'İkiyüzlülüğün adı sağduyu'
Son filmi Bulantı’da ailesini kaybeden bir yetişkinin tecrübelerini canlandıran Zeki Demirkubuz, günümüz Türkiye’sinden endişeli: “Asker polis şehit oluyor, adam intikamını Kürt vatandaştan almaya kalkıyor. Devlet yetkilileri yapılanın doğru olmadığını söylüyor ve suçluları ‘sağduyu’ya davet ediyor. Acizlik ve ikiyüzlülüğün adı sağduyu oldu.”
Evrim AltuğYönetmen Zeki Demirkubuz’un onuncu sinema filmi ‘Bulantı’, 2 Ekim’de beyazperdede olacak. Yönetmen ve senaristin ‘Ahmet’ rolüyle izleyici karşısında olduğu yapımda, Şebnem Hassanisoughi, Öykü Karayel, Çağlar Çorumlu, Cemre Ebuzziya, Ercan Kesal ve yönetmenin eşi, Nurhayat Demirkubuz da yer alıyor. Bu vesile ile filmi için Cumhuriyet’e ‘özel gösterim’ yapan sanatçıyla filmini ve işaret ettiği Türkiye’yi konuştuk...
- Tarafınızdan canlandırılan filmin baş karakterinin mustarip olduğu ‘yaşarken hayal görme’ eğilimi, sinema sanatı için adeta bir araç aslında. Biz sinemada bir filmi izlerken hayal mi görürüz sizce, yoksa yaşadığımız hayatlar da belli bir hayalin gerçekliği mi?
Elbette hayal görmüyoruz ve gerçekle daha çok ilişkide olan bir eylem film izlemek, ama sinema ve benzer duygular barındıran icatlara insanların bu kadar ilgi duyma nedeni, bu bahsettiğin durum yüzünden olabilir. Benim de Kieslowski’den, Tarkovski’den başlayarak kimi sinemacıları sevmemin en büyük nedeni bu dediğine benzer bir duygu ve durumu yaşatabilmeleri aynı zamanda. Sinemanın değeri de biraz burada zaten. Sinemanın böyle bir yanı olmasa idi, kuru bir icat olsa idi ve bizi kastettiğin duruma bu kadar yaklaştırmasaydı ona bu kadar ilgi duyulmayabilirdi. Bu biraz da Çinlilerin “Kelebek ve rüya” benzetmesini - “Çinli bilge Chuang-Tzu kendini kelebek olarak görmüş rüyasında ve uyanınca sormuş kendine: Acaba ben rüyasında kelebek olan bir insan mıyım? Yoksa şimdi rüya görüp kendini insan sanan bir kelebek mi?” - hatırlatıyor. Bu tartışmayı bize yaptırması bile sinemanın ortadaki anlamından çok daha yüksek ve anlamlı bir sanat olduğunun kanıtı bence.
‘Mekânın kerameti insanındadır’
- Filminizdeki ‘Doktor’ neyin sözcülüğünü yapıyor?
Film, bugün dinin ve inancın ipoteği altında, olan ya da genellikle ilahiyat çerçevesinde tartışılan bazı meselelerle de ilgileniyor. Bütünüyle filmi ve o sahneyi sevgi kaynaklı bazı korkular, yalnızlık, sonsuzluk gibi gece duygularını ön plana çıkararak yazdıktan sonra senaryonun ortaya çıkan haline ben de biraz şaşırdım. İstediğim şekilde anlaşılır mı acaba diye biraz kaygılandım. Çünkü senaryo, az önce dediğim gibi, bugün daha çok dinin ipoteği altındaki olgularla meydana geliyordu. İçimize ait olan şeyler üzerine hiçbir din, inanç, akıl, hiçbir gerçeklik ve hiçbir uzman mutlak şeyler söyleyemez. Ve ruhumuzla ilgili sorulara verilen cevapların hep gelip tıkandığı, herkesin sustuğu, boynunu eğdiği bir yer var. “Doktor” insanlığın işte buradaki mağlubiyetinin, sessizliğin, boynu büküklüğün sözcülüğünü yapıyor.
- Pek çok filminiz gibi, bu filminizde de ‘Ev’lerin yükü ağır... Sınıf ve karakterlere dair çok şey ifade ediyorlar...
Keramet evde değil. Mekânın kerameti insanındadır. İsterse orası dört duvar bir hapishane hücresi olsun... Değerli ve yüksek insanlık hikâyelerinin saraylardan çok hücrelerden, yoksul barınaklarından çıkmasının sebebi de biraz budur. Koca bir saray ya da villa yapıp bir hikâyeniz yoksa eksiksinizdir. Yani dünyanın, mekânın tek başına bir kerameti yoktur; dünyanın kerameti insanındadır demek istiyorum.
