‘Kadının zekâsı erkeği korkutuyor!’
Mine G. Kırıkkanat, Adı Öküzden Sonra Gelen adlı kitabında, deneme-anlatı yaklaşımıyla kaleme aldığı öykülerinde; tarih boyu kadına ataerkil bakışı farklı coğrafyalardan, dinlerden ve düşünürlerden seçkilerle ele alıyor. “Kadın düşmanı” Arthur Schopenhauer’dan, Lord Byron’a, ”erkek toplumu” hayali kuran Jean Jacques Rousseau’ya kadar onlarca dehanın kadına bakışının temeline iniyor. Kırıkkanat’ın baktığı tüm pencerelerden ise, aynı manzara görünüyor: ”Kadının yolunu kesen erkek egemenliği”... Adı Öküzden Sonra Gelen; kadınının, tarih boyunca toplumsal yaşamdan uzak tutulmasına adeta bir başkaldırı niteliğinde. Kırıkkanat; kadının, ”zekâsıyla” her geçen gün egemenliği erkeğin tekelinden alışını ustaca anlatıyor.
Gamze Akdemir- Deneme-anlatı biçeminde kaleme aldığınız öykülerde; kadına biçilen rolün ataerkilliğini, ilkelliğini, kadına yaşatılanları kimi destansı ama isyankâr bir dille ortaya koyuyorsunuz. İlk olarak Adı Öküzden Sonra Gelen imini açar mısınız?
- Türkiye’de kadınlığa ilişkin geçmişten günümüze yapılan en doğru, en vurucu saptama, büyük ozanımız Nâzım Hikmet’in imzasını taşır ve onun dizelerinde vücut bulmuştur:
”Kadınlar bizim kadınlarımız / Korkunç ve mübarek elleri, / İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle / Anamız, avradımız, yarimiz / Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen / Ve soframızdaki yeri, / Öküzümüzden sonra gelen...”
Günümüzde işlenen kadın cinayetlerinin adeta salgın bir hastalık gibi yayılmasına, ikinci sınıf insanlığı hiç bir itirazda bulunmadan ya din ticaretinden para kazanmak amacı, ya da dindarlık ölçütüne dayalı ‘edilgen kadın’ sayısındaki müthiş artışa bakarak; koyun öküzün yerine lüks Bentley’leri, Masseratti’leri, bu saptamada değişen hiçbir parametre yok.
Fotoğraflar: Vedat Arık
KADINI ÖLDÜREREK SEVİYORLAR!
Muhafazakâr değerleri altüst olan cahil Türkiye’de yoksul erkek, elinde tutamadığı kadını öldürerek seviyor. Birdenbire paraya boğulan ve Müslümanlıktan süslümanlığa geçiş yapan erkek ise parayla elinde tutabildiği ‘mal’ olarak...
Yoksul ya da varsıl bu kompleksli erkeklere ”he” diyen kadınların suçu yok mu? Elbette ki en büyük pay onların. Ama ikinci sınıflığı kabullenişin nedeni ya da sonucu ne olursa olsun, kadının toplumsal ve siyasal konumu hep erkeğin iki dudağı arasında, silahının gölgesinde, parasal varlığının altında.
Böylesine keskin ve geçerliliğini hala yitirmeyen bir doğruluğun, Türkiye’deki erkeklerin kuşaktan kuşağa hiç bir değişim göstermeyen , ve aslında aşağılık kompleksinden ibaret megalomani saplantısının, aslında psikologlar, psikiyatrlar ya da ne yazık ki sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen düşün insanları tarafından değil de bir ozan tarafından vurgulanması beni çok etkilemiştir.
Kadınlara adadığım kitabın başlığı, beynime ateşten harflerle kazılı bu dizelere bir gönderme elbette.
Ama sadece Nâzım’a gönderme değil. Sorunu her açıdan, hatta kadın olduğu için doğrudan tanıklığıyla en geniş biçimde irdeleyen, düzyazıya en müthiş biçimde döken canım Duygu Asena’ya da bir saygı duruşu.
Özetle kitabımın ”Adı öküzden sonra gelen” başlığı, Duygu’nun ”Kadının adı yok” başlıklı eseriyle Nâzım’ın dizelerindeki ”sofrada öküzden sonra gelen” yerimizi anımsatan bir bileşim.
‘ORTAÇAĞ’A DÖNÜŞ YOKUŞUNDA HIZLA KAYIYORUZ!’
- Dinlerin de körüklediği cinsiyetçilik dün olduğu gibi bugün de kadınların mücadele ettiği ve belli ki daha da edeceği bir belâ. Durumu ne değiştirecek?
