İşte bunlar hep Manguel
Alberto Manguel, kurmaca yaratmaktan çok okumanın kendisiyle ilgilenen bir isim. Bir yazar olmaktansa iyi bir okur olmayı tercih ettiğini, “yazmadan yaşayabileceğini ama okumadan duramayacağını” söyleyen Manguel, büyük değil, yalın ama anlamlı sözlerin peşinden gidiyor.
Ali Bulunmaz/Cumhuriyet“Coğrafyamın haritası okumalarımdır. Tecrübe, hafıza, arzu onu renklendirir ve biçimlendirir ama kitaplarım onu tanımlar.”
(Alberto Manguel)
“Bir yazar yazabileceğini yazar, oysa bir okur istediği her şeyi okur.”
(Borges)
Bazı yazarlara sık sık “Neden yazıyorsunuz?” ya da “Nasıl yazıyorsunuz?” diye sorulur. Alberto Manguel için bu soruların takla attırılması, değiştirilmesi zorunlu. Ona sorulması gereken “Nasıl okuyorsunuz?” veya “Ne amaçla okuyorsunuz?” olmalı. Çünkü Manguel kendini bir yazardan önce bir okur olarak görüyor. Sadece bununla kalsa iyi, okuma üzerine düşünüp kalem oynatıyor.
Hikâyelerin, sanat eserlerinin ve efsanelerin yazılmış veya aktarılmış olması yetmez; onları okumak, dolayısıyla anlamlandırmak da gerekir. Okumaya bu denli önem vermesinin altında yatan işte o düşünce: Manguel’in okuma üzerine okuması, keyifle ve ince ince yaptığı bir iş. Manguel delice bir yola girer; hem yazar hem de iyi bir okur olarak sözcük ve metinlerle sohbet etmeye koyulur, sorular sorar, yanıtlar ister. Bazen de ortada hiç soru yokken kenara köşeye notlar düşer, yorumlar ekler. Okuma, Manguel’in elinde sözcükleri yakalama uğraşına dönüşür.
Okuma, onun için yalnızca satırlar arasında gezinmenin çok ötesine geçmiş, özel okuma şekillerinin, alan ve mekânlarının da peşinden gider olmuştu. Böylece bir dünya deneyim biriktirip bunların etkisiyle (belki de çağrışımıyla) hayli sıkı metinler kaleme almıştı. Geceleyin Kütüphane, Kelimeler Şehri, Okuma Günlüğü ve Okumanın Tarihi, Manguel’in okurluk ve okuma üzerine eğildiği kitaplardı. Şimdi de karşımızda Okumanın Okuması var. Manguel bizi yine bir yolculuğa çıkarıyor.
OKUMANIN ZARARI (!)
Şunu baştan kabul etmeliyiz: Kitapları okuyup geçmeyen bir yazar Manguel, geriye dönüp bir daha bakan, bakmakla kalmayıp onlar üzerine düşünen ve her defasında tüm iyi okurların başına geldiği gibi oralarda yeni bir şeyler bulan biri aynı zamanda. Dolayısıyla Herakleitos’un o ünlü sözü Manguel’in yaşamında “asla iki kez aynı kitabı okumazsınız”a dönüyor. Belli bir zamanda işkence gibi gelen bir kitap sonrasında Manguel’i zenginleştirebiliyor. Elbette tersi de geçerli.
Manguel için okuma yalnızca anlamayla eşleşmez. Onun biriktirmeyle ilgili bir yanı da var ama deneyim biriktirme ve oradan da adlandırma. Nerede bulunduğunu, nereye geldiğini ve ne tarafa doğru gittiğini kavrama. İşte onlardan biri: “Devrimizin fakirleşmiş mitolojisi, yüzeyin altına gitmekten korkuyor sanki. Derinliğe güvenmiyoruz, vakit kaybettiren derin düşüncelerle alay ediyoruz. Ekranlarımızda ya da perdelerimizde korku imgeleri hızla gelip geçiyor ama onların yorumlarla yavaşlatılmasını istemiyoruz.”
Oysa hikâyeler arasında dolanmak Manguel’e göre düşünmeyi, yorumlamayı ve belli bir derinliği gerektirir. Küçüklüğünün penceresinden baktığında, kitapların ona açtığı yolun ne kadar baştan çıkarıcı olduğunu fark eder. Dünyanın dört bir yanında geçirdiği çocukluğu kadar bir dolu kitap ve okuma arasında geçen zaman yazarda tadına doyulmaz izler bırakır: Gördükçe okur, okudukça nasıl bakması ve görmesi gerektiğini keşfeder. Başlangıçlar ve sonlar onu hep biraz daha yükseltir.
