunmaz / Cumhuriyet Kitap Eki

"Bir hikâye anlat; içinde birbiri ardına işlenmiş cinayetler, failleri sigara dumanı gibi görülen ama bir türlü tutulamayan katliamlar olsun" deseler, bu herhalde Türkiye'de yaşananlar kadar iyi kurgulanamazdı.

Herkesin gözü önünde öldürülen onca insanın anısı da acısı da hâlâ taze. Hangi birini anlatmalı? 1930'lardan 1940'lara, oradan 1950'ler ve 1960'lara. Ama 1970'lerde başlayan silsile galiba daha fazla tartışıldı; pek çok insan o tarihlerde işlenen cinayetlerin ötesini berisini daha iyi gördü, bazıları ise hem fotoğrafı yaratıp süreci bizzat yönetti hem de olanların üstünü örtmeyi, ötelemeyi, susmayı tercih etti. Bizim kuşağın anne babalarının 1970'lerde yaşadığı, 1980'lerde içine doğduğu, 1990'larda çocuk aklıyla anlamaya çalıştığı, 1990'ların ikinci yarısında ufaktan isyan etmeye başladığı ve 2000'lerde kurban gittiği cinayetlerdi onlar. Gökçer Tahincioğlu'nun dediği gibi "faili belli devlet cinayetleri"ydi: "O günlerde öyle olması gerekiyordu, yanlış işler yapılmış olabilir" diye kimilerinin işin içinden sıvışmaya çalıştığı cinayetler.

"YARGILI" VE YARGISIZ İNFAZLAR

Ateş düştüğü yeri yakıyor ama asıl önemli olan bunun nasıl, ne amaçla, kimler tarafından ve hangi zamanlamayla yapıldığını kavramak, en azından kavramaya uğraşmak. Böyle bakıldığında Türkiye'nin tarihi biraz da cinayetlerle yazılmış gibi. Bunu görmezden gelmek, sumen altı etmek ve kirli ilişki ve işleri savunmak insanlığa aykırı. Böylesine bir suskunluk, belleksizleştirme harekâtının en önemli parçası. İkincisi bu cinayetlere yenisinin eklenmesi için yol vermek demek. Nihayet bu yapboz tamamlandığında ateş sadece düştüğü yeri değil, hepimizi yakıyor.

Türkiye tarihi, öldürülen isimlerin de tarihi aynı zamanda. Güzel bir dünya; özgür, demokratik, eşitlikten yana bir yaşamı savunanlarla onları "yalnızca bizim dünyamızda bizim 'kurallarımızla' yaşayabilirsiniz" diyerek katledenlerin "haklı" gösterilmeye uğraşıldığı bir tarih. Bu yüzden kimin kim olduğu ve neden katledildiğini bilmek önemli, Tahincioğlu'nun "meşru şiddet" adını verdiği olayın işi nerelere sürüklediğini anlamak da: Failin "haklı", hatta "mağdur" haline getirilmeye çalışıldığı resmi düzenden bahsediyoruz. İşte cezasızlık ve onun doğurduğu yeni cinayetler burada devreye giriyor.
Şimdi okurun kafasına şu soru takılabilir: Bazı isimler var da ötekiler neden kitapta yok? Tahincioğlu durumu "yakınlarıyla görüşülebilenler" şeklinde özetliyor, zaten kitaptaki isimler olmayanları işin içine katarak çemberi tamamlıyor. Çünkü hikâyede isimler, failler ve zaman değişiyor ama yargısız infaz, "meşru şiddet" ve cezasızlık baki kalıyor.

Bizim kuşağın büyüklerinden dinlediği ve okuyup öğrendiği 68 Kuşağı, neredeyse okkanın altına giden ilk gruptu. Tahincioğlu da oradan giriyor konuya: Deniz, Yusuf, Hüseyin'le özdeşleşen ama başka başka isimlerin de anılması gereken bir kuşaktan söz açıyor. Örneğin Kadir Manga, Sinan Cemgil, Taylan Özgür, Vedat Demircioğlu... "Şanslı" olanların "yargılanıp cezalandırıldığı", diğerlerinin ise bu "olanağı" bulamadan yargısız infazla yok edildiği bir dönemin ileri gelenleri. Tahincioğlu titizlikle atlanmaması gereken diğer isimleri kitapta sıralıyor, Kadir Manga için açtığı parantez ise neredeyse hepsini anlatıyor: "Kadir Manga, Nurhak'ta arkadaşlarıyla kimseyi vurmadan, öldürmeden, öldürmeye çalışmadan öldürüldü." Tahincioğlu, Manga'nın görece daha az bilinen hikâyesini ise yakınlarının ağzından aktarıyor.

