KALDIRIMLARINA YAĞMUR DÜŞMEYEN ŞEHİR, BOLONYA
“Kızıl Şehir” Bolonya, bugün İtalya’nın en bilinen şehri olmasa da, bir ortaçağ kenti olarak tarih sever gezginlerin dikkatlerini üzerine çekiyor. Öte yandan böylesine tarihine sahip çıkmış bir şehri Roma, Venedik ve Floransa gibi popüler ve turistik şehirlerle kıyaslamak Bolonya’ya haksızlık olur.
cumhuriyet.com.trBolonya, Ortaçağdan kalma görüntüsüyle ve kültürel yapısıyla insanı büyüleyen bir şehir. Tarihi çok eskilere dayanan, yüzyıllar boyunca dimdik ayakta durmayı başaran Bolonya, 2000 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilir. Şehrin en önemli kültür merkezi olan Bolonya Üniversitesinin Kopernik, Dante, Erasmus ve Umberto Eco gibi bilim adamları yetiştirdiğini ve dünyanın en eski üniversitesi olduğunu biliyor muydunuz? Bilmiyorsanız üzülmeyin, Bolonya’ya yolum düşmeden önce ben de bilmiyordum! İşte gezgin olmanın en güzel yanlarından biri de bilgiye doymak!!!
Bolonya, İkinci Dünya Savaşı’nda oldukça hasar görmüş olsa da, ortaçağ görüntüsünden hiçbir şey kaybetmemiş. Şehrin sokaklarında yürürken, “Bolongna la Rossa – Kızıl şehir” isminin bu şehre ne kadar da yakıştığını fark ediyor insan. Yüzyıllardır tarihe tanıklık etmiş, kırmızı tuğlalardan yapılmış her bir yapı insanı büyülüyor. Nereye baksanız gözünüzü kızıl bir renk kaplıyor.
Bolonya ile özdeşleşmiş en önemli yapı “Portico”lar. “Kaldırımlarına yağmur düşmeyen şehir” dememin nedeni de, tüm apartmanların altındaki kemerlerden dolayı, şakır şakır yağan yağmurda bile insanın ıslanmadan gezebilmesi. Porticoların şehre bambaşka bir hava kattığı gerçek. Yağmurla oldukça haşır neşir olan şehir, insanların yüzyıllardır hiç aksatmadan hayatlarını yağmur altında sürdürmelerine olanak sağlamış. Porticolar, yağmurun yüze vuran soğuğu olmadan sıcak bir kahve içme şansını sunuyor insana. Ancak, binaların güzelliklerini ıskalama ihtimaliniz çok yüksek belirtmeden geçmeyeyim. O yüzden alın şemsiyenizi elinize ve ara sıra kafanızı dışarı çıkartın derim.
Bolonya, buram buram tarih kokan bir şehir olunca, görülecek de bir o kadar yapı oluyor elbet. Şehir merkezinin en önemli iki meydanı olan Neptün Meydanı ve Maggiore Meydanı iç içe yer alıyor.
Üç adımda bir meydandan diğer meydana geçiş neredeyse mümkün. Neptün Meydanının tam ortasında 1568’den bu yana ünlü Neptün Çeşmesi bulunuyor. Deniz ve suları kontrol etmek için üç başlı mızrağını kaldıran Tanrı Neptün heykelinin altında Ganj, Nil, Amazon ve Tuna nehirlerini simgeleyen yarı insan yarı balık şeklindeki dört adet denizkızı heykelleri dikkat çekiyor. Meydanda, şehrin eski borsası olan şimdilerde ise kütüphane hizmeti veren 450 yıllık geçmişe sahip Sala Borsa, içindeki Roma dönemine ait kalıntılarla görülmeye değer bir yapı. Sala Borsa’nın hemen karşısında bulunan Plazzo Re Enzo, yüksek kulesi ve demirli kapılarıyla meydanın en dikkat çeken binası. Kral Enzo’nun kulesine hapsedilip ölüme terk edildiği bu yer şimdilerde özel etkinliklere kapısını açan bir kültür merkezi. 1246’da inşa edilen yapı, Toscana bölgesinin en önemli arşivlerine de ev sahipliği yapıyor. Sala Borsa binasının devamında 2008 yılına kadar Town Hall-Belediye binası olarak kullanılan ve 13.yüzyıldan bu yana şehrin vazgeçilmez yapılarından biri olan Palazzo Comunale, şu anda turist danışma ofisi ve daha çok tarih ve sanat sergi salonu olarak hizmet veriyor. Neptün meydanı, daha önce gittiğim Avrupa şehirlerinin büyük meydanlarıyla karşılaştırdığımda “avuç içi kadar” diyebileceğim büyüklükte. Maggiore Meydanı’na Neptün meydanını gezdikten sonra atacağınız toplam üç adımla ulaşabiliyorsunuz. Maggiore meydanının en ünlü yapısı, San Petronio Bazilikası.