Görünmez biri olarak Buenos Aires’te büyük yazarların (Borges’in, Ocampo’nun, Lynch’in, Mallea’nın, Bianco’nun ve Cesares’in) yanı başında biter. Okumayla kardeş olan dinlemeyi de o yazarların yamacında öğrenir: “Ocampo’yu dinledim: Küçük şeylerin, sıradan insanların
trajedisinin neden karmaşık ve güçlü karakterlerinkinden daha dokunaklı olduğunu açıklıyordu. Lynch’in Çehov’dan, Denevi’nin Dino Buzzati’den Mallea’nın Sartre ve Dostoyevski’den’den tutkuyla, hasetle söz edişini duydum. Borges’in bir Kipling hikâyesini, değerli kadim bir aleti inceleyen bir saat ustası gibi nasıl birçok parçasına ayırıp yeniden bir araya getirdiğini dinledim. Bu yazarlar bana okuduğum ve sevdiğim şeylerin nasıl yapıldığını anlattı, ben de dinledim.”
Manguel’in burada yaptığı şeylerden biri, okuduklarını masaya yatırırken kendisini de okumak: Kitaplar, yazarlar ve hikâyelerle sarmalanmış hayatında bugünden bakıp dünü yorumlar, geldiği yeri bize açar. Örneğin yazmaya hiç hevesli değilken ilk kitabın heyecanını yaşadığı günlere nasıl ulaştığını; kırk yaşından sonra dolabın kenarında köşesinde kalanları nasıl ortaya saçtığını aktarır: “Bitirdiğim kitap, hayal ettiğim kitap değildi ama artık ben bir yazardım. Artık ben de varlığım hakkında kitabından başka kanıtları olmayan ve sayfanın mutlak sınırları dışında sunabileceğim başka herhangi bir şeyi göz önüne almadan beni yargılayacak, bana ilgi duyacak ya da daha büyük ihtimalle beni bir kenara itecek okurların ellerindeydim.” Burası, Manguel’in de ayırdına vardığı gibi kurtlar sofrasıydı. Yazmak da farklı bir okumaydı bu anlamda; yumruğun nereden geleceğini sezebilmeyi öğrenmekti. Alice’in dünyasında gezinirken kendisinin kim olduğunu sorgulayan Manguel, okurlar tarafından artık kim olduğu sorgulanan birine dönüşmeye başlamıştı haliyle. Manguel ormanın derinliklerine doğru ilerlerken bir yanda okudukları öbür yanda yazdığı ve yazmayı düşündükleri yer alıyordu.
Karşısındaki görünmez aynaya bakıp her defasında karnını ağrıtan soruyu da aynı vakitlerde daha sık sormaya başlar: “Sen kimsin?” Kendisi de hiçbir yanıtın bunun için yeterli olmayacağını bilir. Okumanın ya da okumayı gerçekten bilmenin zararlarından biri de bu (!)
MUTSUZ “USTA”
Okumayı bilmek, saygı ve sorumluluğu da omuzlara yüklüyor, Manguel de bunun farkında. Bu yüzden filmi geriye sarıp atladığı bir şey var mı diye bakıyor. Hem kitaplarını okuduğu hem de ona kitaplar okuduğu Borges, Manguel için önünde her dem saygıyla eğilinmesi gereken bir isim. Manguel’e göre yazdıkları kadar aşklarıyla da değerli biri Borges. Bu yüzden onu bir de bu gözle okuyor kitapta. Mutlu olamayacağını hisseden ve edebiyatla teselli bulan “usta”, Manguel’in deyişiyle bunu da yeterli görmüyor. Çünkü “edebiyat Borges’e kayıp ve başarısızlığının anılarını geri getiriyor.” Manguel, azimle âşık olan ve düzenli şekilde umutları tükenen Borges’i, onun kurmaca kadın ve erkeklerini hatırlayarak selamlıyor.
Yıkıntı ve rüyalar arasında gezinen Borges’in, kaderini metanetle kabullenen kahramanları Manguel’in satırlarında karşımıza çıkıyor; “usta”, bütün erkeklerin mutsuz olduğunu sürekli yüzümüze çarpıyor: “Mutsuz bir adamın mutluluğu hayal etmesi hiçbir şekilde olağanüstü değil; hepimiz her gün bunu yaparız. Dante de bunu bizim gibi yapıyor ama bir şey daima bu mutlu kurguların berisindeki dehşete göz atmamızı sağlıyor.”
İkisini buluşturan önemli bir nokta da Borges’in “metnin doğasını, başka şeylerin yanı sıra, atfetmekle başından sonuna tayin edenin okur olduğunu” söylemesi. İster yazar olsun ister sadece okur, bir metin her farklı okumayla başkalaşıyor. Manguel’in Borges’e saygısı belli ki burada biraz daha artıyor.
