İrfan Yalçın: ‘Tanrı romancı anlayışıyla yazmadım!’ (04.05.2020)
Yapıtları h2o Kitap tarafından yeni baskılarıyla yayımlanan usta edebiyatçı İrfan Yalçın’la, toplumsal gerçekçi düşünce ve yazın tavrı; yazınsal dil; romanda öz ve biçim sorunu; romanlarının iç ve dış yapısını kurduğu nesnel temel anlayışı; anlatım tekniğinin dayandığı davranış psikolojisini konuştuk. Hepsi elbette bu kadar değil...
Cumhuriyet Kitap EkiYAZINSAL
DİL!
-
Yazınsal dilde öncelikle kendinizden beklentiniz nedir? Yazınsal amacınızı
nasıl tanımlarsınız?
Doğal dil
konuştuğumuz gündelik dildir; alışkanlıklarla, kalıp deyimlerle oluşur. Yazın
sanatının dili, yani yazınsal dil, bu doğal dilin içinde oluşur. Düşünceyi,
duyguyu yani iletiyi en yalın en doğru, en güzel biçimde aktarır. Her nitelikli
roman, yazınsal bir dile sahiptir. Öyle olmasaydı bütün mahkeme tutanakları
roman sayılabilirdi. Akşit Göktürk’ün dediği gibi, yazınsal dil, sanat iletisi
yerleşik yani doğal dilde gerçekleştirilemeyeceği için vardır.
-
Yapıtlarınızda mimariyi kuruşunuzu ayrıca şiirin yazınınıza etki ve katkısını,
kurduğunuz dil mimarisindeki yerini, bana önceki söyleşimizde söylediğiniz
‘şiirin billurlaştırıcılığına olan inancınızı” açar mısınız?
Romanda öz ve biçim sorunu bu. Yenilikçi yazarlara göre; özellikle de 1920 Moskova Biçimcileri’ne göre, biçim özü belirliyor. Benim yazın anlayışıma çok ters bu. Bence sanat bir olabilirlikler alanı. Bir dünya görüşünüz yoksa yani belirli bir perspektife göre kısaca insanı tarihsel - toplumsal bir varlık olarak değil de, tanrısız varoluşçu Heidegger’ in dediği gibi, madde içine fırlatılmış bir varlık olarak görüyorsanız bu olabilirliklerden yalnız kendi özel iletilerinizi seçersiniz. İşte Kafka, Musil, Faulkner, Beckett, Joyce…
‘MARKSİSTİM;
ÖZ’ÜN BİÇEMİ BELİRLEDİĞİNE İNANIRIM’
Kafka’ya göre
oldum olası ters dönmüş yatan, kalkamayan bir böcektir insan. Samuel Beckett’e
göre insan pis bir bataklıkta oluşan bir süre sonra sönen hava kabarcıklarıdır.
James Joyce bilinç akımına göre anlatır insanlarını, yani aklına gelen her şeyi
yazar. Düşler, imgeler, iletiler.
Ben Marksist
bir yazarım. Öz’ün biçimi belirlediğine inanıyorum. Bana göre roman hastalanmış
bir toplumda, yaşamı bozulmuş bir bireyi anlatırken, bütün toplumu yansıtır.
Romanlarımın iç ve dış yapısını bu nesnel temel anlayışa göre kurduğuma
inanıyorum. Şiirselliğe gelince, bazı nitelikli duygular düz yazıyla
anlatılamıyor. O zaman şiirsel söyleyiş giriyor araya. Gerçek de bu değil mi?
Şiir, düz yazıyla anlatılamayanı dile getirmek değil mi? Tabii şu var, romanın
içeriğine uygun olmalı şiirsel söyleyiş. Günümüzde, şiirsel romanın en seçkin
temsilcisi, Sevmek ve Moderato Cantabile gibi romanları olan Fransız kadın
yazar Marguerite Duras’dır.
‘KÖY
ROMANI ARTIK YAZILMIYOR’
- Yerel
dilin ifadedeki yeri, gücü; o mührün, o etkileşimin edebiyatı kalıt ve
katkıları konusundaki vargılarınız nelerdir?
Sanırım yerel
dil sözüyle şiveyi kastediyorsunuz. Az ya da çok feodal ögeler içeren
toplumların yazarları kırsal kesimin insanlarını romanlarında ya da öykülerinde
anlatırken şiveyi kullanırlar. Bu okuyucuda inandırıcılık duygusu yaratmak için
zorunludur.
Gerçekte şiveyi
kabul etmiyorum ama 1980’de yayımlanan Ölümün Ağzı adlı romanımda köylü maden
işçilerini anlatırken şiveyi zorunlu olarak çok kullandım. Çünkü çoğu ilkokulu
bile bitirmemiş bu işçileri ve onların yakınlarını bir kentli gibi konuştursam
gülünç olurdu. İnandırıcılık yaratamazdım.
Klasikleşmiş
bazı romanlarda da örneğin, Amerikan edebiyatının en büyük romanı saydığım John
Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nin pek çok yerinde şiveyi kullandığını görüyoruz.
