İrfan Yalçın: ‘Köy romanı artık yazılmıyor!’

Yapıtları h2o Kitap tarafından yeni baskılarıyla yayımlanan usta edebiyatçı İrfan Yalçın’la, toplumsal gerçekçi düşünce ve yazın tavrı; yazınsal dil; romanda öz ve biçim sorunu; romanlarının iç ve dış yapısını kurduğu nesnel temel anlayışı; anlatım tekniğinin dayandığı davranış psikolojisini konuştuk. Hepsi elbette bu kadar değil...

Gamze Akdemir / Cumhuriyet Kitap Eki

Fotoğraf: KURTULUŞ ARI

YAZINSAL DİL!

- Yazınsal dilde öncelikle kendinizden beklentiniz nedir? Yazınsal amacınızı nasıl tanımlarsınız?

Doğal dil konuştuğumuz gündelik dildir; alışkanlıklarla, kalıp deyimlerle oluşur. Yazın sanatının dili, yani yazınsal dil, bu doğal dilin içinde oluşur. Düşünceyi, duyguyu yani iletiyi en yalın en doğru, en güzel biçimde aktarır. Her nitelikli roman, yazınsal bir dile sahiptir. Öyle olmasaydı bütün mahkeme tutanakları roman sayılabilirdi. Akşit Göktürk’ün dediği gibi, yazınsal dil, sanat iletisi yerleşik yani doğal dilde gerçekleştirilemeyeceği için vardır.

- Yapıtlarınızda mimariyi kuruşunuzu ayrıca şiirin yazınınıza etki ve katkısını, kurduğunuz dil mimarisindeki yerini, bana önceki söyleşimizde söylediğiniz ‘şiirin billurlaştırıcılığına olan inancınızı” açar mısınız?

Romanda öz ve biçim sorunu bu. Yenilikçi yazarlara göre; özellikle de 1920 Moskova Biçimcileri’ne göre, biçim özü belirliyor. Benim yazın anlayışıma çok ters bu. Bence sanat bir olabilirlikler alanı. Bir dünya görüşünüz yoksa yani belirli bir perspektife göre kısaca insanı tarihsel - toplumsal bir varlık olarak değil de, tanrısız varoluşçu Heidegger’ in dediği gibi, madde içine fırlatılmış bir varlık olarak görüyorsanız bu olabilirliklerden yalnız kendi özel iletilerinizi seçersiniz. İşte Kafka, Musil, Faulkner, Beckett, Joyce…

‘MARKSİSTİM; ÖZ’ÜN BİÇEMİ BELİRLEDİĞİNE İNANIRIM’

Kafka’ya göre oldum olası ters dönmüş yatan, kalkamayan bir böcektir insan. Samuel Beckett’e göre insan pis bir bataklıkta oluşan bir süre sonra sönen hava kabarcıklarıdır. James Joyce bilinç akımına göre anlatır insanlarını, yani aklına gelen her şeyi yazar. Düşler, imgeler, iletiler.

Ben Marksist bir yazarım. Öz’ün biçimi belirlediğine inanıyorum. Bana göre roman hastalanmış bir toplumda, yaşamı bozulmuş bir bireyi anlatırken, bütün toplumu yansıtır. Romanlarımın iç ve dış yapısını bu nesnel temel anlayışa göre kurduğuma inanıyorum. Şiirselliğe gelince, bazı nitelikli duygular düz yazıyla anlatılamıyor. O zaman şiirsel söyleyiş giriyor araya. Gerçek de bu değil mi? Şiir, düz yazıyla anlatılamayanı dile getirmek değil mi? Tabii şu var, romanın içeriğine uygun olmalı şiirsel söyleyiş. Günümüzde, şiirsel romanın en seçkin temsilcisi, Sevmek ve Moderato Cantabile gibi romanları olan Fransız kadın yazar Marguerite Duras’dır.

- Yerel dilin ifadedeki yeri, gücü; o mührün, o etkileşimin edebiyatı kalıt ve katkıları konusundaki vargılarınız nelerdir?

Sanırım yerel dil sözüyle şiveyi kastediyorsunuz. Az ya da çok feodal ögeler içeren toplumların yazarları kırsal kesimin insanlarını romanlarında ya da öykülerinde anlatırken şiveyi kullanırlar. Bu okuyucuda inandırıcılık duygusu yaratmak için zorunludur.

Gerçekte şiveyi kabul etmiyorum ama 1980’de yayımlanan Ölümün Ağzı adlı romanımda köylü maden işçilerini anlatırken şiveyi zorunlu olarak çok kullandım. Çünkü çoğu ilkokulu bile bitirmemiş bu işçileri ve onların yakınlarını bir kentli gibi konuştursam gülünç olurdu. İnandırıcılık yaratamazdım.