Her kilise gibi içerisi biraz ışığa hasret olsa da, görülecek ve incelenecek pek çok şey mevcut. Yapımı 1390 yılında başlayıp, yüzyıllar boyunca sürünce pek çok mimarın da kiliseye eli değmiş. Büyük tablolarla süslenmiş olan kilisenin içinde Napolyon’un kız kardeşi ve dünyanın sayılı kadın yöneticilerinden biri olan Toskana Düşesi Elisa Bonaparte’ın naaşı da bulunuyor. Kilisenin 54 metre yüksekliğindeki tepesine bir asansörle çıkılabiliyor. Panoramik Terasta göreceğiniz manzara büyüleyici. Bolonya’nın en önemli yapılarını, o kızıl yüzünü ve şehir merkezinin dışında yer alan St.Luca kilisesini görebileceğiniz bu manzara, şehre bir kez daha hayran kalmanızı sağlıyor.
Neptün ve Maggiore Meydanı, şehrin en kalabalık, en hareketli yerleri. Ortada koşan çocuklar, merdivende oturan gençler, kameralarla çekim yapanlar ve elbette ki bir meydanın olmazsa olmazı sokak sanatçıları iki meydanı da günün her saati süslüyor. Ama benim en çok sevdiğim yerlerden biri Maggiore Meydanından girdiğim Via Pecherie Vecchie oldu. Burada şarküteri görüntüsünde olan ama aslında oturup bir kadeh şarabın eşliğinde harika yemekler yiyebileceğiniz pek çok dükkan var. İş çıkışında insanların akın akın geldiği bu caddenin enerjisi inanılmaz. Buradan aşağıya indikçe manavlar, çiçekçiler ve balıkçılar karşınıza çıkıyor. 4 önemli tarihi bölgenin arasında kaldığı için adı Quadrilatero olan bu bölge, Romalılar döneminden bu yana şehrin en işlek yerlerinden biri. Her an insanların kahkahalarının yükseldiği sokakta soğuğa rağmen dışarıda oturup prosecco(köpüklü şarap) eşliğinde yemek yiyenleri görmek mümkün. Eğer bir akşam bir şeyler yemek için dışarı çıkacaksanız, sakın restoranların içine hapsetmeyin kendinizi. Bolonya’nın enerjisini en çok hissedeceğiniz bu bölgede, şarküteri görüntüsünün ardında cevherler saklayan dükkanlardan birine oturun. Tadı damağınızda kalacak yemeklerden yerken bir taraftan da şehrin dinamizminin içinde kaybolun.
Bolonya’nın savaşlarla dolu tarihinde 200’e yakın kule şehirde yükselmişken bu gün bunlardan 20’den azının ayakta kaldığını söylemek mümkün. Bunlardan en bilinenleri, şehrin “ikiz kuleleri” olarak adlandırılan “Le Due Torri”. Şehrin her yerinden rahatlıkla görülebilen bu kuleler “Porta Ravegnana” Meydanında bulunuyor. Bu ufacık tefecik içi dolu kutucuk meydanda bulunan San Petronio heykeli, Bolonya’nın şehir merkezindeki değişiklik ve artan trafik yüzünden bir dönem kilisenin içinde sergilenmiş ve sonrasında meydanın ortasındaki yerine tekrar dönmüş. 5.yüzyıldan beri meydanın en önemli parçası olan ve bugün ki halini 17.yüzyılda alan San Bartolomeo Kilisesi, kubbesinden sızan ışığın içeride yarattığı ortam ve işlemeleriyle oldukça güzel bir kilise. Şehrin simgesi haline gelmiş olan bu iki kule, şehrin tarihsel sürecinde askeri savunmada saldırıları gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Bugün şehrin en önemli turistik yapıları haline gelen bu iki kuleden yüksek olanı Asinelli Tower 1119’da Asinelli ailesi tarafından yaptırılmış.