Yine 19. yüzyıl romanlarından biri olan Emile Zola’nın, Germinal romanında da
şive var.
1950-60
yıllarında yazılan köy romanları baştan aşağı şivedir. Günümüzde köy nüfusunun
kentlere akın etmiş olmasının bir sonucu olarak köy romanı artık
yazılmamaktadır.
‘ANLATIM
TEKNİĞİM DAVRANIŞ PSİKOLOJİSİNE DAYANIR’
- Yazında
geçmiş ifade biçimleri; varılmış dil hakkında size neler düşündürür?
Türk edebiyatına
gelecek olan anlatım biçimlerini bilemem tabi. Geçmişe gelince, 1950 öncesi
sıradan bir anlatıydı roman ve öykü. 1950’li yıllardan sonra, nitelikli bir dil
ve biçime tanık oluyoruz yazınsal yapıtlarda.
-
Uluslararası yazında karşılıklı etkileşimler hangi anlatı biçimlerinin
içselleşmesine kapı açmıştır denilebilir? Size hangileri yakın duruyor bu
noktada?
Lucas’ın çağdaş
öznellik dediği akımlar Türk edebiyatında bazı yazarları etkilemiştir. Özellikle
bilinç akımı, bunun dışında Kafka’ya özenti; kapalılık, birçok sözle hiçbir şey
söylemeyen yapıtlar türetmiştir. Öznel bir yaşantıyı gerçekliğin kendisi gibi
gören Virgina Wolf gibi yazmak moda olmuştur. Sovyet Rusya’daki gibi sosyalist
realizme öykünen yazarlar da vardır tabii bu arada.
Bana gelince,
benim romanlarımdaki anlatım tekniği davranış psikolojisine dayanır.
Romanlarımın hiçbirinde olayları, durumları, psikolojik süreçleri, içsellikleri
kişilerin içine, bilincine girip her şeyi ama her şeyi bilen bir Tanrı romancı
anlayışıyla yazmadım. Böyle bir anlatım tekniğini nesnelliğe, gerçekliğe ters
buldum; masalsı geldi bana.
Bu kısaca
özetlediğim davranış tekniği ile yazan birçok yazar görüyoruz 20. yüzyıl
ortalarındaki Amerikan edebiyatında; John Steinbeck, Ernest Hemingway, Erskine
Caldwell, Horace Mccoy, Dashielle Hammet...
‘ACI
VE MUTLULUK DİYALEKTİK BİR BÜTÜNLÜK’
-
Yazınsal dilin sizi sevk ettiği düşünce ve yazın tavrını; toplumsal gerçeğe ve
toplumu sakatlayanlara işaret ederken, yalın gerçeklikle yakın temasınızı, o iç
içeliği; kaybı ve zaferiyle insan iradesinin, o hayatı tanımlayan mücadele
olgusunun sizi nasıl harekete geçirdiğini anlatır mısınız?
Yazınsal dil
olmadan roman yazılamaz. Benim sözünü ettiğiniz düşünce ve yazın tavrım, toplumsal
gerçeğe eğilişim, yazınsal dilden değil dünya görüşümden kaynaklanır.
-
Tragedya ve ironi... Yapıtlarınızdaki kardeşliğe nasıl işaret eder? Ölüm,
savaş, sürgün, içten dışa hızlanan yalnızlık, çaresizlik, direnç başta pek çok
acı gerçekliğe işaret eden bir yazar olarak umudu yitirtmeyen o düşselliğe
yakınlığınız nedir? Yapıtlarınızın olasılıklar ve gelecek imgeleriyle hemhali
ve/veya mesafesine ilişkin neler söylersiniz?
Sanatın konusu
insan yaşamıdır. Yaşam acı ve mutluluğun oluşturduğu diyalektik bir bütündür ve
bir bilgidir. İsmail Tunalı’nın dediği gibi “İnsanlaştırılmış doğanın bilgisine
yönelir. Sanatçı yöneldiği nesneyi düş gücüyle değiştirir ve öyle ortaya
koyar.”
‘1970’LER
KİTABIN EN ÇOK SATILDIĞI YILLARDI’
-
Yapıtlarınız tiyatroya ve sinemaya uyarlandı. Bu konuda ne hissettiniz?
Yapıtlarımın
tiyatroya ya da sinemaya uyarlanmasını o kadar önemli bulmuyorum. Hiç
ummadığınız değişik şeyler çıkabiliyor karşınıza. Düş kırıklığına uğruyorsunuz.
Bir anı olarak kalıyor sizde.
-
Dergiler ve edebiyat yoldaşlığına yorumunuz?
Eskiden iyi bir
dergi okuyucusuydum ya da öyle sanıyorum. Bugünlerde edebiyat dergileriyle aram
iyi değil.
-
1970’lerde İstanbul’da Ocak Kitabevi’ni işlettiniz ve Z Yayınları’nı kurdunuz.
Nasıl bir yayıncılık anlayışıyla hareket ettiniz ve o dönemin okuruna ilişkin
izlenimleriniz nedir?
