Kadının adı Mary Shelley
Haftanın yeni filmleri arasında Suudi Arabistan’ın ilk kadın yönetmeni olarak tarihe geçen ve ilk uzun metrajlı filmi “Wadjda / Vecide” ile Venedik dahil çeşitli festivallerden irili ufaklı ödüller alarak dikkatleri çeken Haife Al- Mansoor’un imzasını taşıyan “Mary Shelley” diğerlerinden bir adım öne çıkıyor.
Emrah Kolukısa
Mary Shelley filminden bir kare
Gotik edebiyatın başyapıtlarından “Frankenstein”ın yazarı Mary Shelley’nin hayat öyküsünü anlatan film izleyiciyi 1800’lerin İngiltere’sine (ve biraz da İsviçre’sine) götürüyor. Mary Shelley rolünde ise günümüzün en parlak genç yıldızlarından Elle Fanning’i izliyoruz. İlk gösteriminin Toronto Film Festivali’nde yapan “Mary Shelley” kadınların yazarlıkta (ya da herhangi bir yaratıcı alanda) hemen hiç ciddiye alınmadığı bir dönemde yaşamış ve aradan geçen 2 yüzyıla rağmen (“Frankenstein” 1818’de basılmıştı) hâlâ aşılamamış bir roman yazan Mary Shelley’nin hangi zorluklarla karşı karşıya kaldığını, hangi önyargılarla mücadele ettiğini ve başyapıtının ardında hangi arızalı durumların olduğunu sorgulayan ama son tahlilde hedefi ıskalayan bir film. Öncelikle gotik denen şeyin bir ruh hali olduğunu ve bu ruh halinin filme pek yansımadığını belirtelim. İster istemez bir dönem filmi olmasın gereken “Mary Shelley” bazı yüzeysel detaylar hariç betimlediği dönemi izleyiciye yaşatmıyor. Filmin yaklaşık 4’te birini işgal eden ve Lord Byron’ın da dahil olduğu, İsviçre’deki şatoda “Frankenstein”ın da doğduğu o meşhur gotik öykü yazma gecesini anlatan bölüm de yeterince güçlü değil açıkçası. Bundan 30 küsur yıl önce “Gothic” adlı filmiyle sadece o geceye odaklanan Ken Russel’ın filmi de çok ahım şahım değildi belki ama hem Russell’ın sinema duygusu çok daha güçlüydü (o gotik atmosferi yaratabilmişti) hem de elindeki oyuncu kadrosu (Gabriel Byrne, Natasha Richardson, Julian Sands, Timothy Spall) hiç fena değildi. Al-Mansoor’un filminde ise Elle Fanning ve babası William Godwin’i canlandıran Stephen Dillane dışında dişe dokunur bir oyuncu, akılda kalan bir performans yok pek. Hal böyle olunca kadınların toplum dışına itildiği, ev kadınlığına mahkûm edildiği ve hatta adlarının bile silindiği (ilk baskıda “Frankenstein”ın yazarı olarak Mary Shelley’in adı yoktur kitabın üzerinde) dönemi anlatmakta güdük kalıyor “Mary Shelley”.
‘Gökdelen’: Çakma ‘Die Hard’
Dwayne “The Rock” Johnson’ın başrolünü oynadığı aksiyon filmi “Skyscraper / Gökdelen” 3D ve 2D seçenekleriyle aksiyon tutkunlarını salonlara bekliyor. Dünyanın en yüksek gökdelenini basan bir grup teröriste karşı o sırada binada bulunan (çünkü evleri oradadır) karısını ve iki çocuğunu kurtarmak için tek başına mücadele veren güvenlik uzmanı Will Sawyer’ın başından geçenleri anlatan film konu özetinden anlaşılacağı üzre teknolojinin yeni imkânlarını kullanan bir “Die Hard” olma iddiasında. Ne var ki senaryosu incelikten uzak, entrikası yeterince sağlam değil ve sondaki ayna efekti dışında önemli bir buluşa da sahip değil. Üstüne üstlük tabii ki Dwayne Johnson bir Bruce Willis değil. Yani, izlenmesine izleniyor ama bir “Die Hard” etkisi bekliyorsanız, boşuna zahmet etmeyin.