- Türkiye özelinde, Ortaçağ’a dönüş yokuşunda hızla aşağıya kaydığımızı söyleyebilirim. Bakın, laiklik herşeyden önce kadın erkek eşitliğidir. Çünkü kadın, bin yıllardır daima dinler tarafından, erkekler tarafından yazılan din kurallarına dayanarak erkeğe ezdirilmiş ve dinlerin hem devlet, hem de toplum üzerindeki hegemonyasını kaldıran laiklik olması gerekeni, yani kadın ile erkeği yasa önünde de toplumda da eşit kılmıştır.
Adına ister laiklik deyin, ister sekülerlik, bu eşitliği anayasasında yazsın yazmasın kabullenip içselleştiren toplumlar, bugün her anlam ve alanda ileri dediğimiz ülkelerdir.
Türkiye’de laiklik, Anayasa’sında var olmasına karşın toplumun önemli bir kesimi tarafından ve tümüyle dindarlığa bağlı önyargılarla, hiç mi hiç içselleştirilmedi. Önce AKP, ardından AKP / MHP çoğunluğu ise zaten laikliğe düşman ve kırıntılarını ortadan kaldırmak kararlılığıyla iktidara geldi, aynı kararlılığı da sürdürüyor.
Kadın erkeğe beyinsel olarak eşittir. Hatta fiziksel olarak, erkekten daha dayanıklıdır. İstatistikler ortada: Kadınlar, erkeklerden tüm dünyada ortalama 10 yıl daha fazla yaşıyor. Bundan daha tutarlı kanıt olabilir mi?
Ama teknolojinin hiç bir alan ve anlamda kaba güce gerek bırakmadığı çağımızda bile bir devlet başkanı çıkıp, erkek kadından üstündür, diyebiliyor. Neye göre üstün acaba? Odun taşımak, kılıç sallamak, benim bildiğim artık çağdaş bir gerek değil, düpedüz hamallık! Zarif erkek, kadının bavulunu taşıyabilir, ama bu onu üstün kılmaz, nazik yapar.
‘KADININ ZEKÂSI, ERKEĞİ MÜTHİŞ KORKUTUYOR!’
Buna karşın eşitlik hakkı verilen kadının ortaya çıkan zekâsı, erkekleri müthiş korkutuyor. Aslında bu korkunun incelenmesi gerek, ama ben şimdiden incelemeden çıkacak sonucu söyleyeyim: Erkekler kadınların kendilerinden daha üstün yeteneklerle donanmış olduklarını gayet iyi biliyorlar, bilinçaltlarına gömmüşler. Bu korku, onların zaaflarını ortaya koyuyor ve zaten dinler aracılığıyla kurdukları hegemonya da söz konusu zaafı, aşağılık kompleksinin megalomani ile teselli edilmesine koşut olarak üstünlük gibi göstermek amacını güdüyor.
Yahudilik ve Hıristiyanlık, çok daha eski dinler olduğu için zamanla erkeğin aşağılık kompleksinden ibaret bu megalomaniyi aştı, geride bıraktı ve kadının eşitliğini az çok kabullendi.
Eşitliği kabullenmeyen, dolayısıyla laiklikten nefret eden toplumların Müslüman olması bir raslantı değil. İslamiyet, Yahudilikten 3 bin, Hıristiyanlıktan 700 yıl sonra kurulduğu için Ortaçağ’ına yeni girdi. Her alan ve anlamda, Ortaçağ zihniyetini taşıyor. Tabii ki İslamiyet de Yeni Çağ’ına, Yakın Çağ’ına geçecek, ama kaç yüzyıl, kaç kuşağın hayatı ve geleceği daha mahvolacak?
‘DURUMU EĞİTİM DEĞİŞTİRİR! O DA BİZDE YOK!’
Dolayısıyla ülkemizde büyük bir sorun var ve bu sorun, Türkiye’yi her açıdan çağdaşlaştırmak isteyenlerle düşünsel alanda Ortaçağ cehaletine döndürmek isteyenler arasında uçurumlar açtı. Tamamen ayrışan bu hasım kampların, asgari bir müşterekte bile uzlaşmasına artık imkan yok. Çünkü uzlaşmak için belli bir mantığa dayanarak tartışmak gerekiyor. Oysa din dogmalarının sorgulanmadığı yerde, tartışma olamaz. Mantık yoktur çünkü. Öyle olunca konuşarak uzlaşmak da imkansızlaşıyor.