‘Yeni filmim KOR’ - “Bulantı”dan başka çekimleri bitmiş bir projeniz daha olduğunu duyduk... Evet. Çekimlerini bu yılın şubat-mart aylarında yaptığımız, post-prodüksiyon çalışmaları devam eden “KOR” adında ikinci bir film daha çektim. Başrollerini Taner Birsel, Aslıhan Gürbüz ve Caner Cindoruk oynadı. 17 senelik ve 2006’da çekimlerine başlayıp sonra yarım bıraktığım bir proje. 2016’da o da çıkar herhalde. |
‘Dünyada bir tek budalalar soru sormaz’
- Hizmetli kadının evinin girişinde, ‘çalışma odasındaki Atatürk’ portresi çok dikkat çekiyor... İnsan sormadan edemiyor. Bu bilinçli bir detay mı?
Tamamen tesadüf ama sormanız iyi oldu. Türkiye’nin bugünkü sosyolojisiyle ilgili tuhaf bir durum yaşadık çünkü orada. Filmde bir kapıcı evi gerekiyordu ve o sahneyi bildiğim bir eve göre yazmıştım. Yardım ettiğimiz; birçok iyilikler yaptığımız ve hukukumuz olan tanıdık bir kapıcı, parası karşılığında evi bir günlüğüne kiralamayı kabul etmedi. Enteresan biçimde, Cihangir-Beyoğlu-Şişli gibi yerlerde bile, paraya ihtiyaçları olmasına rağmen, kimseyi ikna edemedik. Bu olabilir; kimse evini kiralamak zorunda değil ama bu son yıllarda çok olmaya başladı. Son yıllarda özellikle yoksul ve dini bütün yerlerde çekim yapma konusunda çok zorlanmaya başladım ve insanlar da “film, çekim” dediğinde bayağı kötü gözle bakmaya başladı ya da bana öyle rastgeliyor. Sonunda filmdeki mekânı bulduk ve kiraladık. Evde oturanlar Aleviydi. Kiralamayı kabul ettiler ve çok yardımcı oldular. O fotoğraf da orada duruyordu. Ben de o insanlara duyduğum minnet nedeniyle filmde bir anlamı ve önemi olmamasına karşın özellikle kaldırmadım.
- Ahmet başına gelenleri hak ediyor mu?
Ortada herhangi bir somut ceza yok. O yüzden ediyor ya da etmiyor diyemiyoruz. Yalnız şu var ki, süper egosu güçlü olanlar, vicdanı ve muhakeme gücü olanlar, merak edip sorabilenler için her zaman bekleyen “kimi durumlar” olur. Dünyada bir tek budalalar soru sormaz. Bir tek varlığının, özgürlüğünün vekâletini başkasına devredenler ve ‘öküz gibi’ yaşayanlar ‘bu durumlar’dan muaftır, böyle tehlikeleri olmaz. Ama dünyanın en alçak insanı bile olsa, Ahmet gibi, durumu ne olursa olsun soruyu, sorguyu, merak etmeyi sürdüren, yarayı kaşıyan insanların her zaman ‘böyle durumlar’ yaşama ihtimali vardır. O yüzden, bir adalet sorunundan önce Ahmet’in kişiliğini öne çıkarmak lazım. Filmi de böyle adalet sorununu düşünerek yazmadım zaten. Öyle olsaydı pek çok klişeye dönüşebilirdi. Ben insanın en keskin nedametler, en büyük pişmanlıklar yaşarken bile yeni günah kapılarını merak edecek kadar alçak ama aynı sebeple heyecan verici bir varlık olduğunu düşünen biriyim. Bir şeyi en samimi şekilde itiraf eden adam bile, bu sırada yeni bir suçun hayalini kuruyor ve bu yüzden itiraf ediyor olabilir. Bu yüzden meseleyi adalet sorunuyla kısıtlamam. Bu konularda benim gibi bir ‘kötünün’ ve sorgucunun hiçbir sınırı yoktur ve olmamalıdır da.
- Bir ‘hakikat emekçisi’ olarak bu filmden beklentiniz nedir?
Hep böyle olur, ama kendimi en güvensiz hissettiğim film bu galiba. ‘Bekleme Odası’ ve ‘Yazgı’da da benzer olmuştu. Sebebi şu: Eskiden beri bu hep böyleydi ama Türkiye’nin özellikle son birkaç yıllık gündemini düşünürsek, birey olmak, küçük ve insani dertlere sahip olmak büyük bir lüks haline geldi nerdeyse. Küçük dertler bu ülkede hep aşağılanmış, hep alay edilmiştir ama bu gidişle böyle sorunlarımızın lafı bile edilemeyecek. Mesela aşk acısı çeken ya da gülünç duruma düşüp onuru zedelenmiş birine, hadi lan, memleket elden gidiyor sen neden bahsediyorsun, denilecek. Aslında bu filmi biraz da bu duruma ve gidişata küçük dertlerin, medeni sorunların iyice tedavülden kaldırılıp insan olmanın kurulaşmasına, kemikleşmesine, etinden sinirinden soyutlanmasına tepki duyduğum için de çekmek istedim. Bütün bunların dışında, Türkiye’de oluşan bu yeni insan algısı, tam bir ‘birey’ ve insan düşmanlığına dönüşmek üzere. Kimlikler o kadar ön plana çıktı ki, şahsiyet ve kişiliğin neredeyse önemi kalmadı, hatta unutuldu. Bu filmi biraz bu yüzden, giderek kaybolan bu varlık bilincini hatırlatmak, buna katkıda bulunmak için çektim ve bahsettiğim küçümsemenin karşısında olmasını istedim. Bu yüzden, sevişme sahnelerinden tutun da, yer alan olayların, karakterlerin, hikâyenin bugünün büyük Türkiye’sinde küçümsenebilir olmasına özellikle dikkat ettim.
