İnsan ruhunun kazısı

Simon Stone’un gerçek bir olaydan hareketle çektiği “The Dig” (Kazı) adlı filmi Netflix’te izleyicisini bekliyor. Carey Mulligan ve Ralph Fiennes’ın başını çektiği güçlü bir oyuncu kadrosunun rol aldığı film 1939 yılında İngiltere’de yapılan çok önemli bir arkeolojik buluş üzerine temellenen bir hikayeyi anlatıyor.

Emrah Kolukısa

1939... Tam da tüm dünyayı derinden sarsacak bir savaşın eşiğindeki günlerde başlıyor “The Dig”. Birkaç yıl içinde İngiltere’nin de dahil olduğu ve 2. Dünya Savaşı olarak anılacak bu büyük çatışma Avrupa başta olmak dünyanın birçok bölgesine yayılacak, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanacak. Oysa daha 20 yıl önce bir önceki büyük savaşı sonlanmamış mıydı? Dünya daha o savaşın yaralarını saramamışken ve ardından gelen büyük buhranın yarattığı tahribatı onaramamışken bu acele neydi? sahi nerdendi insanın bu bitmek bilmeyen hırsı, sevgi yerine düşmanlık hevesi, aydınlığa değil karanlığa hasreti? “The Dig” belki bu büyük sorularla doğrudan ilgilenmiyor ama hikayesinin geri planında olup bitenler aracılığıyla akla bunları getiriyor ve bunları görmezden gelmeyerek insan ruhunun bir kazısını yapıyor. 

İngiltere’nin Suffolk bölgesinde yaşayan Edith Pretty (Carey Mulligan) kendisine ait arazide bir kazı yaptırmak ve toprağın altında olduğunu düşündüğü kalıntıları gün ışığına çıkarmak için amatör arkeolog Basil Brown (Ralph Fiennes) ile anlaşır. Sonuç neredeyse tüm Anglo-Sakson tarihini yeniden yazdıracak denli önemli bir keşiftir. 1930‘ların sonlarında başlayan ve uzun yıllar devam edecek kazıların nasıl başladığına dair bir hikaye anlatan “The Dig”, gerçek olaylar ve gerçek kişilerden hareketle İngiliz yazar ve gazeteci John Preston’ın yazdığı romandan beyazperdeye uyarlanmış. Ocak ayı ortasında sınırlı bir salon gösterimiyle izleyici karşısına çıkan film 29 Ocak’tan bu yana Netflix üzerinden izlenebiliyor. 

ANLAMINI YİTİREN ZAMAN

Geri planına Avrupa’nın kalbinde patlak veren 2. Dünya Savaşı’nın ilk günlerini koyan filmin asıl derdi ise arkeolojiden hareketle zaman teması üzerinden insana dair çıkarımlar yapmak. Filmin başlarında Basil Brown ile Edith Pretty’nin yaptıkları kısa bir konuşma var ve orada Edith “Arkeolog Howard Carter’ın Tutankamon’un mezar kazısıyla ile ilgili yazdıklarını okuyordum. Mezar odasının kapısı eşiğinde durmuş ve 3000 yıl sonra orada bulunan ilk insan olarak hâlâ boyanın üzerinde duran parmak izlerini görmüş.” dediğinde devamını Brown getirir: “Zaman anlamını yitirdi der”. Belki de haklı... Ya da zaman yeni bir anlam kazandı diye de düşünmek mümkün belki. Sonuçta insan dediğin canlı kendi varoluşuyla ilgili meseleyi bir türlü anlamlandıramadığı ve buna bir anlam bulmak için çırğınıp durduğu için acı çekmiyor mu biraz da. Ve tarih, -herkesin sıkça başvurduğu ‘dününü bilmeyen yarınını bilemez’ klişesine saplanmayacağım- en azından bugünü anlamlandırmamız için bize bir takım veriler sunmuyor mu? İşte “The Dig” bu meseleyi son derece incelikli (neredeyse Çehovyen bir incelik) bir şekilde önümüze getiren ve bunu yaparken insan ruhunun da içine bakan, orada yaptığı kazıdan duygular, tutkular, hayaller çıkaran bir film. Çehovyen demem boşuna değil, “The Dig”deki karakterler, onların aralarındaki ilişkiler bana Çehov oyunlarındaki karakterleri anımsattı sık sık. Tıpkı o karakterler gibi birbirlerine yaklaşan ama bir türlü gerçek arzularını gerçekleştiremeyen karakterler... Zamanlaması bir türlü uyuşmayan karakterler... Zaman, hep zaman...

