İstanbul'un Yeşili, Silueti, Depremi

cumhuriyet.com.tr

Acaba “kentsel dönüşüm”örneğinde yaşadığımız gibi, yine deprem tehlike ve risklerini gerekçe göstererek yönetimlerimiz İstanbul’da (ve başka kentlerimizde) “açık alan dönüşüm” girişimlerine de sahip çıkabilirler mi?

Yeşilköy’den havalandıktan sonra pilot, uçağı bir sağa bir sola yatırdı. Bu bize alıcı gözle İstanbul’a yukarıdan bakma fırsatı verdi (Eylül 2005). Yanımda oturan Polonyalı tarih profesörü ciddi bir tepkisini dile getirircesine başını sallayarak “Bu ne çirkinlik, ne iş bilmezliktir” gibi bir şeyler geveledi. Henüz tanışmamıştık bile. Ama benim de derin bir yarama tuz biber ekmiş oldu. Sohbet sonra gelişti. Ben şehircilik açısından, o bir tarihçi ve görgülü bir insan olarak İstanbul’un yerleşimini, yapılaşma biçimini, yeşil alan yoksunluğunu, doğal güzellik ve ekolojik değerlerini kaybedişini yol boyunca konuştuk. Onun anlattıklarından aklımda kalan bir konu, belki ima yoluyla gönderme yaptığı, “herhalde bugün Viyana da bu halde olurdu” düşüncesidir. Yol arkadaşım tarih profesörü, Viyana’yı savunan Polonya ordusunun St. Stephan gibi bir katedrali camiye dönüşmekten kurtarmakla kalmayıp şehir ve doğayı da Türklerden korumuş olduğu hipotezini dolaylı biçimde açığa vurdu. Benzer iddiaları Londra’da öğrencilik yaptığım yıllarda da (1966-7) duyduğumu, AA Mimarlık Okulu’nda tarih profesörü Ginsburg’un da Türkleri doğa ve uygarlık yağmacısı topluluklar olarak tanımladığını unutmam. Önyargılı değerlendirmeler ciddiye alınmamalı ama galiba bunlara fırsat ve ortam hazırlamakta geri kalmıyoruz.

Piyasa ilişkileri

Bugün pek çok Anadolu kenti eskisine göre çok daha yeşil ve bakımlı durumda. Bunun değerini kavrayan yerel topluluklar da genişlemekte. Gücünü dizginleyemediğimiz vahşet Türklerden değil, öncelikle piyasa ilişkilerinden kaynaklanıyor. Ülkenin her köşesinde doğayı örseleyen girişimlerle madenler ve su varlıkları üzerinde kazanç sağlama, yerleşim alanlarında ise kamu yararını örseleyen yoğunluk artışlarıyla rant edinme güdüleri sınır tanımaz kimlikler kazanmışlardır. Burada sınırlar belirleme yetkileri yönetimlerimizindir. Bu konuların giderek yerel ve merkezi yönetimlerce de önemsenmeye başlanması, umarız etkili bir doğrultuda gelişmelere yol açar.
On yıl önce İstanbul Deprem Master Planı (2003) çalışmaları kapsamında da bu dev yerleşim coğrafyasının açık alan yetersizlikleri ve fiziki düzeni, “keyfe keder” bir özellik olarak değil, “olmazsa olmaz” bir risk sektörünün planlanması gereği ele alınmıştı. İstanbul’un yapılaşmaya açılmış bölgelerinde açık alan yetersizliği bir gerçekliktir. Bu, yaşam kalitesinin iyileştirilmesi, estetik ve sağlık açılarından yalnızca bir eksiklik değil, deprem ve afetler güvenliği açısından da bir zorunluluktur. Genel şehircilik ölçütleri ile bu yetersizlik tanımlanabilir. Ancak İstanbul için daha yaşamsal değerde olan, deprem tehlikesi karşısında bu risk sektöründe nelerin yapılması gerektiğinin ortaya konulmasıdır.