İki kişinin beraber çıkmasının mümkün olmadığı toplam 498 ahşap merdivenden kulenin tepesine çıkmak mümkün. Peki değer mi 498 merdiveni nefes nefese çıkmaya? Elbette ki değer. Böylesine tarih kokan bir şehrin tüm yapılarını yukarıdan görmek şansını oraya kadar gitmişken mutlaka kullanmak gerekiyor! Evet yukarı çıktığınızda ciğeriniz patlayacak gibi oluyor, üstüne bir de rüzgar çarpıyor ama her şeye değiyor doğrusu! Diğer kule olan Garisenda Tower ise eğik yapısıyla göze çarpıyor.
Bolonya, üniversitesiyle bütünleşmiş bir şehir. Dünyanın ilk üniversitesine sahip olan şehrin her yerinde hala kullanılan ve ya artık tozlanmaya bırakılan pek çok fakülteyi görmek mümkün. Genel olarak tüm fakültelerin sokağa yayıldığı yer olan Via Zamboni ve onu çevreleyen ara caddelerin üstündeki ufacık eski yapılar bile derslik olarak hizmet veriyor. Hukuk Fakültesi olarak kullanılan Plazzo Malvezzi Campeggi “ha yıkıldı ha yıkılacak” görüntüsüne sahip bir bina. 1500lerden kalma kolonlar, demir direklerle koruma altına alınmış. 600 yıllık bu binada öğrenciler tarihi eserlerin süslediği odalarda ders görüyorlar. Bu fakültenin hemen karşısında yer alan Orotorio di Santa Cecilia 1500’lerden beri Bolonya’nın Rönesans dönemine ait tabloları ve en önemli eserleri bünyesinde barındırıyor. Özellikle adını aldığı, Bolonya ve çevresine Hristiyanlığın yayılmasında oldukça etkili olan Santa Cecilia’nın hayat hikayesini anlatan freskler oldukça etkileyici.
Piazza Guiseppe Verdi- Verdi Meydanında Kafelerde oturmuş çene çalan öğrenciler ve kitapçıların meydana kattığı hava bir kampüsün ortasında olma hissini veriyor insana. Meydanda Teatro Comunale- Belediye Tiyatrosu yer alıyor. Sokağa yayılan müzik sesi oldukça huzur verici bir ortam yaratmış doğrusu. Meydanda huzur içinde dinlenmek mümkün! Kampüs havası olan Via Zamboni’deki pek çok binanın duvarlarında siyasi içerikli afişler ve resmen bir sanat eseri olan grafittiler görmek mümkün. Palazzo Poggi- Poggi Sarayı da yine burada yer alıyor. 1560’da Poggi ailesi tarafından yaptırılmış. Aileden Giovanni Poggi’nin kardinal olarak çıkması, Poggi Sarayı’nı tarihsel süreçte önemli kılmış. Saray, 1714’ten bu yana Bolonya Üniversitesi’nin bilim merkezi, müze ve rektörlük binası olarak hizmet veriyor. Caddenin en sonunda şehrin kapılarından Porta San Donato’yu görmek mümkün. 13.yüzyılda oldukça büyük, şehri koruyanlar için evlerin de yapıldığı bir kompleks iken bugün trafiğin ortasına hapsolmuş, tarihin zorlu sürecinden ağır yaralar almış ufak bir kalıntı olarak duruyor.
