Kafka ve Zweig Berlin’de

20. yüzyılın iki büyük yazarı Franz Kafka ve Stefan Zweig, şu günlerde iki farklı sergiyle Berlin’de anılıyor.

Emrah Kolukısa

Geçen yüzyılın iki büyük yazarı: Franz Kafka ve Stefan Zweig. Her ikisi de yazdıklarıyla nesilleri etkilemiş, edebiyat tarihinde derin izler bırakmış yazarlar. Etkilerinin büyüklüğü sadece edebi ustalıklarında değil, yaşadıkları çağın bunalımlarını, sıkıntı ve isyanlarını son derece sarih bir şekilde yansıtmalarında ve zamanın ruhu denilen bu olguyu evrensel ve zamansız bir şekilde anlatabilmelerinde elbette. Her ikisinin de trajik yaşamöykülerine sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz. Biri karısıyla beraber intihar etmeyi tercih ederken (Hitler’in kurduğu düzenin kalıcı olduğuna inanmıştı Zweig ve tek çıkış yolunun intihar olduğuna kanaat getirmişti), diğeri henüz 41 yaşında gırtlak veremine bağlı açlık (boğazı o kadar acıyordu ki yemek yemesi imkânsızlaşmıştı Kafka’nın) yüzünden hayata veda etti. Şu günlerde bu iki yazarla ilgili Berlin’de iki ayrı serginin açılış olması da tesadüf falan değil elbette. Hem Berlin’in zengin kültürel ikliminin hem de Kafka ve Zweig’ın etkileri halen ilk günki gibi süren dehalarının bir sonucu bu sergiler.

Kafka’nın ‘Dava’sı

Franz Kafka’nın ilk kez 1925 yılında, yani yazarın ölümünden bir yıl kadar sonra basılan eseri “Dava”nın (Der Process) el yazmaları, Berlin’deki Martin Garopius Bau sanat müzesinin birinci katında açılan “Franz Kafka. Bütün Dava” başlıklı sergide ilk kez gün ışığına çıkarıldı. Kreuzberg’de yer alan müzenin konumu da bir hayli ilginç, zira tam da müzenin 50 metre kadar yanında bir zamanlar Askanischer Hof Oteli bulunuyormuş. Konunun uzmanları bilirler, bu otel Kafka ve nişanlısı Felice Bauer’in ayrılmalarıyla sonuçlanan o meşum konuşmalarının yaşandığı otel ve kafka daha sonra bu hadiseyi “Otelde bir mahkeme gibiydi” sözleriyle tarif ediyor. Yaklaşık bir ay sonra yazmaya başladığı “Dava”nın da işte bu olayla şekilenmeye başladığı söylenir. Üç bölümden oluşan serginin ana bölümünde büyükçe bir vitrinin içine yerleştirilmiş ve tek tek sayfalar halinde sergilenen el yazmaları var. Kafka’nın aldığı notlara bakınca görüyorsunuz ki karmaşık ama okunaklı bir el yazısı varmış. Özellikle Almanca bilenler için uzun uzun inceleme imkânı veren vitrin sergilemesi bir anlamda da büyük bir yazarın önünde saygıyla eğiliyormuş hissi uyandırıyor insanda. Öte yandan benim gibi Almanca bilmeyen bir ziyaretçi için de hemen köşede büyükçe bir ekran var ve orada İngilizce transkripsiyon sayesinde her sayfayı detaylı olarak okuyup inceleyebiliyorsunuz. Serginin ikinci bölümünde Orson Welles’in başrolünü Anthony Perkins’e verdiği “Dava” (The Trial) filmini izleyebileceğiniz küçük bir salon bulunurken, bir diğer salonda da Kafka’nın hayatını anlatan bir fotoğraf seçkisi ve 60 dilde basılan “Dava” kitaplarının toplandığı geniş bir vitrin var. Meralısı için belirtelim, sergi 28 Ağustos’a dek devam edecek.

Hiçbir yere ait olmayan adam: Stefan Zweig

20’li yıllarda bohem hayatın merkezi olarak bilinen, bugünse lüks alışverişin adresi haline gelen Kurfürstendamm (kısaca Ku’Damm) yakınlarındaki Literaturhaus muhtemelen bir Zweig sergisi için olabilecek en iyi mekân. Neden derseniz buradaki kafe tüm edebiyat tutkunlarının ve elbette yazarların Berlin’deki ilk uğrak yerlerinden. Bahçe içindeki binanın en üst katında açılan serginin en etkileyici yanıysa içinde Metropole Otel’in devasa bir maketinin bulunduğu salon. Girişte hemen soldaki duvarda Stefan Zweig’ın “Satranç” adlı romanından bir pasaj karşılıyor ziyaretçileri. Sorgu için bekletildiği odayı tarif eden roman kahramanının gözleri askıdaki gestapo pardesülerine takılıyor: “Bu pardösülerin üstündeki her kırışığı gördüm, örneğin ıslak yakalardan birini ucundaki bir damlayı gördüm ve kulağınıza ne kadar gülünç gelirse gelsin, saçma bir heyecanla acaba bu damla kırışıktan aşağı kayıp gidecek mi, yoksa biraz daha yerçekimi gücüne karşı kendini savunup daha uzunca bir süre asılı kalacak mı diye beklemeye başladım -evet, sanki hayatım ona bağlıymışçasına, bu damlaya dakikalarca baktım, baktım.” Sorgulamaların yapıldığı Metropol Otel’in maketinin içinde sergiyle ilgili yapılan röportajların oynatıldığı küçük ekranlar var ve hemen burada duran kulaklıklardan birini taktığınızda kendinizi otelin camlarından birinden içeriye bakar vaziyette buluyorsunuz. Etraftaki deri pardesüler ve zemindeki satranç tahtası tasarımlı dekor sergiyi bütünleyen ve Zweig’ın “Satranç”ı yazarken içinde bulunduğu ruh halini hissetmenizi sağlayan unsurlar. Serginin diğer salonlarındaysa Zweig’ın sürgünlerle geçen hayatının detayları (serginin adı biraz da bu bitmek bilmeyen gurbet yüzünden “Hiçbir yere ait değilim: Stefan Zweig’ın ‘Satranç’ı - Sürgünde Yazılmış Bir Öykü” olmuş ya zaten) ve çeşitli dillerde basılmış “Satranç” romanının farklı kopyalarıyla bezeli. Nihayetinde hayli karanlık ama bir o kadar da aydınlatıcı bir sergi hazırlamış küratör Dr. Klemens Renoldner. 24 Eylül’e kadar ziyarete açık.