İstanbul’un uğultulu ağrısı… M. Sadık Aslankara’nın yazısı
Koronavirüsün yol açtığı şu ıssızlıkta kentle yüzleşebilir, erguvanlar sönerken belki İstanbul’u yeniden kurmaya yatkın bir ruhla, bu kez ekini, şiiri, müziği, öyküsü, resmi, yontusu, romanı, oyunu dansı hakkıyla onu tanıma fırsatı yakalarız diyeyim hadi.
M. Sadık Aslankara / Cumhuriyet Kitap EkiMario
Levi, önemli bir İstanbul yazarı. Korona virüsünden önce yaptı yapacağını,
sıcağı sıcağına iki İstanbul romanı bıraktı önümüze: “Alın size İstanbul, kıymetini
bilin kentin!”
Yaman
adam Mario. “Gördüklerimiz Göremediklerimiz” başlığı altında “yedi kitaplık
yeni İstanbul yolculuğu” sunuyor okura. İlk iki kitap Covid-19’dan önce
sergenlere yerleşip gülümsedi yüzümüze, ama ayırdına varamadık o sıra. Ya
şimdi? “Beyaz bayrak” sallanan yedi tepeli salgın günlerinde ayırdına
varabildik mi acaba orada öylece bekleyen bu romanlarını Mario’nun?
Everest
yayını dizinin ilk iki romanı şunlar: Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy (Şubat 2019), Bu
Salı ve Her Salı Şişli (Ocak 2020). Öteki romanlarında bakalım hangi günler
hangi semtlerde gezineceğiz, bu arada kimlerle tanışacağız, kendi payıma ben de
merakla bekleyeceğim.
Bu
yapıtları Mario’nun, İstanbul üzerine ilk romanları olmadığı gibi, bundan sonra
da kim bilir daha ne yolculuklara çıkaracak bizleri kentte?
Peki
hangi kuşaktan Mario? 1990’lar evresinde yükseldiğine göre “90’lar Kuşağı”
yazarı mı sayacağız onu? “Kuşak” kavrayışı, bizde çok farklı yaklaşımlar
eşliğinde alınabiliyor ya, yine de hayır. Gelin onu Abdülhak Şinasi Hisar’ların
yayına koyalım şimdilik, en azından İstanbul paydaşlığı bağlamında.
MARIO LEVI VE İSTANBUL
Mario
Levi, andığım iki yapıtına, romanı ortaya alıp girişle çıkışa, bunu deşip
köpürten birer bölüm eklemiş, olaylar, kişiler üzerine anlatıya çekmek amacıyla
okuru kışkırtmaya yönelmiş. Öteki romanlarında da böyle olacak belli.
Kaleme
alan kim, yazar mı, anlatıcısı mı? Mario’yla, yazar olarak yarattığı anlatıcı
karakterin her iki romanda da kol kolalık sergilediği görülüyor. Gözünüzü kısıp
bakıyorsunuz karşınızdaki yazarın kendisi, dönüp bir kez daha bakıyorsunuz hayır,
anlatıcısı. Nitekim karakterler, hikâyeleriyle romanda yer alırken, bölümler
arasındaki geçişlerde önceki bölümün tartışılması da sanki yazarla anlatıcının
birbiriyle paslaşarak bunu sürdürdüğü izlenimi bırakıyor.
Bu
arada çok farklı bir iş daha yapıyor Mario. Okuru gerek imgeleme gerekse
kurmaca yönünde anlatısına ortak edip sürüklüyor diyeyim kestirmeden. Bölümler
arası geçişlerde onları antikçağ metinlerindeki gibi konuşma örgüsüyle tartıştırıp
okur ufkunu genişletmesi olağan karşılanabilir elbet, ne ki tutumunu her iki
romanda anlatı boyunca da sürdürüyor yazar. Buna karşın yapıtın yine de roman türüne
özgü dil-mantık yapısıyla örüntülendiği söylenebilir. Ama sözünü ettiğim giriş-çıkış
metinlerinin kurmaca cilasıyla zırhlansa bile yumuşak deneme diline yaslandığı
görülmüyor değil yine de. Varsayın bir “yazarlık atölyesi” bu.
Bunların
yanında altını çizmem gereken bir yan daha var: Mario, anlatıcısı aracılığıyla
bölüm geçişlerinde tartışmayı sürdürürken kendisinin çektiği siyah beyaz
karelerle örtük bir belgesel havası da sindiriyor romana. Bu yaklaşımı yazarın,
bir röportaj yanılsaması yayıyor aynı zamanda.
“CUMA”DAN “SALI”YA KADIKÖY VE ŞİŞLİ...
Mario
Levi, Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy romanında, kişilerini tramvay eşliğinde
yolculuğa çıkarırken, Bu Salı ve Her Salı Şişli’deyse bir servis aracının
gezintisiyle giriyor anlatısına. Böylece okur, canlı, yaşamakta olan bir evren
üzerine kurulmuş roman çatkısına buyur edilip yapıtla aralarında anlatı ortaklığı
duygusunun temeli atılıyor. Bu, okurda, bildiği evren dokusuna dayalı bir
artalana geçtiği izlenimi oluştururken, onu bu yönde isteklendiriyor da.
