İnsandan kişi yapmak

Karakter yapısının bir kişiliğe dönüşmesi belli huylar edinmesiyle olur, bunu da esas olarak anne-babasının onunla kurduğu ilişki sağlar.

Alper Hasanoğlu

İnsanın doğuştan getirdiği karakter özellikleri – ethos derdi buna eski Yunan filozofları – hayatta olup bitene göstereceği tepkinin türünü ve ölçüsünü belirlemesini sağlayan etkenlerden biridir. Ama bunda tekbaşına söz sahibi değildir. Karakter yapısının bir kişiliğe dönüşmesi belli huylar edinmesiyle olur, bunu da esas olarak anne-babasının onunla kurduğu ilişki sağlar. Anne-baba burada bir anlamda semboldür. Yani anne-baba içinde bulunulan toplumu, zaman dilimini, kültürü, sosyal ve ekonomik koşulları temsil eder. 

Aristoteles faziletlere, övülecek huylar der, zira bütün huylar fazilet olarak adlandırılamaz – erdem yerine Arapça kökenli fazilet kelimesini seçmemizin nedeni faziletin olumlu anlamda fazla olanı içermesidir. İnsan kişiliğinin bir parçasını oluşturan huylar, onun ötekilerle olan ilişkisini olumlu ya da olumsuz etkileyebileceği gibi, huyların bir kısmı da onu o yapan ama ilişkiler açısından çok önemli olmayan çeşitli davranış biçimleri ve tutumlara yol açabilir. 

İnsanın zoon politikon olması onun toplumsal bir varolan olduğunu, ancak ilişki içinde varolmaya devam edebileceğini imler. Bunun nörobiyolojik kökenlerini başka bir yazımızda anlatmaya çalışmıştık – Yalnızlık Neden Allah’a Mahsustur? Demek ki insanın, zorunlu olarak hayattaki ilk ilişkilerinin nesneleri olan anne-babasının ne yaptığı ve ne yapmadığı, ondan bağımsız olarak çok önemlidir. 

Hiçbir anne-baba mükemmel olmadığı ve anne-babalığı bir meslek olarak öğrenmedikleri için durmaksızın hata yapar ve bu tekrarlayan hatalar çocuğun hayatı algılayış, değerlendiriş ve sonuçta yaşayış biçimini belirleyen kimi kalıpların ortaya çıkmasına neden olur. Bunlar o kadar içselleştirilir ki sanki kişiliği belirleyen ve uyumsuz da oldukları çoğunlukla göze batan huylar olarak değerlendirilir – neyi niye yaptığımız çoğunlukla bilinçdışı olarak belirlenir oysa. Bu nedenle, Nietzsche’nin de dediği gibi, kişi – onun bilinçli yanı – kendi hayatının sahibi değildir aslında. Bilinçdışı, dünyayı ve hayatı bize puslu, çarpıtılmış gösteren, gerçekte olduğu gibi değil de olmasından korktuğumuz gibiymiş zannettiren, numarası yanlış gözlükler gibidir çoğu zaman. Bu bilinçdışı gözlükler kişinin dünya tasarımını belirler haliyle. Bu tasarım Husserl’e göre bizim doğal tavrımızdır artık. Sinir-bilim bütün bu öğrenme sürecini nöroplasitiste ile açıklayabiliyor.  

Çizen: Özge Ekmekçioğlu

Sevgili felsefe hocam İoanna Kuçuradi’den ödünç aldığım bir metaforla diyebilirim ki, psikoterapinin hedefi, hayatı bize gereğinden çok çarpıkmış gibi gösteren bu gözlükleri çıkararak dünyaya bakabilmemize yardım etmektir. Büyük filozof Husserl’in kavramlarıyla konuşursak, bu doğal tavrımızı paranteze alıp bir kenara bırakarak bakmayı öğrenirsek, dünyayı, hayatı, ilişkileri nasılsa öyle görebilme – anlama – olanağına kavuşabiliriz – bu arada çok da güzel bir şey göreceğinizi sanmadığımı belirtmek isterim. 

Aristoteles, nöroplastisiteden haberdar olmadığı için huyların değişmeyeceğini, faziletsiz olanın hayat boyu faziletsiz kalacağını düşünüyordu. Oysa biz artık biliyoruz ki, insan öğrendiği şeyleri unutmasa bile bir kenara bırakabilir – buna İngilizcede unlearn, Almancada verlernen denir, ne yazık ki Türkçede karşılığı yok. Nasıl ki yapa yapa faziletli olabiliyorsak yapmaya yapmaya da faziletsiz olmaktan kurtulabiliriz. 

Hayat adaletsizdir ve bize istediklerimizi, arzuladıklarımızı ve gereksindiklerimizi kendiliğinden vermeye de gönüllü değildir. İlişkide bulunduğumuz insanlar hele, hiç. Bu adaletsiz ve bencil dünya içinde sağgörülü kalarak, ne zaman ve ne kadar mücadele edeceğimizi, kaçıp kaçmayacağımızı ya da bazan da alttan alıp almayacağımızı, Aristoteles’e göre en önemli faziletlerden – arete der o – biri olan, pratik bilgelik sayesinde bilebiliriz. Bu fazilet sayesinde içinde bulunduğumuz durumun gerektirdiği gibi ölçülü davranırız, dahası gerçekten öyleyizdir zaten. Böyle olmak her insanın doğal olarak arzuladığı mutluluğun kapısını aralar – mutluluğun ne olduğu, haz, şöhret, zenginlik, başarı gibi şeyler mi olduğu, yoksa başka anlamlara da gelip gelmediği bu yazının konusu değil. 

Nietzsche, yapıp ettiğimiz her şeyi son tahlilde kendimiz için yaptığımızı söyler. Haklıdır da esas olarak. Ama bazan kendimizi düşünmeden – ya da öyle sanarak, ki çoğu zaman ikisi de bir – yalnızca öteki için bir şeyler yapmak da çok iyi gelir insana. Buna özgecilik – altruizm; Lat. alter: öteki – deriz. Kendimizi düşünmeden yalnızca başkaları için bir şey yapma diye adlandırdığımız özgecilik başka bir yazıda üzerine düşünmemiz gereken bir konu olduğu için burada ondan söz etmiyoruz. 

İnsanın nasıl bir kişi olacağı, hangi koşullar altında olursa olsun nasıl davranacağı bir tercih de olduğu için ontik bir meseledir. Bunun için ihtiyacımız olan en önemli araç da hayat bilgisidir.