‘Sakınım’ planı

Deprem tehlikesi kapsamında Yunanistan’da öngörülen ölçüt, yıkılma olasılığına sahip yapılardan en fazla 350 m. uzaklıkta ve barınma olanaklarından yoksun kalacak nüfusa yetecek yüzölçümüne sahip bir açık alanın ayrılmasıdır. Bu düzenleme, şehir planları üzerinde hesaplanarak her bölgede yeterli alanların kamu yararına ayrılması sağlanabilir. Ancak bu, yalnızca acil duruma ilişkin bir önlem, yani deprem sonrasında kolaylıklar hazırlama açısından tamamlayıcı bir işlem olur. İstanbul Deprem Master Planı çalışmaları ise uluslararası afetler politikasındaki devrim niteliğindeki yeni gelişmelere

(1990-) uyumla, deprem öncesinde “risk azaltma” çabalarını ön plana almıştır. Bu bir “sakınım” planıdır. Bu planda hem olası kayıpların azaltılması hem de acil durum gereksinmeleri birlikte irdelenmiştir.

Sakınım planı, öncelikle yüksek riskli ve özel tehlikeler gösteren yapılaşmış alanların tanımlanmasını gerektirir. Tepelere, dik yamaçlara ve bir o kadar da derin vadilere sahip İstanbul’da buna çok sayıda örnek gösterilebilmektedir. Yapılaşmasına izin verilmemiş olması gereken alanlar heyelan, sıvılaşma, yerel faylar, su baskını gören ve baraj altında kalan havzalar, dolgu alanları, tsunami dalgalarına hedef olacak kıyılardır. İstanbul’da bu tür alanların çokluğu yanında, bu alanlarda en olmaması gereken kullanımlara yer verildiği de görülür. Çoğunluğu konut olmakla birlikte, kamu yapıları, hiç yer almaması gereken okullar, tehlikeli kullanımlar, özel koruma gerektiren tarihi eserler ve önemli altyapı birimleri bu nitelikteki alanlarda bulunmaktadır.

Açık alanlar sistemi

İstanbul Deprem Master Planı, önceliklerine göre bu alanların boşaltılması, taşınması, seyrekleştirilmesi, kullanım değişikliğine gidilmesi gibi önlemler yanında, yerleşim alanının bütününde bir açık alanlar sisteminin kurulmasını gözetmiştir. Boşaltılması gereken bu alanların, mekânda sürekliliği olan ve yer yer genişleyen bir yeşil alanlar zinciri oluşturması, yaya ve bisiklet yolları sistemi ile birlikte düşünülmesi, bu yolla birden fazla amaca hizmet edilebilmesi öngörülmüştür.
İstanbul Deprem Master Planı kapsamında dile getirilmekle birlikte o dönemde göz ardı edilmiş olan bir başka öneri de risk azaltma amacıyla tekil yapıların güçlendirilmesi ile yetinmek yerine, asıl stratejinin kentsel alanlarda toplu yenilemeler (kentsel dönüşüm) olacağı, bunun daha güçlü bir ekonomik altyapısının bulunduğu tartışması olmuştur. Bu yaklaşım, o dönemde Zeytinburnu ilçesinde örneklenerek olabilirliği kanıtlanmıştı. On yıl sonra (yanlışlarla da olsa) bu yönde
“dönüşüm” uygulamalarına geçildiği görülmektedir. Acaba “kentsel dönüşüm” örneğinde yaşadığımız gibi, yine deprem tehlike ve risklerini gerekçe göstererek yönetimlerimiz İstanbul’da (ve başka kentlerimizde) “açık alan dönüşüm” girişimlerine de sahip çıkabilirler mi? Yönetimlerimiz, kentsel açık alan sistemleri oluşturmak üzere, “kentsel dönüşüm” süreçlerinde sağlanan rantı bir ölçüde olsun meşrulaştırmak ve yoğunluk artışlarını bir ölçüde dengelemek üzere, kendilerini açık alan sistemleri oluşturmaya adayabilirler mi?

Prof. Dr. Murat BALAMİR ODTÜ