Kaan Kutlu Ataç, 11 Eylül‘ü yorumladı, '20 yıl sonra ABD açmazda'

Mersin Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Kaan Kutlu Ataç, 11 Eylül 2001'de ABD'ye düzenlenen saldırıları yorumladı.

Sefa Uyar

Mersin Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Kaan Kutlu Ataç, 11 Eylül saldırılarının 20. yılı nedeniyle yaptığı değerlendirmede, saldırılarıların son 20 yılda yaşanan büyük yıkımın gerekçesi olduğunu vurguladı. Gelinen noktada ABD’nin müttefiklerine kaygı, hasımlarına umut verdiğini, çekilmedeki aksaklıklar nedeniyle açmaza düştüğünü belirten Ataç, Afganistan’ın ekonomik ve insani maliyetinin de çok yüksek olduğunu dile getirdi. 

Dünyanın yeni bir döneme girmesine neden olan 11 Eylül saldırılarının 20. yılında ABD Afganistan’dan çekilirken sonuçları tartışılıyor. Mersin Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Kaan Kutlu Ataç da konuya ilişkin Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı:

AMERİKA GAFİL AVLANDI

- Saldırı öncesinde ve sırasında nasıl bir ABD gördük?

Amerika 9 Eylül 2001’de alalade bir güne uyandığında Soğuk Savaş sonrası küresel hegemon olarak uyanmıştı. Özgür dünyanın muzaffer lideri siyasi kültürünün hakim unsuru istisnacılığa uygun olarak Amerikan hayat tarzının üstünlüğüne olan inanç en yüksek noktasındaydı. Bu üstünlüğe meydan okuyabilecek bir gücün gelişimi de yakın gelecekte ufukta görünmüyordu. Amerikan medyasının saldırı sabahı gündeminde o dönem Senatör olan Biden’ın Başkan Bush’un füze savunma sistemine olan eleştirisi, NBA’in eski yıldızı 38 yaşındaki Michael Jordan’ın tekrar basketbola dönebileceği, bir kongre üyesine yönelik taciz iddiaları, şarkıcı Mariah Carey’in rol aldığı Glitter’in filminin soundtrack mı yoksa Jay-Z’ın the Blueprint albümünün mü listeleri alt süt edeceği vardı. Ancak New York’ta saatler 08.47’yi gösteirken ilk uçak İkiz Kulelere çarptığı anda bunların hiç bir önemi kalmadı. Medyadaki başlıklar ancak Pearl Harbor saldırısı sonrası başlıklarla kıyaslanabilirdi: “Amerika Saldırı Altında!”, “Bu Bir Savaş”, “Alçaklar!”. ABD en güçlü göründüğü anda gücünün simgesi olan bir şehirde bir avuç teröristin eylemi karşısında gafil avlandığında Amerikan halkı başkanının arkasında tek yürek olarak birleşirken neredeyse tüm dünya devletleri de ABD’nin yanında yer almıştı. 11 Eylül’de küresel düzen ve güç dağılımı konusunda kartlar hiç umulmadık bir biçimde yeniden dağıldı. Amerikan devi kendisini sarsan teröristleri yok etmek üzere muazzam askeri gücünü harekete geçirdiğinde buna karşı çıkabilecek hiç bir güç yoktu. Zaten böylesi öfkeli bir güce de kimse karşı koymayı da düşünmezdi, diğer güç unsurlarının yanında teröristlere karşı yürütülecek savaşta, en azından başlangıçta, ahlaki üstünlük de zaten ABD’nin yanında görünüyordu. 

TEK YÖNTEM ASKERİ İŞGAL

ABD’nin terörle savaş adı altında yürüttüğü politikasının yıkıcı etkileri yalnızca terör odaklarıyla sınırlı kalmadı. Askeri işgal bir Amerikan dış politika aracı olarak neredeyse rutin hale geldi. Amerika bu aracı ilk önce 11 Eylül saldırılarının odağında görülen Afganistan üzerinde kullandı ve 20 yıl sürecek işgal süreci başladı. Washington’un askeri üstünlüğe dayalı liberal uluslararası düzen anlayışı şer ekseni olarak adlandırdığı hedef ülkelerde askeri operasyonlarla desteklenen rejim değişikliği politikalarını da tetikledi. Nitekim özgürlük ve demokrasi vaadiyle şer ekseninde gördüğü Irak ve Libya’da askeri müdahalelerle rejimler değiştirildi. Suriye’de iç savaş büyük yıkım getirirken Yemen iç savaşı emsali görülmemiş insani sorunlara neden oldu. Son yirmi yılda ABD’nin uluslararası sistemde güç unsurlarını yalnızca askeri alanda kullanmadı. Yaptırımlar yoluyla kendisine hasım gördüğü rejimleri baskı altında almak da rutin bir dış politika aracı haline geldi.

11 Eylül öncesi yaptırım uygulanan Küba, Kuzey Kore, İran ve Suriye’nin yanı sıra rejim değişikliğini açıkça desteklediği Venezuela da bu rutine dahil edildi. ABD’nin Afganistan’dan çekilme sürecinde karşılaştığı en büyük eleştirilerden belki de en önemlisi aynı değerleri paylaştığı müttefiklerinin yalnız bırakıldıkları yönündeki söylemleri. 11 Eylülün 20. yıldönümünde karşımızda duran fotoğraf ABD’nin dostlarında endişe yaratırken hasımlarına umut vermesi. Uluslararası güç dengelerinde tektonik kırılma noktalarından birisi de bu. Örnek olma yoluyla liderlik iddiasını sıklıkla dış politika söyleminde kullanan Washington için bu durum bir açmaza da işaret ediyor.