- Filmlerinizde açtığınız pencereler hem fiziğin, hem de metafiziğin penceresi mi?
Metafizik fazla açıktan olmasa da alttan alta her filmde dert ettiğim bir meseleydi. Ama son zamanlarda daha çok sorun ediyorum. Ölüm, varlık, yokluk, inanç, inançsızlık, inanç arayışı önemli meseleler. İnsanlığın en eski arayışları zaten. Ama yukarıda söylediğim gibi genellikle ‘dinin ve inançların ipoteği’ altında kaldığı, ilahiyat ve ölüm korkusu çerçevesinde ele alındığı için bazı istisnalar dışında sanatın çok dert ettiği meseleler olamadı.
En çok öldüğümüz şu günlerde, ölümden bu kadar uzak olmamız, ölüm karşısındaki konumlanışımız bu konulara ne kadar uzak ve çiğ olduğumuzu gösteriyor.
‘Ben hep yalnız olmayı seçtim’
- Bu düşüncelerinizi gündelik hayat ve kimliğinizdeki gerçekler ile bağdaştırmak zor olmuyor mu?
Varlığını veriler, öğrenilmiş şeyler ve gayri iradi şekilde sahip olduğu kimlikler üzerinden kuran insan, yaradılışına ve yeteneklerine hakaret ve ihanet ediyordur.
Bu yüzden ben bu konularda kuşkulu ve şüpheli biri olmak pahasına hep yalnız olmayı seçtim. Eskiden geçmişim yüzünden komünist ve sosyalist olarak bilinirdim. Öyle değildim ama şikâyetim yoktu. Şimdilerde duruma ve olayların gidişine göre başka şeyler oluyorum. Gezi’de ulusalcı oldum; barış sürecini desteklerken, cuntacılar yargılansın istediğim için, AKP’li; AKP’nin hukuksuzluklarına karşı çıktığım için cemaatçi; Kürtlere zulmediliyor dediğim için Kürtçü.
- Vereceğiniz oy yalnızca sizi mi ilgilendiriyor?
Normal koşullarda tabii ki öyle. Ama Türkiye bir süredir öyle bir süreç yaşıyor ki, artık vereceğim oy sadece beni ilgilendirmiyor. Ve mesele bir oy vermenin çok ötesinde bir anlam kazandı; bir tür onur meselesi haline geldi. Bu nedenle HDP’ye yapılanlar, topluma yapılan baskı ve tehditler yüzünden oyumu HDP’ye vereceğim. Bu gidişatta bu neyi çözer bilmiyorum, ama faşizan uygulamalar ve dayatmalar karşılıksız kaldığı sürece hep azmıştır.
İktidar sahipleri toplumun genel olarak korkak olduğunu ve korkutarak yönlendirilebileceği düşünebilir, genellikle haklıdırlar ama bazılarının mesela benim şahsiyet sahibi olduğumu öğrenmeli.
‘Acizlik ve ikiyüzlülüğün adı sağduyu oldu’
- Sağduyu size neyi ifade ediyor?
Bugün memleketimizdeki şekliyle acizlik ve ikiyüzlülük... Çatışmalarda asker, polis şehit oluyor; adam intikamını Kürt vatandaştan, mevsimlik işçiden almaya kalkıyor. Evini yakıyor, dövüyor, Atatürk büstünü öptürüyor. Ya da Meclis’te kendini temsil eden dört partiden birinin parti şubelerini yakıyor. Bayrak asmayan komşusunu PKK’li olmadığını ispatlamaya zorluyor, belki onun da evini yakıyor. Uzun süre bunlara sessiz kalan devlet yetkilileri, meşru parti temsilcileri ve memleketin diğer meşru sahipleri en sonunda çıkıp dil ucuyla yapılanın suç olduğunu, yasaların çiğnendiğini, sorumluların cezalandırılacağını söylemeden, utana sıkıla ‘yapılanın doğru olmadığını’ söylüyor ve suçluları ‘sağduyu’ya davet ediyor.
Kötülüğün ve zalimliğin iyice yoldan çıktığı, amacını aştığı zamanlarda yapılan bir türlü ‘daha fazla abartmayın’ freni yani. Bunun anlamı sağduyunun fazla dillendirildiği yerlerde vicdan, muhakeme, insanlık, hak ve adalet duygusu olmuyor ve utanç verici şeyler oluyor.