Durumu ne değiştirir? Yalnızca eğitim. O da bizde yok. Olanı da batırdılar. Demek ki her şeyden önce bu zihniyetin iktidardan düşmesi gerek ki; yeni bir eğitim seferberliğiyle içine düştüğümüz cehalet çukurundan kurtulmaya çalışalım.
IRKÇI VE KADIN DÜŞMANI ÜNLÜ FİLOZOFLAR
- Adı Öküzden Sonra Gelen’de, “kadın düşmanı” inanılmaz ünlü figürler de yer alıyor. Burada da örnekler misiniz? Duyduk duymadık denmesin!
- Kadın düşmanlığı konusunda büyük düş kırıklığına uğradığım düşünürlerin başında, zekâsına hayran olduğum Arthur Schopenhauer geliyor. 18. ve 19. yüzyıl yazarlarını, düşünürlerini ”İrade ve temsiliyet açısından dünya” başlıklı başyapıtıyla derinden etkileyen bu düşünürün niçin kadınları sevmediği, annesine duyduğu tepkiyle ilgili ve zaten travmasını Adı Öküzden Sonra Gelen’in bir öyküsünde anlatıyorum.
Ancak bu çocukluk travması, onun kadın düşmanlığını bağışlatamaz. En azından benim için bu travma, irade olgusunun doktorasını yapmış böylesine sıra dışı bir zeka tarafından aşılmış olmalıydı. Schopenpauer’in filozofluğu, bizzat ruh hastası psikiatrların ruh hastalarını tedavisine benziyor. Kendi sorununu, küresel sorun olarak düşünerek çözmeye çalışıyor. Irkçılığı ve kadın düşmanlığı apaçık biri, insanlığa ilişkin felsefe yapıyor ve çağına damgasını basıyor, düşünün!
İkinci düş kırıklığım, Büyük Fransız Devrimi’nin kuramcılarından Jean Jacques Rousseau’nun kadın aşağılaması. Aslında 18.Yüzyıl sonuna kadar dünyanın her köşesinde tüm düşünürler, ki hepsi erkek, kadınları erkekle eşit görmüyor. Bazıları bunu dillendiriyor, bazıları dillendirmiyor.
ATAERKİL KÜLTÜRÜN VE DİNLERİN ERKEK KONFORU!
Ben bu genele yaygın kanıyı, örneğin Şamanist diyebileceğimiz Japonya gibi ülkelerde at binip kılıç kuşanmayı yücelten ataerkil kültürün konforuna; tek ya da çok tanrılı dinlerin egemenliğindeki ülkelerde ise erkeklere göre biçimlenmiş gelenek ve görenek konforuna bağlıyorum.
Hıristiyan bir ülkede yaşıyorsanız, ateist bile olsanız Hıristiyan kutsallarının damga vurduğu gelenek ve görenekleri benimsersiniz. Keza Yahudilik ya da İslamiyet, hatta Budizm vb. için de böyledir. Çünkü dinler birer kültürdür ve o kültürün tanrısını, inancını, ritüellerini reddetseniz bile toplumsal kültürüyle beslenir ya da zehirlenirsiniz.
Kadın erkek eşitliği konusunda asıl mesafe, 19.Yüzyıl’ın sonundan öteye toplumsal bilince yavaş yavaş yerleşen laik tutumla alınıyor. 1968 Mayıs’ından öteye hızlanıyor. Ne gariptir ki kadın, kapitalist dünyada gerçek eşitlik hakkını Mayıs 68 isyanının başladığı Fransa’da değil İskandinav ülkelerinde kazanıyor.
Komünist ve sosyalist blokta ise 1917’den öteye zaten çok hızla ilerliyor. Başka bir deyişle kadın erkek eşitliği için dinlerin zayıflaması ya da tümüyle devreden çıkması gerekiyor.
‘HEMCİNSLERİMİ BİLİNÇLENDİRMEYE ÇALIŞIYORUM’
- Kadın düşmanlığına, ötekileştiriciliğine tüm o cinsiyetçiliğe karşı kişisel mücadelenizi anlatır mısınız? Ve bu mücadelenizi nasıl anıyorsunuz, bu mücadeleyi ömrünüzde en yoğun ne zaman verdiniz ve/veya veriyorsunuz?
- Çok şanslı bir çocuktum, zekamı öne çıkaran, kız çocuklarını yücelten ve özgüvenime tavan yaptıran sevgi dolu, Cumhuriyet’e inançlı ebeveynler tarafından büyütüldüm. Düşünün ki babam, ”Erkek olsaydın seni bu kadar sevmezdim,” derdi bana.
