İzmir’deki Madımak!

28 yıl önceki Sivas Madımak Oteli Katliamı’na (2 Temmuz 1993) ilişkin onca şiir, öykü, araştırma, inceleme, belgesel, resim, beste, yontu, piyes arasına. Sivas’taki Pir Sultan Abdal’ı Anma Etkinliklerine İzmir’den katılan yazarlar arasında yer alan ve katliamı; öncesi, sırası ve sonrasıyla birebir yaşayanlardan Hidayet Karakuş’un Şeytanminareleri romanı da eklendi. Önce Cumhuriyet Kitapları, şimdi de Bilgi Yayınevi’nce yayınlandı.

Ali Balkız

YARALARI YAZARAK SAĞALTMAK!

28 yıl önceki Sivas Madımak Oteli Katliamı’nı, 1441 yıl önceki Kerbela Katliamı’yla eş tutanlar az değil. Her ikisinde de katledilenler; kadın erkek, yaşlı genç, çoluk çocuk, savunmasız, suçsuz insanlardır. Ha kılıçla, ha ateşle…

Biri Tanrının hükmünü kendince yorumlayıp yeryüzünde hakim kılabilmek için, tek yetkili olma kaygısı iken; beriki Tanrı’nın emrini yerine getirmedikleri, kendileri gibi, düşünüp, yaşamadıkları, dolayısıyla yok edilmeleri gerektiğine inandıkları bir grup insanı, Tanrı adına ve aşkına yakarak yok etme eylemidir. Biri iktidar olabilmek için, beriki Cennete gidebilmek için.

İnsan türü var olduğu sürece ikisi de unutulmayacaktır. İnsan aklı ve onun ürettiği bütün araçlar bunun taşıyıcısı olacaktır.

Onca şiir, öykü, araştırma, inceleme, belgesel, resim, beste, yontu, piyes arasına Hidayet Karakuş’un Şeytanminareleri romanı da buna eklendi. Önce Cumhuriyet Kitapları, şimdi de Bilgi Yayınevi’nce yayınlandı.

Hidayet Karakuş, 2 Temmuz 1993 tarihinde, Sivas’taki Pir Sultan Abdal’ı Anma Etkinliklerine İzmir’den katılan yazarlar arasındaydı.

“Bu vahşeti anbean yaşayıp bedeninde yanıklarla, ruhunda onca sızıyla, rastlantıyla kurtulup, sonra dönüp bu katliamın yıkıcı etkisine karşın, onun dışına çıkıp, dil ve kurgu ustalığı ile İzmir’den görünen halini bir roman formatında yazmak o kadar kolay değil…

Katliamdan on iki yıl sonra yazmaya başlayıp üç yılda ancak tamamlamak, bu nedenle olsa gerek… Bunu nasıl başardın?” diye sordum da; “Yaralarımızı sağıltmanın başka yolu yoktu.” dedi.

ÖNCE TİMSAHLAR, SONRA ÇAKALLAR!

Yazar otelin önünü şöyle tanımlıyor.

“…. önde timsahlar, uzun dikenli kuyrukları, güçlü çeneleriyle, bir nehir kıyısında yürür gibi ilerlediler, onların ardından çakallar, sırtlanlar, leş kokusu almış akbabalar, kuzgunlar.(…) yılanlar, çıyanlar, lağım fareleri. (…) Tanrının sesi soluğu kesildi. Sular uyudu. Güneş küllendi. (…) güvercinler sapır sapır dökülmeye başladı. Serçeler, sakalar, tepeliler, tarla kuşları (…) Pınarların kuruyup çatladığını ayrımsadı.”

Ve “… gündüzü geceye, ışığı kana bulamaya ant içen”ler, Namaz sonrası, el açıp Tanrı’ya şöyle yalvardılar:

‘Allah’ım, kafirleri ateşinle yak, suyunla boğ, fırtınanla, boranınla dağıt, yok et, depreminle göm hepsini, Allah’ım senin varlığına, birliğine, iman etmeyenin cezasını vermeye biz kullarını görevlendir. Senin yüce katına çıkmak için kanlı gömleği giymek nasip eyle. Ya Rab!’

‘Allah’ım alevleri kafirlere doğru püskürt… Püskürt Allah’ım püskürt, onları cehenneminde kavur! Senin iradene karşı koyanları sen de yakmayacak mısın?..’”

Sivas’ta bunlar olurken, ilk televizyon haberleriyle birlikte: “İzmir’de gecenin tadı kaçmıştı artık. Sokak lambaları kör bir ışık gibi kendilerini aydınlatmaya çalışıyordu. Denizden esen rüzgâr susmuştu. Balkonlarda oturanlar hafiften mırıltılarla aralarında konuşuyor, yalçın bir karanlığın geceden ağır, sağır bir karanlığın ayak seslerini duyumsuyorlardı.”