Yazar,
bir kamera-göz olarak kendisi yerine anlatıcısını bırakıyor, kamera kendi
kendine çalışıyor sanki, okurla doğrudan sıcak bir ilişkinin de önünü açıyor bu
yaklaşımı. Romanların “açık biçim”i bunu destekliyor zaten.
Ancak
hünerli bir yerleştirme olmadığı düşünülmemeli. Özellikle ayrıntıların dolgu ya
da yığma olmaktan uzak incelikli bir biçemle yerli yerine oturtulduğu açık.
Gerçekten bütün ayrıntılar mutlaka işlevsel payda eşlemesiyle bütünleniyor. Zaten
el alıp el vermeyle birbirine ulanan hikâyeler bütünü bağlamında yapılandırılıyor
roman. Anlatıcı, okuru bu yönde kışkırtıyor hep: “ben bu hikâyede en çok
kurulan ve kurulmaya ihtiyaç duyulan hayalleri sevdim.” Neden? “Her istediğini
kahramanlarına yaptıramıyorsun.” “Çünkü esasında herkesin bir hikâyesi var.” (Kadıköy,
43, 65, 84) Bu, bir yandan yaşanmışlık heyecanı yayarken havalandırıcı uçarılık
da kazandırıyor romana.
Görüngüler üzerinde kayıp akarken aslında
artalanda ortaya çıkan karmaşık çatışkılar ağıyla gelişen bir roman dizisi
bağlamında özetlenebilir Mario Levi’nin “Gördüklerimiz Göremediklerimiz”
dizisi. Öyle ya, “hikâye asıl gerçeğini
yalanlarla örmüştü(r)”, “bazı hayatların, çok yakınımızdakilerin bile, zaman
zaman sandıklarımızdan çok farklı bir şekilde aktığını” görmemiz gerekir. “Bir
uydurmalar ya da yalanlar silsilesi(dir)” bu. Anlatıcı da zaten “bunları
on[ların] yerine anlatıyor(dur).” (Şişli, 31, 37, 45, 55)
Kaldı
ki yazar, “kendi hikâyesini bulmayı tercih edecek” (Kadıköy, 230) okurla
ilgilenir. Sonuçta hikâyeler, anlatıcı “gittikten sonra da devam edecek(tir)” (Şişli,
247) Mario, Şişli için kaleme aldığı girişte, “yaşadığım şehri daha da derinden
hissetmem için deşmem gerekiyordu,” (13) diyor ya, kenti deşme sırası korona
günlerinde size kalıyor demektir.
Beyaz
bayraklı yedi tepeli kentle bakıştığımız şu günlerde ev içinde okunabilecek iki
İstanbul romanı işte size.
ÖYKÜDENLİK…
BERNA DURMAZ: “METAL HAYATLAR”…
Bu
yılın Sait Faik Hikâye Armağanına 123 öykü kitabı katılmış. Bunlar bir yılda
yayımlanan ödüle aday yapıt sayısı. Kim bilir daha kaç kitap var geride. İlk
öykü kitapları da ciddi sayılara ulaşıyor bu arada. Neredeyse gün başına birer
öykü kitabı.
Berna
Durmaz, bütün öykülerini okuyup üzerine yazdığım yazarlardan. Ama Metal
Hayatlar (İletişim, 2018) öylece kalmış kıyıda. Aldım kitabı, ne diyor Berna,
aa, baktım, Mario’nun romanları için söylediğim gibi bu öyküleri okumanın da
sırası. Neden derseniz, insana “Şehir
tutması”, “Şehir bunalması” yaşatan kenti öykülüyor yazar. “Konuşmadan yaşamaya
başladık şehirlerde” diyor bu arada. (43, 41) Zaten bunlar, içlerinden
çıkılmaya çalışılan “zahiri” (38) kentler bir bakıma. “Taze Talaş Kokusu”nda
çok daha derinden yakalıyoruz bu duyguyu.
“Kapan”da şöyle haykırıyor öykü kişisi:
“Delin, deşin, parçalayın yerin yüzünü. Derinine temel atıp, bıçak gibi
saplayın toprağın karnına binalarınızı.” (21) Kitabın adı bile, korona
virüsünün insanı çarptığı günlerde yazarın “metal hayatlar” nedeniyle bizlere
yönelik uyarısı biçiminde alınabilir pekâlâ.
Berna,
önceki evresinden bir ölçüde kopup bu kitaptaki öykülemesinde görece farklı bir
arayışa girdiğini gösteriyor kanımca. Doğanın doğurgan niteliğine dönük ritüel,
bu kez bireyin acziyle doğanın hüznü sarmalına yöneliyor. Anlamlandırma öne
çekilirken öykülemede ön yüzle artalan arasında daha saydam köprü kurulmaya
çalışılıyor.
Okurken
siz de sorgulayacaksınız kentinizi, tam da sırası.
www.sadikaslankara.com ,
her perşembe öykü-roman, tiyatro, belgesel alanlarında güncellenerek sürüyor.