Öylesine köpürttüler ki özgüvenimi, Ankara’da okuduğum ilkokuldan sonra İstanbul’daki Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi’ne, kızların erkeklere üstün oldukları ve zekâmın hiç çalışmadan her şeyi öğrenmemi sağlayacağı inancıyla geldim. İşte orada, şapa oturdum. Öğrenmek için çok çalışmak gerektiğini girdiğim okulda, erkeklerin de kadınları ezdiğini İstanbul’da anlamak travma değil, ama sürpriz oldu benim için.
Zekâmın hap yutar gibi ders öğrenmemi sağlamayacağını usluca kabullendim. Kadınların erkeklere üstünlüğünden de çaresiz vazgeçtim, ama eşitlik kırmızı çizgim oldu, o çizgiyi çektim ve hiç gerilemeden direndim. Sonra o direnç, yaşam biçimim haline geldi. Hiç azalmadan, hatta artarak yazılarıma yansımaya başladı.
‘FEMİNİZMİ SABİT BİR FİKİR DEĞİL, YAŞAM BİÇİMİ BENİMSEDİM’
Sorunuza uygun cevap vermem gerekirse, ömrümde en yoğun feminist mücadele diye bir dönem ya da zirve olmadı. Feminizmi sabit bir fikir takibi olarak değil, bir yaşam biçimi olarak benimseyince yoğun mücadele vermeme de gerek kalmadı.
İnsanların hayvansal içgüdüleri vardır: Karşıma çıkan kadın düşmanları, bendeki kararlılığı ve ezemeyeceklerini hissediyorlardı. Başka yönden kötülük yaptılar, ama ezmeye çalışmadılar. Birkaç kendini bilmezi de zaten iki lafla komaya sokunca, özel hayatımda kendim için eşitlik hakkı aramak zorunda kalmadım.
Bir örnek vermek gerekirse, size sanat dünyamızdan biriyle sohbetimizi anlatabilirim. Yıllar önce bir mekânda Almanya’dan gelen bir Türk ressamla karşılaştık. Birbirimizi tanımıyorduk, yanında bir gazeteci arkadaşım vardı. Tanıştırıldık. Ressam (Y. N. Soli) içkiliydi, hakkımda hiç bir şey bilmiyordu. Gözler kayık, ağız çarpık, ”Merhaba güzel orospu!” dedi bana. Cevabım, ”Ben orospu değilim ama, maldan anladığınıza göre siz pezevenksiniz!” dedim, olay bitti. Hazırcevaplığım beni kendini bilmezlerden korur.
Ben kendini savunamayan, savunacak özgüveni olmayan hemcinslerimi korumaya, bilinçlendirmeye çalıştım, çalışıyorum.
‘DİŞİLİK’ SEÇKİLERİ...
- Tarihten anılan örnekler içinde Fransa ve Türkiye örnekleri en can alıcı olanlar! Böyle diyebilir miyiz ve öyleyse neden?
- Bildiğiniz gibi dış haberler muhabiri olarak gazeteciliğe başladım ben. Yani çalışma alanım 30 yıl kaldığım Avrupa. İspanya’daki feministleri ve feminist hareket, en geniş biçimiyle Madrid (Kırmızı Kedi Yayınları, 2018) kitabımda yer alır. En uzun yaşadığım, ikinci vatanım Fransa’ya değin biriktirdiğim gözlemler ve anılar, elbette çok. Türkiye’nin öyküleri zaten damarlarımda dolaşan kan... Dolayısıyla ana ve yavru vatanlarımdan ”dişilik” seçkileri içeriyor, Adı Öküzden Sonra Gelen.
SIMON VEIL VE DUYGU ASENA
- Savaşımlarının çoğu tarihin taş levhalarına yazılmasa da; farkındalık yaratabilen, ilerleme kaydedebilen kadınlar içinde size göre en önce kimler geliyor?
- Şahsi seçkimde yaptığınız tanıma en uyan, Fransa’da benim de en saygıyla anıp gönülden sevdiğim kadın, koca bir meclisin yüzlerce erkek üyesinin küfürlerine günlerce kafa tutarak kadınları özgürleştiren kürtaj yasasını çıkartan ve aynı zamanda bir savaş kahramanı olan Simone Veil’dir. Türkiye’de aynı ölçüde kararlı bir özgürlük ve eşitlik savaşı veren Duygu Asena’dır. Önce bu ikisidir. Onların ardından dünyada ve Türkiye’de daha yüzlerce feminizm savaşçısı kadın sayabilirim, zaten bazılarının öyküsü kitapta var.