Bir de hayatını kaybetmekle kalmayıp kaybedilenlerin hikâyesi var ki o daha bir acayip. 13 Eylül 1980'de gözaltına alınıp sonra tutuklanan, işlemediği cinayet üstüne yıkılan ve bir ay sonra "firar etti" denilip yok edilen Cemil Kırbayır onlardan sadece biri. Hâlâ mezarı aranan bir kayıp. Annesi Berfo Kırbayır'ın tüm mücadelesine ve araştırma komisyonlarının çalışmalarına rağmen Cemil Kırbayır'ın "sorgusuna" girenlerin "işkence yok, firar etti" diye koro halinde savunma yaptığı bir cinayetin kurbanı o.

Her on yılda bir Türkiye'de hemen her şeye "çekidüzen" veren darbeleri izleyen günlerde birileri "suçlu" bulunmalıydı, bulunmasa da üstüne bir suç yıkılmalıydı ya da çabucak bir "suç" yaratılmalıydı. Doğal işleyiş bunu gerektiriyordu(!) Cezaevleri böyle "suçlularla" doluydu. 24 Aralık 1981 günü, gaz bombalarıyla yapılan cezaevi operasyonunda üç arkadaşıyla beraber öldürülen Hakan Mermeroluk da o "suçlulardan" biriydi. Dahası "siyasi ceset" olduğundan, naaşının ailesine verilişi akla hayale gelmeyecek zorluklar çıkartılarak geciktiriliyordu.

O meşhur işkencehane, Tahincioğlu'nun deyişiyle "12 Eylül'ün laboratuvarlarından" Diyarbakır Cezaevi'nde, işkenceye karşı arkadaşlarıyla beraber kendini yakan Ferhat Kurtay, yine aynı cezaevinde "ıslah projesine" karşı çıkıp hayatına son veren Orhan Keskin, Gölcük'te 28 Ocak 1983'te idam edilen; mektubunda organlarını bağışladığını yazan ama o mektubu yetkililerce yırtılan Ramazan Yukarıgöz'ün hikâyeleri de birbirine benziyor. Onlar "yargılı" ya da yargısız infazla ve işkenceciler tarafından öldürülen isimler.

"İKNA EDEMİYORSAN KAFALARI KARIŞTIR"

Tahincioğlu'nun ve öldürülenlerin yakınlarının anlattıkları, aslında hangi yılda olursa olsun "düzenin" pek fazla değişmediğini gösteriyor. Kimliğinden, savunduğu görüşlerden, herhangi bir haksızlığı protesto etmek için eyleme katılmaktan, işkenceye karşı sesini yükseltmekten dolayı "suçlu" ilan edilip infazı gerçekleştirilen onca insan.
10 Mayıs 1994'te öldürülen Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı Namık Erdoğan da infaz edilenlerden. 1996'da kamyona toslayan çetenin listesindeki isimlerden. Benzer bir çetenin, Gazi Olayları sonrası öldürdüğü ve Cumartesi Anneleri'nin doğuşunu sağlayan Hasan Ocak: Gazi'de devletin yazıp yönetip oynadığı oyunun kurbanlarından.

1990'ları belirleyenler faili meçhul cinayetler, operasyonlar, kayıplar ve o meşhur çeteydi. Tahincioğlu belge ve bilgilerle kitabında bunlara yer veriyor. O çetenin infazlarından biri de yine Gazi Mahallesi'nde yaşayan ve 87 günlük kayboluşunun ardından cesedi bulunan Rıdvan Karakoç'tu: 2000'lere kadar çoğala azala devam eden gizli ve "meşru" operasyonlardan birinin hedefiydi kendisi.
Türkiye, İngilizlerin "ikna edemiyorsan kafaları karıştır" lafının en önemli merkezlerinden biri oldu. İzler hep iç içe geçti; sözler verildi, kimileri köşeyi dönene kadar sahte gözyaşları döktü. 2000'lere gelindiğinde her şey birbirine karışmıştı. Belli bir değişim ve çaba vardı belki ama hikâye devam ediyordu.