HAKİKATİN YAKICILIĞI
Köklerinin coğrafyasına epey sonra gelmiş olmasına rağmen Manguel oraların ne kadar verimli, hareketli, hüzünlü ve isyankâr olduğunu hiç unutmaz. Politik olayların edebi okumasını bu zenginliği göz önünde bulundurarak yapan Manguel’in gezintisi tarihi kahramanlarla sürer. Üniversite yıllarında ölüm haberini aldığı Che, kitaplardakine hem benzeyen hem de oradakilerden farklı bir kahraman olarak görünür gözüne: “Che bizim gördüğümüzü görmüş, bizim gibi hissetmişti, ‘insanlık durumu’nun temel adaletsizliklerine karşı öfke duymuştu ama bizden farklı olarak bu konuda bir şeyler yapmıştı. Yöntemlerinin şaibeli, siyasi felsefesinin yüzeysel, ahlaklılığının acımasız olması, nihai başarısının imkânsız görünmesi (belki hâlâ öyle görünüyor) ise onun, yerine tam olarak ne koyacağı konusunda asla pek emin olmasa da yanlış olduğunu düşündüğü şeye karşı savaşmayı kendine görev edinmesinin yanında daha önemsiz kalıyor.”
Manguel’in okumalarında Che, “epik edebiyatın ikonu”na yakın bir yerde durur; bir entelektüelden eylem adamına doğru yol alışından dolayı incelenmeye değerdir. Manguel onunla ilgili olarak “inatçı bir azimle romantik savaşçı-kahraman rolünü üstlendi ve benim kuşağımın, vicdanımızı yaratmak için gerek duyduğu figür oldu” der.
Okumanın tarihiyle yazmanınki bir arada yürürken Manguel, yoldaki izleri gözleyen bir avcı gibi ilerler; bir bakıma “hesabı düzgün tutan muhasebecilerin” yarattığı hikâyelerin peşine düşer. Okumanın okuması hikâyelerin varlığıyla biraz daha anlam kazanır; Manguel, her şeye erişebileceğimizi sandığımız parıltılı bir dünyada böylesine yalın ve küçük hikâyelerin kaçan ölçüyü bulmamızı sağlayabileceğini söyler. O hikâyeler, bir çeşit hakikat arayışının simgesi haline gelir, Manguel bu kez de Homeros’a selam gönderir. Yalnızca Homeros mu? Sokrates ve Don Quijote’ye de. Manguel’e göre her ikisi de “söylenmemesi gereken” ya da söylenmesi zor olan hakikati dillendirmişti. Onları okumak tarihi okumaya benziyor, unutturulmaya çalışılan adaleti ve üstü örtülen zorbalıkları tekrar hatırlamak anlamına geliyordu; Manguel’e göre bu, hafızayı tazelemekti.
Manguel’in okumaları bizi çoğu zaman unutmak istediğimiz ya da farkında olmadan atladığımız gerçeklerle de buluşturuyor. Onlardan biri edebiyatın algımıza etkisi: “Gayet iyi bildiğimiz gibi edebiyat çözüm önermez ama ortaya iyi açmazlar atar. Bir hikâye anlatırken ahlaki bir sorunun sonsuz kıvrımlarını ve içten sadeliğini sergileyebilir ve sonuçta bizi, dünyanın evrensel değil de kişisel bir kavrayışını algılayacağımız belli bir berraklığa sahip olduğumuza inandırabilir.” Sonuçta çılgınlığın göbeğinde yaşıyoruz; Manguel bunun, nefes alıp verdiğimiz son kaleleri istila etmemesi için edebiyata ve okumaya sığındığımızı söyler. Metaforlar, sözler ve alıntılar bazen boğazımızı sıksa da çoğu zaman kalenin muhafızlığını üstlenir. Okur, kendini el altından yürüyen sayfada var eder, onlar okurun zamanının işleyişinin göstergesi olur. O sayfalar yazarla okur arasındaki “oyun ve hile diyaloguna” da işaret eder. Manguel’in belirttiği inandırıcılık, “akıllıca yalan söyleyebilen” yazar sayesinde okuru etrafındaki çılgınlıktan belli ölçüde korur.
Manguel’in gezintisi eski zaman hikâyelerinden kutsal kitaplara, şiirlerden kült romanlara hatta erotik edebiyata ve pornografiye dek uzanıyor. Böylesine geniş bir hareket alanı, yazı masasının etrafına üşüşen konuların sürekli artmasını sağlıyor. Zamanın ve deneyimin imbiğinden geçen okumalar hep bir diğerini tetikliyor, en sonunda “binlerce yıl önce bir öğlen sonrasında başlanmış ve hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir başkasını devam ettirir” hale geliyor.
İSTİLACI KİTAP, MÜLTECİ OKUR
İyi okur, önünde sonunda biraz delidir. Çünkü görülmeyeni görmek ya da olup biteni ekine köküne ayırmak, ormanda çoğunlukla başvurulan bir yol değil. Manguel bunun ne anlama geldiğini en iyi bilenlerden. Okumanın okumasını yapması bile durumla ilgili ipucu veriyor.
