İki zıt dünyanın karışımıyım
Çokkültürlü bir kökenin insan üzerinde ne kadar önemli etkisi olduğunu görmek istiyorsanız Melissa Papel'in yaşamına göz atmanız yeterli. 'Elveda Rumeli' ve 'Off Karadeniz'in dikkat çeken oyuncusunun farklı kültürlerle iç içe geçmiş hayatı oyunculuğuna da başarılı şekilde yansıyor.
cumhuriyet.com.trTam anlamıyla çokkültürlü bir isim Melissa Papel. O kadar çokkültürlü ki yaşamına gazetecilik yapan annesine Nikaragua’da eşlik ederek başlamış. Aynı zamanda oyunculuk alanında çok başarılı bir isim. Elveda Rumeli’den hatırlayabilirsiniz. Gülsüm karakteriyle dizinin başarısında önemli rol oynamıştı. Sonra Azeri-Gürcü-Rus ortak yapımı Saha filmiyle yabancı filmler kategorisinde Oscar adaylığı ve 2010’da da Off Karadeniz filminde laz bir gence âşık olan İzmirli kız rolü geldi. Gördünüz ya çokkültürlülük Papel’in hayatının her yerinde karşımıza çıkıyor.
- Fransız mühendis bir babayla, Türkiyeli gazeteci bir annenin kızısınız. Sizin üzerinizde nasıl bir etkisi oldu ailenizin?
Çok mutlu bir çocukluğum oldu. Babam her şeyi ince ince planlayan, ayakları yere basan ve düşünerek hareket eden biri. Ayrıca her zaman sakin ve hoşgörülü. Annem ise anında kanatlanıp, uçmaya hazır bir kadın. 18 yaşında otostopla tek başına bütün Avrupa’yı dolaşmış mesela. Ayrıca gazeteciliğinin verdiği alışkanlıkla da herhalde her şeyi devamlı eleştiren, her gün dünyayı değiştirmeye çalışan biri. Ben bu iki kültürün ve iki zıt dünyanın karışımıyım. Ama zıtlık bizim yaşamımızı zorlaştırmıyor, aksine zenginleştiriyor. Farklı kültürleri tanıma isteği, meraklı olma, dışa açıklık, üç kişilik ailemizin ortak noktasıydı.
- Bu çokkültürlülük nasıl besledi sizi?
Yaşamımız boyunca dünyayı gezdik biz. Hem de turistlerin pek gitmediği, bilmediği yerlerde maceralı bir şekilde dolaşarak. Çin, Afrika, Rusya, Hindistan, Japonya ve Küba gibi farklı dünyaları gördüm. Yaz tatilimde denize gitmek yerine annem beni kimsenin giremediği, abluka altındaki Abhazya’ya götürdü mesela. Paris’teki evimize de annemle babamın dünyanın dört yanından tanıdıkları gelip konuk oluyordu. Bu kadar farklı kültürlerin arasında büyümek doğal olarak dünyaya bakışımı genişletti ve beni olgunlaştırdı. Maddi şeylere fazla bağlanmamayı öğrendim. O yüzden rahatlıkla bütün gelirimizi seyahat için harcadık diyebilirim. Böylece özgürlük kelimesini de anladım ve sevdim. 15 yaşımda özgürlüğümün sınırlarını daha da genişletip, annemlerin desteğiyle ama yalnız başıma ve kimseyi tanımadığım Avustralya’ya gidip yerleştim. Sidney’de lise 1 okudum. O zamandan beri de değişik ülkelerde yaşamaya devam ediyorum. En büyük avantajım bu.
- Fransa’da, Kanada’da, Avustralya’da tiyatro eğitimi aldınız. Oyuncu olmaya nasıl karar verdiniz peki?
Evet, Avustralya’da ve Fransa’da tiyatro, Kanada’da ise sinema okulunda oyunculuk bölümünü bitirdim. Oyunculuk çok özel bir meslek. Bir hayatta bin hayat yaşamak gibi bir şey. O kadar hoşuma gidiyor ki... Gerçekten bir tutku. Biraz klişe olsa da, her zaman oyuncu olmak istedim diyebilirim. Para için değil, meşhur olmak için değil ama gerçekten sevdiğim için. Bu kadar çok sevdiğim bir şey mesleğim olabilirse dünyanın en mutlu insanı olacağım diye düşünmüşümdür hep. Ayrıca sinema aracılığıyla bir hikâye anlatıp başlı başına bir dünya yaratmak olağanüstü bir başarı, bir mucize gibi...
- Peki oyunculuk adına hayatınızda ne gibi dönüm noktaları yaşadınız? Sizi etkileyen kavşaklar oldu mu?