30 Mart 2006'da Diyarbakır'da gaz fişeğiyle öldürülen, yaşı 17'yken morgda "30 yaşında" diye kayda geçen Mahsum Mızrak'ın hikâyesini de yine yakınları anlatıyor. Yok edilen, karartılan ve üzerinde oynama yapılan deliller mi yoksa yaş büyütüp terörist sayılma gibi bir Türkiye klasiği mi? Olayı neresinden tutsanız elinizde kalıyor.

Sadece bu mu? Herhalde Roboski (Uludere) olayı unutulmamıştır: 28 Aralık 2011 günü kimsenin "görmediği", "duymadığı" ve "bilmediği" bombalamada 34 kişinin öldürüldüğü "operasyon." "Emri kim verdi?" diye sorulunca "derin sessizliğe" ya da "soruşturmanın gizliliğine" gömülen, bir yandan da "operasyonu" meşru göstermek için "onlar kaçakçıydı, aralarında teröristler de vardı, bu atlanmasın" diyen yetkililer.

Ethem Sarısülük ise herkesin gözü önünde, Ankara'nın orta yerinde vuruldu; İstanbul'dan başkente yayılan direniş ve ona "direnen" polis şiddeti, kayda alınan bir cinayetle genişledi. Görüntülere rağmen cinayete türlü kılıflar uydurulmaya çalışıldı, Sarısülük'ü öldürdüğü belirlenen polisin bir gün önceki ifadesiyle sonraki günkü değişiverdi, neredeyse Sarısülük "suçlu" bulunacaktı. İddianame ve dava sürecindeki gariplikler de cabası. Bir kez daha yetkililer ve sorumlular "destan yazıyordu"(!) Ethem Sarısülük, Gezi Direnişi sürecinde öldürülenlerin ve yaralananların en önemli temsilcilerinden ve sembollerinden biriydi artık.

“DEVLETİN BEKASI”

“Beyaz Toros”ta anlatılan bütün hikâyeler, Tahincioğlu'nun deyişiyle "devlet şiddetinin nesnesine dönüşen yurttaşların hazin ancak yürekli öyküsü." Üstelik bu şiddet "meşru" ve meşruluğunun kaynağı da her zaman olduğu gibi "devletin bekası." Böyle olunca "Devlet Baba", uygulamalarına bir şekilde karşı çıkanlar için yasaların arkasından dolanmayı hak sayıyor. Tahincioğlu vaziyeti özetliyor: "Baba iktidarına karşı çıkan oğulları koruyacak herhangi bir yasa veya insan hakları normu kalmamıştır (...) Yani egemen karşısındaki oğul artık bir çıplak hayattır. İşte işkencenin, cinayetlerin ortaya çıktığı hatta meşru sayıldığı, meşru şiddetin kolgezdiği anlardır bu anlar."

“Beyaz Toros”un bize gösterdiği bir şey daha var: Türkiye'de neredeyse 365 günün her biri bir cinayetle, katliam ve cezasızlıkla eşleşiyor. Örneğin bugün 19 Aralık; 1978 Maraş Katliamı'nın ve 2000'deki "Hayata Dönüş" Operasyonu'nun başladığı gün. Hiçbir ayrıntıyı atlamamalı, çünkü her şey birbirine bağlı, öyle günlerdeyiz.

Faili belli cinayetlerin simgesi olan, o loş ışık altında duran ve kitaba adını veren Beyaz Toros ve oradaki hikâyeler insanın aklına şunu düşürüyor: Kuralsızlığın "kural", kanunsuzluğun da "kanun" gibi gösterildiği kimi zaman da adaletin uykuya daldığı bir yerde faili belli cinayetler bitmez; yeni kılıflar uydurmak için onlara sadece ara verilir. Sonra hikâye, kaldığı noktadan kimilerini yıkarak, kimilerini utandırarak, kimilerini de gururlandırarak devam eder.

alibulunmaz@cumhuriyet.com.tr

Beyaz Toros/ Gökçer Tahincioğlu/ Doğan Kitap/ 202 s.