Çok kısa süren
bir yayımcılık oldu bu. Beş kitap yayımlayabildim. 1970’li yıllarda Türkiye’de
oldukça güçlü bir sınıf savaşımı, toplumun yeni bir tarih oluştururcasına
kıvranışı vardı. Kitabın en çok satıldığı yıllardı o yıllar. 24 Ocak kararıyla
bütün kitap satışları durdu ve ben de Z Yayınları’nı sürdüremedim.
‘ZONGULDAK,
BENİ YALNIZ BIRAKMAYAN ÇOCUKLUĞUM’
- Memleketiniz
Zonguldak, anılar, yarattığı/yaratacağı duygular ve esinle, değişeni değişmeyeniyle
size daha neler yazdırabilir/yazdırabilirdi? Bu kent kavrayışınızda nasıl bir
dip kök?
Zonguldak,
doğayı insanları ilk gördüğüm yer. Zonguldak’la olan nesnel ve duygusal
ilişkimi İçimdeki Zonguldak adlı kitabımda bütün ayrıntılarıyla anlatmaya
çalıştım. Ayrıca Ölümün Ağzı adlı romanımda 1940’lı yıllarda Zonguldak maden
işçilerine uygulanan “mükellefiyet”i ama en doğrusu insanın acı karşısındaki
sonsuzluğunu anlatmaya çalıştım. O öyle bir Zonguldak ki, Cumhuriyetimizin ilk
büyük sanayi kenti. Soylu bir yarış atı iken sütçü beygirine dönüştürülen
güzellik. Nereye gitsem arkamdan gelen, beni yalnız bırakmayan çocukluğum.
‘ÖLÜMÜ YAZMAK İSTİYORUM AMA...’
- Kendi
adınıza sadece bunu yazdığım ve/veya çevirdiğim değil okuduğum da iyi oldu
dediğiniz, size size en yakınlaştıran yapıtınız/yapıtlarınız hangileridir?
Romanlarımın
hiçbirini ayırt etmiyorum. Bazı bazı şöyle düşündüğüm olmuyor değil; Genelevde
Yas’la Fareyi Öldürmek romanlarımı yeniden yazmak geliyor içimden. Daha güzel
bir dille yazacağıma inanıyorum onları.
-
Bundan sonra neden roman yazmayacaksınız?
Nedense
fantastik ya da metafizik diyebileceğim bir roman yazmak istiyorum: ÖLÜM. Bence
ölüm, yaşamda en çok sevdiğimiz varlık olan kendimizle sonsuza dek bir daha
görüşmemek üzere, vedalaşmaya bile vakit bulamadan ayrılmamızdır. Ama artık
yazamam, roman yazabileceğime inanmıyorum.
İRFAN
YALÇIN YAPITLARI
Aşağıdakiler
/ İrfan Yalçın / h2o Kitap / 140 s.
Annem, Babam
ve Ben / İrfan Yalçın / h2o Kitap / 96 s.
Fareyi
Öldürmek / İrfan Yalçın / h2o Kitap / 144 s.
Genelevde
Yas / İrfan Yalçın / h2o Kitap / 192 s.
Pansiyon
Huzur / İrfan Yalçın / h2o Kitap / 272 s.
Uzun Bir
Yalnızlığın Tarihçesi / İrfan Yalçın / h2o Kitap / 144 s.
Son Bahçeler
/ İrfan Yalçın / Cumhuriyet Kitapları / 128 s.
İlkyaz
Ölümleri / İrfan Yalçın / Cumhuriyet Kitapları / 108 s.
Yorgun Sevda
/ İrfan Yalçın / Can Yayınları / 104 s.
Cellat
Ağlıyor / İrfan Yalçın / Can Yayınları / 96 s.
Büyük Soytarı / İrfan Yalçın / Yalçın Yayınları / 135 s.
Ölümün Ağzı
/ İrfan Yalçın / Kaynak Yayınları / 160 s.
Aşkın Yedi
Rengi / İrfan Yalçın / Kaynak Yayınları / 144 s.
Engerek / İrfan Yalçın / Kaynak Yayınları / 160 s.
İçimdeki
Zonguldak / İrfan Yalçın / Heyemola Yayınları / 184 s.
Sisler İçinden / İrfan Yalçın / Berfin Yayınları / 55 s.
ÇEVİRİLERİ: Şafak Kızı (1974),
Gemide İsyan (J. London’dan, 1979), Darağacında Röportaj (J. Fuçik’ten, 1974),
Cezayirli Devrimci - Tepedekiler (E. Roblés’ten, 1981), Olağanüstü Bir Olay (N.
Pritulina’dan, 1981), Piaf: Bir Sevda Türküsü (D. Grimault - P. Mahé’den,
1984), Son Osmanlı Hahambaşısının Mektupları (E. Benbassa’dan, 1998).
TİYATRO OYUNLARI: Plastik Hayatlar (1981-82), Zor Günler (1987), Aşağıdakiler (1991).