Klasikleşmiş bazı romanlarda da örneğin, Amerikan edebiyatının en büyük romanı saydığım John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nin pek çok yerinde şiveyi kullandığını görüyoruz. Yine 19. yüzyıl romanlarından biri olan Emile Zola’nın, Germinal romanında da şive var.

1950-60 yıllarında yazılan köy romanları baştan aşağı şivedir. Günümüzde köy nüfusunun kentlere akın etmiş olmasının bir sonucu olarak köy romanı artık yazılmamaktadır.

‘ANLATIM TEKNİĞİM DAVRANIŞ PSİKOLOJİSİNE DAYANIR’

- Yazında geçmiş ifade biçimleri; varılmış dil hakkında size neler düşündürür?

Türk edebiyatına gelecek olan anlatım biçimlerini bilemem tabi. Geçmişe gelince, 1950 öncesi sıradan bir anlatıydı roman ve öykü. 1950’li yıllardan sonra, nitelikli bir dil ve biçime tanık oluyoruz yazınsal yapıtlarda.

- Uluslararası yazında karşılıklı etkileşimler hangi anlatı biçimlerinin içselleşmesine kapı açmıştır denilebilir? Size hangileri yakın duruyor bu noktada?

Lucas’ın çağdaş öznellik dediği akımlar Türk edebiyatında bazı yazarları etkilemiştir. Özellikle bilinç akımı, bunun dışında Kafka’ya özenti; kapalılık, birçok sözle hiçbir şey söylemeyen yapıtlar türetmiştir. Öznel bir yaşantıyı gerçekliğin kendisi gibi gören Virgina Wolf gibi yazmak moda olmuştur. Sovyet Rusya’daki gibi sosyalist realizme öykünen yazarlar da vardır tabii bu arada.

Bana gelince, benim romanlarımdaki anlatım tekniği davranış psikolojisine dayanır. Romanlarımın hiçbirinde olayları, durumları, psikolojik süreçleri, içsellikleri kişilerin içine, bilincine girip her şeyi ama her şeyi bilen bir Tanrı romancı anlayışıyla yazmadım. Böyle bir anlatım tekniğini nesnelliğe, gerçekliğe ters buldum; masalsı geldi bana.

Bu kısaca özetlediğim davranış tekniği ile yazan birçok yazar görüyoruz 20. yüzyıl ortalarındaki Amerikan edebiyatında; John Steinbeck, Ernest Hemingway, Erskine Caldwell, Horace Mccoy, Dashielle Hammet...

‘ACI VE MUTLULUK DİYALEKTİK BİR BÜTÜNLÜK’

- Yazınsal dilin sizi sevk ettiği düşünce ve yazın tavrını; toplumsal gerçeğe ve toplumu sakatlayanlara işaret ederken, yalın gerçeklikle yakın temasınızı, o iç içeliği; kaybı ve zaferiyle insan iradesinin, o hayatı tanımlayan mücadele olgusunun sizi nasıl harekete geçirdiğini anlatır mısınız?

Yazınsal dil olmadan roman yazılamaz. Benim sözünü ettiğiniz düşünce ve yazın tavrım, toplumsal gerçeğe eğilişim, yazınsal dilden değil dünya görüşümden kaynaklanır.

- Tragedya ve ironi... Yapıtlarınızdaki kardeşliğe nasıl işaret eder? Ölüm, savaş, sürgün, içten dışa hızlanan yalnızlık, çaresizlik, direnç başta pek çok acı gerçekliğe işaret eden bir yazar olarak umudu yitirtmeyen o düşselliğe yakınlığınız nedir? Yapıtlarınızın olasılıklar ve gelecek imgeleriyle hemhali ve/veya mesafesine ilişkin neler söylersiniz?

Sanatın konusu insan yaşamıdır. Yaşam acı ve mutluluğun oluşturduğu diyalektik bir bütündür ve bir bilgidir. İsmail Tunalı’nın dediği gibi “İnsanlaştırılmış doğanın bilgisine yönelir. Sanatçı yöneldiği nesneyi düş gücüyle değiştirir ve öyle ortaya koyar.”

‘1970’LER KİTABIN EN ÇOK SATILDIĞI YILLARDI’

- Yapıtlarınız tiyatroya ve sinemaya uyarlandı. Bu konuda ne hissettiniz?

Yapıtlarımın tiyatroya ya da sinemaya uyarlanmasını o kadar önemli bulmuyorum. Hiç ummadığınız değişik şeyler çıkabiliyor karşınıza. Düş kırıklığına uğruyorsunuz. Bir anı olarak kalıyor sizde.

- Dergiler ve edebiyat yoldaşlığına yorumunuz?

Eskiden iyi bir dergi okuyucusuydum ya da öyle sanıyorum. Bugünlerde edebiyat dergileriyle aram iyi değil.

- 1970’lerde İstanbul’da Ocak Kitabevi’ni işlettiniz ve Z Yayınları’nı kurdunuz. Nasıl bir yayıncılık anlayışıyla hareket ettiniz ve o dönemin okuruna ilişkin izlenimleriniz nedir?