İyi okurun kafası hareketli olur, aynı Manguel’deki gibi. Savrulan değil, nereye gideceğini, daha doğrusu gitmek istediği yeri bilerek yola koyulur. Çıkılan seyahat elbette Manguel’in “yuva” dediği kütüphaneyi genişletecek, okumalar marşandiz gibi birbirini izleyecek. Kitaplar istilacı, okur da mülteci haline gelecek: “Julio Cortázar’ın, bir erkek ve kız kardeşin, isim verilmemiş bir şey santim santim bütün evlerini işgal eder ve sonunda onları zorla sokağa atarken odadan odaya gitmek zorunda kalışlarını anlatan ‘House Taken Over’ (‘El Konmuş Ev’) diye bir hikâyesi vardır. Ben de kitaplarımın, o isimsiz istilacı gibi kademeli fethini tamamlayacağı günü önceden görüyorum. O zaman bahçeye sürüleceğim, ama kitapların huyunu suyunu bildiğim için görünürde emniyetli olan bu yerin bile kütüphanemin açgözlülüğünün tamamen berisinde kalmayabileceğinden endişe ediyorum.”
Gutenberg çağı sona erdi mi ermedi mi bilinmez ama Manguel gibileri için okuma coşkusu, genişleyen, “güvelenen”, yangın ve su baskını tehditleri arasında nefes alıp vermeye uğraşan kütüphane öyle kolay tarihe karışacak türden bir şey değil. Manguel’e göre dijital devrimin ürünü olan sanal kütüphaneler bile geleneksel kütüphanelerin, kitabın kokusu ve coşkusuyla açığa çıkan ganimet biriktirme dürtüsünün önüne hâlâ geçemedi. Dolayısıyla yan ürünleriyle (kütüphane ve basılı kitaplarla beraber) “okumanın sonu geliyor”, Manguel için “kerameti kendinden menkul bir varsayım”a dönüşür.
Manguel, Okumanın Okuması’nda bir dolu isimden ve kitaptan söz eder. Bütün bu okumaların ve devasa kütüphanenin varlığı onun “mutlu tecrübesinin” yansıması. Bu mutluluk en son noktada okumanın Manguel’deki derin anlamıyla bizi yüzleştirir: “Okuma, metne girme ve onu bireysel kapasitenin tamamıyla keşfetme, yeniden icat etme edimi içinde yeniden sahip olma yeteneğidir (…) Okuma, okurlarının kelimeler labirentine girmesini, kendi yollarını kesip açmasını ve sayfanın kenar boşluklarının ötesinde kendi haritalarını çizmesini talep eder.”
İşte bunlar hep Manguel. Elbette iyi okur olma isteğiyle yanıp tutuşanlara, iyi okur olmuş birinden, herkesin içeriğini zaman ve deneyimle genişletebileceği “birkaç” tüyo ya da yaşanmışlık aktarımı.
alibulunmaz@cumhuriyet.com.tr
Okumalar Okuması/ Alberto Manguel/ Çeviren: Sevin Okyay/ Yapı Kredi Yayınları/ 364 s.
Okumanın ve yazarın gücü
“İster sıçanlara, ister diktatörlere karşı olsun, yazarlar Tanrı’nın casusu rollerinde çılgın bir adalet biçimi getirebilirler. Horatius İÖ birinci yüzyılda ‘Agamemnon’un döneminden önce pek çok cesur adam yaşadı’ diye yazacaktı ‘ama hiçbirinin yası tutulmadı, hiçbiri tanınmaz, uzun geceyle örtülüler, çünkü şairleri yoktu.’ Horatius’un ima ettiği gibi biz daha talihliyiz. Bizi kurtaracak olan şiirler ve hikâyeler (ya da içlerinde bir tür kurtuluş bulacaklarımız) yazılmakta ya da yazılacak ya da yazılmış ve okurlarını bekliyor ve zamanla tekrar tekrar, şunu varsayarlar: İnsan zihni, en gaddar edimlere bir ad verebildiğine göre her zaman bu edimlerden daha bilgedir; iyi yazıda öyle bir şey vardır ki en nefret edilesi eylemlerimizi betimlerken bile onları nefret edilesi, dolayısıyla da üstesinden gelinebilir olarak gösterir; dilin zayıflığına ve tesadüfiliğine rağmen, esin sahibi bir yazar dile gelmez olanı anlatabilir ve düşünülmez olana biçim verir ki kötülük, esrarlı niteliğinin bir kısmını kaybetsin ve birkaç hatırlanmış kelimeye indirgenmiş olarak kalsın.”
(Okumalar Okuması, s. 299)