Bolonya’nın sanatsal ve tarihsel açıdan en zengin yapılarından olan San Dominico Bazilikası meydanda bulunan tek yapı değil. St.Dominic Heykeli ve mezarlar da oldukça dikkat çekici. San Dominica Meydanı, yaşadığımız zaman dilimine ait olmayan bir meydan olarak geçmişe bağlılığını kanıtlarmışçasına tarih kokan bir meydan. San Dominico, Michelangelo’nun ilk eserlerini barındırmasının yanı sıra, Mozart’ın hazırlandığı bir sınava bu kilisenin orgunda çalışması açısından da önem taşıyor. Yapısı itibarıyla dünyadaki pek çok kiliseye örnek olan San Dominico, 18.yüzyılda neredeyse tamamen yenilenmiş olsa da, hem meydan hem de kilise Bolonya’nın en zengin yapıları. Benim Bolonya’da en etkilendiğim yerlerden biridir bu meydan. Evlerin duvarlarına yaslanmış olan mezarlar, meydanın taşları, kilisenin görkemi…
Bolonya’da pek çok zengin yapı görmek mümkün. Kafanızı çevirdiğiniz her yer, şöyle dinleneyim diye merdivenine oturduğunuz her yapı en az 500 yıllık olunca, görülmesi gerekenler listesi uzadıkça uzuyor elbette! Santa Lucia, 403 yılında yapılmış ancak tarih boyunca pek çok kez yıkılıp yeniden yapılmak zorunda kalınmış. Bugün 900 kişi kapasitesiyle üniversitenin konferans ve etkinliklerine ev sahipliği yapıyor. San Stefano , Yedi Kiliseler olarak da tanımlanıyor. Yüzyıllarca aynı avluda yedi kilise yer almış. Şehrin en eski kilisesine de ev sahipliği yapan kilise avlusu karanlıkta ürkütücü denebilecek kadar kendini sessizliğe hapsetmiş. Bir kiliseden diğerine avludan geçiş yapılan San Stefano, Bolonya’nın en etkileyici yapılarından biri.
Saragozza Caddesi, evlerinin renkliliğiyle, ufak kiliseler, sanat merkezleri ve fakültelerle kaplı, Bolonya’nın en güzel caddelerinden biri. Caddenin sonunda şehrin bir diğer kapısı bulunuyor. Bu güne kadar ayakta durabilmiş en güzel kapılarından olan Saragozza Kapısı, 1857’den bu yana şehrin en önemli parçalarından biri olmuş. Bugün içinde aynı zamanda bir de müze bulunduran kapı, oldukça görülmeye değer.
Bolonya’nın en ünlü caddesi Via İndipendenza, diğer pek çok Avrupa şehirlerindeki caddelerin aksine trafiğe açık bir alışveriş caddesi. İki tarafında da pek çok mağazanın olduğu caddenin üstünde 910 yılında inşa edilen San Pietro Katedrali bulunuyor. Her ne kadar yüzyıllar boyunca yangın, deprem ve yıpranmadan dolayı pek çok kez elden geçen bir yapı olsa da, Bolonya katedrali olarak her zaman işlerliğini sürdürmüş. Şu anki görüntüsüne 17.yüzyılda kavuşan katedralde 13. Yüzyıl ve sonrasına ait pek çok resim görmek mümkün. Kilisede yürürken yerlere dikkatli bakın. Cam platformların altında yatan tarihi görmek için biraz dikkat yeterli!
İndepenza Caddesi’nin sonunda “Venedik Penceresi” bulunuyor. Evet, Bolonya aynı Venedik gibi kanallar üzerine kurulu. Ancak, Bolonya’da kanallar, şehrin altında kalmış.