Anlamını yitiren (ya da bulan) zamana gelince... Bu yapacağım çıkarım biraz fazla iddialı görülebilir ama benim hissiyatım bu yönde: Simon Stone filmi kurgularken ses ve görüntü arasında zaman zaman uyumsuzluk yaratmayı tercih etmiş ve zamanla ilgili kendince bir oyun oynamış bence. Anlamını yitiren zaman meselesine özellikle vurgu yapmış olduğunu düşündürüyor bu da. Bu konuda en çarpıcı anlardan biri de filmin başlarında yer alan o müthiş kaza sahnesi... İzleyeni nefessiz bırakan bu olağanüstü sahnede kurgu çok bozuk (bunu kötülemek manasında söylemediğimi tahmin edersiniz) bir şekilde ilerliyor ve tabii ki bu bilinçli bir tercih. Buna benzer anlar filmin ilerleyen bölümlerinde karşımıza çıkıyor. Bu temayı filmin kurgusuna yediren yönetmenin hiçbir şeyin altını boş bırakmadığını söylemek çok da yanlış olmaz herhalde.

RALPH FIENNES’DAN MÜTHİŞ PERFORMANS

Filmin başrollerinden birinde yer alan Carey Mulligan bu yıl birbirinden iyi performanslarla çıkıyor karşımıza. Ben buradaki rolün biraz onun yaşının üzerinde bir rol olduğunu düşünüyorum ama yine de iyi bir iş çıkardığını yadsıyamam. Filmdeki yan karakterleri canlandıran Lily James, Johnny Flynn, Ken Stott ve Ben Chaplin de dikkat çekici varlıklarıyla hikayenini boyutlanmasına katkıda bulunuyorlar. Yine de Ralph Fiennes’a özel bir vurgu yapmak gerek kanımca. Beden dilinden tutun da (toprağı kazan bir arkeoloğun öne doğru eğrilmiş sırtı, buna rağmen dük durmak için fazladan efor sarf etmesi...) eğitimsizliğin verdiği ezikliğe karşı kuyruğu dik tutmaya çalışan o yaşlanmış adamın vakarına kadar her şeyi çok büyük bir dikkatle etütü etmiş ve gerçek bir masterclass sunmuş. Ödül sezonunda adı sık sık geçecektir diye tahmin ediyorum; en azından umuyorum.

Netflix filmi “The Dig” arkeolojik açıdan dünyanın belki de en zengin toprakları üzerinde yaşayan bizleri çok yakından ilgilendiriyor diye düşünüyorum. Buna benzer keşifler (en yakında Göbeklitepe örneğin), buna benzer hikayeler bizde de çok fazla yok mu? E peki hani filmler?

SUTTON HOO KAZILARI

1937 yılında başlayan ve Anglo-Sakson tarihinde çok önemli bir buluşa yol açan kazılarda büyük bir gemi iskeletine rastlandı. Bu iskeletin bulunması üzerine British Museum devreye girdi ve deneyimli arkeolog Charles Phillips kazı başkanlığını Basil Brown’dan devralarak uzun yıllar sürecek kazıları yürüttü. Aslında Sutton Hoo’da bir mezarlık olduğu uzun zamandır tahmin ediliyor ancak bunun Vikingler döneminden kalma olduğu düşünülüyordu. Bulunan gemi iskeleti ise daha öncesine ait bir Anglo-Sakson yerleşiminin olduğunu kanıtladı. Çıkan çok sayıda değerli eşyanın içinde (İngiltere’de bulunmuş en değerli hazine çıktı buradan) Bizans işi gümüş parçalar bile vardı.