‘KADINLARIN ZAAF SAYILAN ERDEMLERİ; ANNELİK VE AŞIKLIK’
- Kadınların zaaf sayılmış erdemlerinin başında sizce neler geliyor? Adı Öküzden Sonra Gelen’de; kadınların aleyhlerine kullanılagelen bu yönlerin nasıl sömürüldüğü konusuna muhafazakâr iktidarlar kanalıyla nasıl açıklık getiriyorsunuz?
- Kadının zaaf sayılan erdemleri, bence annelik ve aşıklık. Eşlik durumu bir erdem değil. Eğer bir kadın bir erkeğin eşi olmak için fedakârlık yapıyor ve bu zaaf sayılıyorsa, kadının sağlıklı olmayan bir tutumu, dolayısıyla ortada hastalıklı bir durum vardır.
Annelik ve aşıklık ise, gerçekten erdem ve fedakarlık gerektirdiği için kadınlara karşı sömürü aracı olarak kullanılan bir zaafiyet durumu yaratıyor. İki erdemden hangisinin daha öne geçtiği, değişken bir tablo. Kimi kadının anneliği öne geçer, o açıdan sömürülür, kimi kadın aşka öncelik tanır, oradan vurulur.
Örneğin Cumhuriyetçi bir ailede yetişmiştir, Muhafazakâr bir erkeğe aşık olur, kapanır. Ya da sever evlenir, anlaşamaz, ama çocukları vardır, anneliği ağır basar, kendisini feda eder, çocuklarını babasız bırakmamak için ayrılmaz. vb..
‘MUHAFAZAKÂRLIK BİREYİ FEDA EDER!’
Türk toplumu geniş genelinde Muhafazakâr bir toplumdur. Zaten kocanın ailesine uyup kapanmak, çocukları babasız bırakmamak için boşanmamak gibi fedakarlıklar, böyle bir Muhafazakâr yapının izdüşümleri. Çünkü Muhafazakârlık, zaten bireyi feda edip aileyi gözetmeyi erdem sayar.
Öncelikle, böyle bir fedakârlık erdem midir gerçekten, bu tartışılmalı... Bireyselliği yok edip fedakarlığı sömüren bir düşünce yapısını kuşaktan kuşağa aktarmak ve boyun eğen, hakkını aramayan insanlar yetiştirmek erdemli bir davranış mıdır? Bence değildir.
Kadınlardan aslında erdem değil, zaaf olan fedakârlık beklentisini ”normal” kabul etmek, ülkemizde kadını iyice ezen, ikinci sınıf statüsüne iten siyasal İslam’ın iktidara gelmesinin de ana nedeni. Fedakârlığa alışık ve bireyselliğini ikinci plana iten kadın, varlığını iyice ezen ve özgürlüğünü daha da kısıtlayan siyasal İslamı, kolayca kabullendi. Bireyselliğin öne çıktığı, çocuğun tapınılacak ya da kurban olunacak bir ilah olmadığı, annenin babanın ve çocuğun birbirlerinin haklarına ölçülü biçimde özen gösterdiği toplumlarda böyle bir kabullenme düşünülemez.
SÜSLÜMAN ÇEVRE...
Bizim toprak böylesi bir kabullenmeye hazır olduğu için siyasal İslam yeşerip boy atabildi. İslamcı iktidar öylesine ikinci plana itti ki kadını, mütevazi Müslüman çevrede bireyliğini korumak isteyen kadın, böyle bir kafa tutuşa alışık olmayan erkekler tarafından şiddete uğruyor, öldürülüyor. Süslüman çevrede ise, emek harcamadan kazanılmış para çokluğu Muhafazakâr kadınları görünür olmaya, alışık olmadığı bolluğu sergilemeye itti. Birey olamadığı yerde zengin olan cahil ve acaip kadınlar, garip kılıklar içinde, yaptıkları çocuktan yediği yemeye kadar sergileyerek, ”bak ben varım, çok zenginim, çok da mutluyum” videoları yayımlıyorlar...
Bu gidişat, her şeyden önce Muhafazakârlık ölçülerini altüst eder. Sonra dine inancı tüketir. En sonunda da siyasal İslamcıların başını yer. Çünkü açlığın arttığı yerde, tokluk nefret uyandırır, kin yaratır. Bence artık muhafazakâr falan değil, düpedüz yolsuz olan dünyadaki tüm dinci iktidarların sonu yakın. Türkiye’de kadınlara yönelik ayrımcılık, sömürü ve şiddet de toplumsal bilinç siyasal İslam’dan uzaklaştığı ölçüde azalacak.
Adı Öküzden Sonra Gelen / Mine Kırıkkanat / Cumhuriyet Kitapları / 224 s. / 2019.