ATEŞ, DUMAN, KARANLIK, ÇIĞLIKLAR, NEFES!

Romanın önemli iki kişisi var: Avukat Mahir’le Bankacı Nilüfer. Bir de oğulları var: Oğul Can. Oğul Can İzmir’de kalıyor. Mahir’le Nilüfer Sivas’ta oteldeler. Ateş, duman, karanlık, çığlıklar, nefes…. Eller yüzler yanıyor, Saçlar tutuşuyor… Bir ışık… Aşağıya atlayıp kurtuluyorlar. Tabi buna kurtulma denirse…

Hastane sonrası Nilüfer, annesinin babasının evinde, Oğul Can yanında… Ama Nilüfer kendinde değil ki… hiçbir şeyi anımsamıyor. Bilmiyor. “…yanıklarından çok beynindeki yıkıntıyla savaşıyor.” Oğul Can bekliyor ki; annesi uyansın kendini öpsün.

Mahir kayıp. Kimliği yok. Dili yok. Yüzü yok… Hangi hastanede? Yaşıyor mu? Ne halde?... Bilen yok.

MASALCI BEYBABA’NIN ŞEYTANMİNARELERİ!

Ama romanın bir başka kişisi daha var: Masalcı, öbür adı Beybaba. Masalcı, Karşıyaka ile Konak arasında mekik dokuyor. Kemeraltı ve civardaki bütün hanları, çarşıları, süs havuzu başlarını, sokakları, çınar altlarını mesken tutmuş.

Koltuğunun altına sıkıştırdığı çantasının içi bir deniz kabuklusu olan şeytanminaresi kabuğu ile dolu. Şakır şakır sesler çıkartan bu kabuklar ve nargilesi eşliğinde günlerce, haftalarca, belki de aylarca, başına toplanan, kendisini izleyip nereye konarsa oraya gelen meraklılara masallar anlatıyor.

Kimine göre o bir “ermiş”, kimine göre “Allah’ın delisi”, “sevdasının acısını yaşayan biri” , “Yazık ağlayan bir amca….” Kendine göre ise; “karnı geniş kazan”

Dinleyeni çok bu masalların ne olduğunu öğrenebilmek için okuyucunun romanın sonunu beklemesi gerekiyor.

Cami çevreleri, karanlık dehlizler, yurtlar, yatılı okullar… Evlerinden koparılıp alınmış, Cennet sözü verilmiş fakir çocuklar… Bunları yöneten, “İş’e gönderen” zenginler…

TANRIYA SİTEM!

Romanda şunlar da tartışılıyor. Eşitlik, özgürlük, adalet nedir?... “Diktatör”, “özgür insan”, “kul” kimdir? “Akıl” nedir?

Ve Tanrıya sitem var: “… her şeyi biliyormuşsun ama insanoğlunun hiçbir derdini çözemedin.”, “Kimse seni tahtından indiremez, korkma. Gel, aramıza karış.”, “Kitaplar yazmadın mı? O kitaplar gerçek mi? Senin sesin mi var orada?... Yoksa insanlar gördüklerini, yaşadıklarını mı koydular, korkularını… isteklerini mi koydular? …herkes başka türlü okudu senin yazdıklarını. Ah Tanrım bir tane imzalı kitabın olsaydı…”

İşin açmazı burada: Neden bu denli çok kutsal kitap var?... Neden her okuyan farklı anlıyor? Otelin önüne gelenler ne anladı? Gelmeyip evinde seyredenler ne anladı?... Bir de yananlar.

Hidayet Karakuş; şiir, roman, anı, anlatı, çocuk kitapları, radyo oyunları yazdı. Bir edebiyat öğretmeni ve elbette bir dil, Türkçe ustası. “Stetoskop” yerine “Beden dinleme aygıtı” diyor. “Yangıncı = İtfayeci”, “geçenek = koridor”, “Ses büyütücü = hoparlör”, “koku püskürtücü = sprey”, “cırcır = fermuar” , “kutuyük = paletkontaynir”, “dışarılıklı = taşralı”, “oturmalık = bank” gibi öz Türkçe sözcükleri yeğliyor.

Ama; “mudi”, “tabela”, “mesaj” gibi sözcüklerin Türkçe karşılıklarını da kullanmak gerekmez miydi?...

Şeytanminareleri yazarın beşinci romanı. Edebiyatımıza, roman sanatına önemli bir katkı. Bir yanıyla, Madımak Katliamı’nda kaybettiğimiz sevgili dostlarımızı anmak iken; bir yanıyla da kutsal kitapları katliam çıkartanlara soruyor: Cennetin yolu açıldı mı size?...