O yüzden şehri gezerken kanalları görmek mümkün olmuyor. Venedik’in o müthiş havasını bekleyerek gidenler için ufak bir hayal kırıklığı yaşatsa da, Venedik Penceresi Bolonya’nın kanalların üstüne kurulu olduğunu görmek açısından oldukça etkileyici. Caddenin sonundaki Montagnola Parkı ve şehir kapısı-Porta Galliera şehrin alt yapısını anlamak ve tarihine tanıklık etmek açısından oldukça değerli yapılar. Bolonya 5. Yüzyıldan bu yana surlarla çevrilmiş şekilde korunuyor. 11 ve 13. Yüzyıllarda eklenen surlar ve kapılar, 16.yüzyılda ciddi bir bakımdan geçirilerek şehrin güvenliği artırılmış. Maalesef ki kapıların pek çoğu ve şehrin duvarları 2.Dünya Savaşında ciddi zarar görmüş. Bugün 12 şehir kapısından geriye 10 adet kalsa da, bunlar da tarihin üzerlerinde bıraktığı derin izleri taşıyorlar. Galliera kapısı 1659’dan beri burada olmanın yanı sıra, şehrin kanallar üstündeki yapısını ve tarihi kalıntıları görmek açısından oldukça etkileyici. Kapıdan geçtiğiniz anda binaların yapısının değişmesiyle beraber, şehrin kültürel dokusunun değiştiğine de tanıklık ediyorsunuz. Şehrin bu farklı yüzünün arasında Tempio Del Sacro Cuore kilisesi 1901 yılından beri hizmet veriyor. 1929’da kubbesi çöken, ikinci dünya savaşında ciddi bir zarar gören kilise bu bölgenin en önemli yapısı. İç dizaynında Bizans etkisi görüldüğünden İstanbul’daki Ayasofya’dan etkilenildiği düşüncesi hakim. Bu kilisede benim en çok dikkatimi çeken şey, alt katının sinema salonu olarak kullanılması. Pek çok şehirde müzeye dönüştürülmüş kilise görmüştüm ama bir kilisenin alt katının sinema olduğuna ilk defa burada şahit oldum.
Şehrin en özel ve güzel yapılarından biri olan San Luca, 666 adet kemerin altından geçerek neredeyse 4 kilometrelik bir yolun sonunda harika bir manzarayla sizi bekliyor. İncili yazdığı söylenen 4 kişiden biri olan St.Luke’ye adanmış olan yapının İnşaatı 1100’lerin sonunda başlasa da, neredeyse 600 yıl boyunca tamamlanamamış. İçinde bulunan Meryem tablosunun St. Luke tarafından yapıldığına inanılıyor. 1148’de Aya Sofya’dan alınıp getirilen Meryem ikonu da burada yer alıyor. Manzarasıyla büyüleyen San Luca, dünyanın en uzun kemerlerinin altından geçilerek gidildiği için de oldukça önemli bir yapı.
Bolonya her köşe başında gördüğüm kütüphaneleri, sanat merkezleri ve müzeleriyle sanata susamış bizleri sanata doyuruyor. Bolonya’da bir binanın duvarına dokunurken neredeyse bin yıllık bir tarihe dokunduğunu bilmenin, fakültelerinde tarihi eserler eşliğinde dersler verildiğini görmenin, her kilisesinin birbirinden farklı ortamında bulunmanın ve tarihi korunmuş caddelerinde gezinmenin keyfine doyum olmuyor. Bolonya, az İngilizce bilen ama sımsıcacık insanların sokaklarda gezindiği, az turist çeken ama tarihe meraklı İtalyanların şehri keşfe çıktıkları bir yer. Bu zamanın donduğu ve bir yüzünün ortaçağda kaldığı şehre hayran olmamak elde değil.
Peki, nasıl mı gideriz bu şehre dyorsanız, Türkiye’den gitmesi oldukça kolay. Shengen vizeniz elinizdeyse, Türk Hava Yolları ve Pagasus Hava Yolları’nın İstanbul’dan direkt uçuşlarını tercih edebilirsiniz. 2,5 saat sonra Bolonya’dasınız. Şehirde arabaya ve hatta bisiklete bile ihtiyacınız yok. Yürüyerek her yeri gezmek mümkün, yeter ki elinizde haritanız olsun!
Peki ne yer, ne içerim diyorsanız, Bolonya’ya gittiğinizde, şehrin en ünlü yemeği olan Bolonez soslu makarna ve tortellini çeşitlerini yemeden, şehrin en işlek restoranlarından ZeroCinquantino ve Tamburini’de çeşit çeşit peynirlerin tadına bakmadan, şarküteri ürünleri ve peynirlerden oluşan harika bir şarap tabağı eşliğinde prosecco içmeden dönmeyin. İtalya deyince akla gelen ilk iki şey pizza ve dondurma ise bunlarında tadına bakmadan dönmek, yoğurdu kaymaksız yemeye benzer. Bolonya’nın ünlü Majani çikolatalarından da bir kutu alıp, dönüş yolculuğunda tüketirseniz, Bolonya’nın damağınızda bıraktığı tadın uzun süre etkisinden kurtulamazsınız…
SEMA TAŞTAN ÇELEPCİ
“GEZİYORUM ÖYLEYSE VARIM”