- Terörle mücadelede silahlı güçlerin kullanımı ne gibi sonuçlar doğurdu?

ABD terörle savaşa giriştiğinde askeri gücünü kontr-terör operasyonları üzerinde yoğunlaştırmıştı. Bu özellikle Afganistan’da El Kaide örgütüne karşı muazzam ateş gücü, lojistik desteği ve operasyonel yeteneği ile kendini gösterdi. Nitekim 19 Ekim 2001’de Amerikan askerleri ilk kez Afganistan toprağına ayak basmalarının ardından yaklaşık üç ay gibi kısa sayılabilecek bir süreçte askeri anlamdaki üstünlüğünü gösterdi ve yıl biterken Taliban yönetimi iktidardan uzaklaştırılmıştı. Kontr-terör operasyonu bu anlamıyla askeri güç kullanımında ABD’nin başarı hanesine yazıldı. Ancak Ocak 2002 itibariyle ABD bu coğrafyada askeri gücünü bambaşka, hiç hazırlıklı olmadığı bir alanda kullanmak zorunda kaldı: Taliban başta olmak üzere diğer silahlı örgütlerin başkaldırılarına karşı… Terör ile savaş çok hızlı bir şekilde nitelik değiştirdiğinde ABD paralel olarak Afganistan’da bir devlet inşası sürecine girişti. Başkaldırıyla mücadele ve devlet inşası gibi çok farklı alanlardaki süreç aslında ABD’yi tarihinin en uzun ve tartışmalı savaş/işgal sürecine sokmuş oldu.

TÜRKİYE’YE MALİYETİ BÜYÜK

- 11 Eylül sonrası sürecin Türkiye açısından sonuçları neler?

Türkiye açısından gelinen nokta hiç de iç açıcı bir manzara değil. ABD’nin terör ile savaş siyaseti içinde yoğrulan rejim değişikliği girişimleri, sonuçları itibariyle Türkiye’nin çok yakın coğrafyasında yıkıcı etkiler yarattı. İlk yıkıcı etki İkinci Irak Savaşı’nda ABD ile yaşanan tezkere süreciydi. İki müttefik arasında o süreçte ortaya çıkan güven sorunu 18 yıldır artarak devam etti. Irak’taki rejim değişikliğinin yarattığı güç boşluğu Türkiye’nin PKK terörüne karşı yürüttüğü süreci çok ciddi şekilde baltaladı. PKK bu anlamda süreç içerisinde etki alanını yalnızca askeri anlamda değil siyasi, kültürel ve sosyal alanlarda da geliştirme fırsatı yakaladı. Bu durum Suriye iç savaşı sonrasında coğrafi anlamda da katlanarak devam etti. Bugün itibariyle PKK’nın Suriye uzantısı YPG/PYD Suriye coğrafyasının önemli bir bölümünü ve ülkenin ciddi ekonomik kaynaklarını kontrol ediyor. Örgütün ABD tarafından çok ciddi silah, eğitim ve siyasi destek gördüğü süreç yaşıyoruz. Bu durum an itibariyle ciddi bir milli güvenlik tehdidi ve yakın/orta vadede de ortan kalkacak gibi görünmüyor.

Diğer bir konu maliyet. Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta yürüttüğü askeri operasyonların maliyetini bilmiyoruz ancak yüksek meblağlar olduğuna hiç kuşku yok. Maliyetin bir diğer hususu göçmen meselesi ve Türkiye’nin Suriye’de kontrol ettiği alanlardaki halkın yaşam idamesi için yüklendiği sorumluluk. Kabaca şunu söylemek mümkün, an itibariyle Türkiye iç savaş öncesi Suriye nüfusunun yaklaşık yüzde 30-35’nin sorumluluğunu almış görünüyor. Türkiye nüfusunun yüzde 9'u kadar bir nüfustan bahsediyoruz. Bu durum sürdürülebilirlik açısından başlı başına bir milli güvenlik meselesi olarak görülmelidir. Bölgesel güç dengeleri açısından Türkiye Libya-Sudan-Somali-Suriye-Irak-Katar-Afganistan hattında cüretkar bir dış politika ve güvenlik siyaseti izlemeyi tercih etmiş görünüyor. Türkiye bölgesel güç dengeleri açısından kaynaklar ve amaçlarla uyumlu bir dengeyi gözeten bir ana siyasi çizgiyi yakalamak mecburiyetinde. Tarihsel arkaplan üzerinde değerlendirme yaptığımızda bu fay hattının sürekli sarsıntıda olduğunu zaman zaman da ciddi kırılmalar yaşadığını biliyoruz. Bu noktada şunu hatırlamak gerekir: Türkiye modern zamanların şu ana değin gördüğü en amorf yapılanması olan İŞİD ile sınır hattı boyunca karşı karşıya kaldı. Örgütün hakim olduğu alanın bir ara Britanya Adası kadar olduğunu unutmamak gerekir. Türkiye yaşadığı coğrafyada siyasi hedefleriyle kaynakları arasındaki çıtayı yükseltmiş görünüyor