En önemli dönüm noktası başrolü oynadığım “Saha” adlı filmin Oscar’a katılması. Bir Rus-Azeri-Gürcü ortak yapımı olan bu film “en iyi yabancı film’’ kategorisinde ülkesini temsil ediyordu. Çok büyük bir şey benim için bu, çünkü Hollywood’da çok önemli insanlar başrolü oynadığım filmi izlemişler anlamına geliyor. Film başka festivallerde de birkaç ödül kazandı. Önümüzdeki aylarda Vladivostok, Singapur ve Antalya film festivallerine katılacak. Bir diğer dönüm noktası da Serdar Akar’ın yönettiği ‘’Elveda Rumeli’’ oldu. Türkiye’de çok sevilen bir diziydi. Yaklaşık 35 bölüm oynadım ve çekimler Makedonya’da olsa da benim için Türk sinemacılarıyla, Türk seyircisiyle ve dizi dünyasıyla ilk tanışma oldu bu. Bunun dışında pek çok kısa filmde oynadım. Bunlardan biriyle Cannes festivaline de seçildik. Aslında filmim olsa da olmasa da her yıl dünyanın çeşitli yerlerindeki değişik festivallere gitmeye çalışıyorum. Dünya sinemasının ufukları çok geniş ve yığınla birbirinden ilginç sinema diliyle, bakışıyla tanışıyorum.
- Oynadığınız bir kısa filmle ve Rus-Azeri-Gürcü ortak yapımı “Saha” filmiyle Cannes’a bile katıldınız. Ancak Türkiye’de şimdilik bir sinema filmi ve bir dizide rol alabildiniz. Neden sizce?
Haklısınız. Sanırım bunun nedeni devamlı Türkiye’de olmayışımın, çalışmalara engel olacağı düşüncesi. Bana ulaşamayacaklarını, gelemeyeceğimi sanıyor olabilirler. Ancak Paris-İstanbul sadece üç saat ve benim için hiçbir yer fazla uzak değil.
- Peki Türkiye’deki sinema sektörünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk sineması dışarıda gittikçe tanınmaya başladı. Çok başarılı filmler yapılıyor. Öte yandan yine de hâlâ çalışma koşulları konusunda bir gelişme yok. Burada sistem çok farklı. Fransa’da figüranlar bile tek bir gün dahi çalışsalar hemen iş sözleşmesi yapılıyor ve sosyal sigorta primi yatırılıyor. Oysa burada başrol oyuncularının bile sosyal güvencesi yok. Bir hareket olması, sistemin oturması gerek!
- Şu an değerlendirdiğiniz, yakın zamanda sizi göreceğimiz bir proje var mı?
Birçok senaryo geliyor, aralarında çok enteresan bulduğum, beğendiğim projeler var. Onları değerlendiriyorum. Dışarıda ise Brezilya, İsviçre, Makedonya’da çekilecek filmler var. Onlar uzun vadeli programım dahilinde ama büyük bir heyecanla çekimlere başlamayı bekliyorum. Ayrıca yeni sezon için dizi görüşmelerim var.
Yaşasın bisiklet sporu
- TRT Spor’da “Bisiklet Dünyası” adlı bir program yapıyorsunuz. Peki nereden çıktı bisiklet üzerine bir program yapma fikri?
Bebekliğimden beri bisiklet üzerinde büyüdüm diyebilirim aslında. Annem her yere bisikletin arkasında götürüyordu beni. Sonrasında benim de çok sevdiğim bir spor oldu bu. Türkiye’ye bir filmde oynamak için çağrılmıştım, çekim bir türlü başlayamadı. Tam Paris’e dönecekken Bisiklet Dünyası’nı sunma teklifi geldi. İşte bu sayede hem programa dahil oldum hem de Türkiye’de kaldım, iyi ki de öyle yapmışım. Neredeyse her gün farklı bir şehirdeyim. Dünyanın değişik yerlerinden gelen bisikletçiler ve takım antrenörleriyle tanışıyor, röportajlar yapıyorum. Bu işi büyük bir keyifle yapıyorum. Aynı zamanda bunu oyunculuk olarak da görüyorum. Keşke farklı saatlerde yayınlansa da herkes izleyebilse!
- Ne yazık ki Türkiye’de bisiklet kültürü gelişmiş değil. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu durumu?
Bu, bence de üzücü. Oysa doğayla iç içe, formda kalmanıza yardımcı olan, özgürlük duygusu veren ve havayı kirletmeyen bir spor ve onun da ötesinde bir ulaşım aracı bisiklet. Ne yazık ki Türkiye’de yeterince bisiklet yolu yok. İnsanlar da haklı olarak trafikte bisiklet kullanmaya korkuyor. Yine de genele bakarsak, giderek yayılıyor bisiklet sevgisi. Örneğin, bir çok kentte perşembe akşamı bisikletçileri var. Birçok gezi organize ediyorlar. Hatta bazı kentlerde oldukça popüler olmuş durumda. Yaşasın bisiklet sporu!