Çok kısa süren bir yayımcılık oldu bu. Beş kitap yayımlayabildim. 1970’li yıllarda Türkiye’de oldukça güçlü bir sınıf savaşımı, toplumun yeni bir tarih oluştururcasına kıvranışı vardı. Kitabın en çok satıldığı yıllardı o yıllar. 24 Ocak kararıyla bütün kitap satışları durdu ve ben de Z Yayınları’nı sürdüremedim.

‘ZONGULDAK, BENİ YALNIZ BIRAKMAYAN ÇOCUKLUĞUM’

- Memleketiniz Zonguldak, anılar, yarattığı/yaratacağı duygular ve esinle, değişeni değişmeyeniyle size daha neler yazdırabilir/yazdırabilirdi? Bu kent kavrayışınızda nasıl bir dip kök?

Zonguldak, doğayı insanları ilk gördüğüm yer. Zonguldak’la olan nesnel ve duygusal ilişkimi İçimdeki Zonguldak adlı kitabımda bütün ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştım. Ayrıca Ölümün Ağzı adlı romanımda 1940’lı yıllarda Zonguldak maden işçilerine uygulanan “mükellefiyet”i ama en doğrusu insanın acı karşısındaki sonsuzluğunu anlatmaya çalıştım. O öyle bir Zonguldak ki, Cumhuriyetimizin ilk büyük sanayi kenti. Soylu bir yarış atı iken sütçü beygirine dönüştürülen güzellik. Nereye gitsem arkamdan gelen, beni yalnız bırakmayan çocukluğum.

‘ÖLÜMÜ YAZMAK İSTİYORUM AMA...’

- Kendi adınıza sadece bunu yazdığım ve/veya çevirdiğim değil okuduğum da iyi oldu dediğiniz, size size en yakınlaştıran yapıtınız/yapıtlarınız hangileridir?

Romanlarımın hiçbirini ayırt etmiyorum. Bazı bazı şöyle düşündüğüm olmuyor değil; Genelevde Yas’la Fareyi Öldürmek romanlarımı yeniden yazmak geliyor içimden. Daha güzel bir dille yazacağıma inanıyorum onları.

- Bundan sonra neden roman yazmayacaksınız?

Nedense fantastik ya da metafizik diyebileceğim bir roman yazmak istiyorum: ÖLÜM. Bence ölüm, yaşamda en çok sevdiğimiz varlık olan kendimizle sonsuza dek bir daha görüşmemek üzere, vedalaşmaya bile vakit bulamadan ayrılmamızdır. Ama artık yazamam, roman yazabileceğime inanmıyorum.

İRFAN YALÇIN YAPITLARI

Aşağıdakiler / İrfan Yalçın / h2o Kitap / 140 s.

Annem, Babam ve Ben / İrfan Yalçın / h2o Kitap / 96 s.

Fareyi Öldürmek / İrfan Yalçın / h2o Kitap / 144 s.

Genelevde Yas / İrfan Yalçın / h2o Kitap / 192 s.

Pansiyon Huzur / İrfan Yalçın / h2o Kitap / 272 s.

Uzun Bir Yalnızlığın Tarihçesi / İrfan Yalçın / h2o Kitap / 144 s.

Son Bahçeler / İrfan Yalçın / Cumhuriyet Kitapları / 128 s.

İlkyaz Ölümleri / İrfan Yalçın / Cumhuriyet Kitapları / 108 s.

Yorgun Sevda / İrfan Yalçın / Can Yayınları / 104 s.

Cellat Ağlıyor / İrfan Yalçın / Can Yayınları / 96 s.

Büyük Soytarı / İrfan Yalçın / Yalçın Yayınları / 135 s.

Ölümün Ağzı / İrfan Yalçın / Kaynak Yayınları / 160 s.

Aşkın Yedi Rengi / İrfan Yalçın / Kaynak Yayınları / 144 s.

Engerek / İrfan Yalçın / Kaynak Yayınları / 160 s.

İçimdeki Zonguldak / İrfan Yalçın / Heyemola Yayınları / 184 s.

Sisler İçinden / İrfan Yalçın / Berfin Yayınları / 55 s.

ÇEVİRİLERİ: Şafak Kızı (1974), Gemide İsyan (J. London’dan, 1979), Darağacında Röportaj (J. Fuçik’ten, 1974), Cezayirli Devrimci - Tepedekiler (E. Roblés’ten, 1981), Olağanüstü Bir Olay (N. Pritulina’dan, 1981), Piaf: Bir Sevda Türküsü (D. Grimault - P. Mahé’den, 1984), Son Osmanlı Hahambaşısının Mektupları (E. Benbassa’dan, 1998).

TİYATRO OYUNLARI: Plastik Hayatlar (1981-82), Zor Günler (1987), Aşağıdakiler (1991).